“Çözüm Süreci” Yazılarından Seçmeler: Hafızayı Tazelemek
Giriş Yerine
Türk Ocakları Genel Başkanı olarak üç yılı aşkın bir süredir yazdığımız pek çok yazıda “açılım” ve “çözüm” adına yürütülen siyaset konusunda yaptığımız ikaz ve eleştiriler okuyanların malumu olmakla birlikte bazen hafızalarımızı tazelemek de yararsız değildir. Bugün, en sıkı devlet savunucusu kesilen bazı kişi ve mahfillerin bu süreç boyunca üç maymunu oynamakla yetinmeyip sadece ve yalnızca ileride doğabilecek vahim sonuçlara işaret etmek isteyen vatansever insanlara yönelttikleri hakaretamiz ifadeleri hatırlatacak değiliz. Tarih, bütün bunları kaydetmiştir. Ancak, yazılanı, çizileni ve söyleneni ustaca bağlamından kopartarak alternatif tarih yazma üstadı olanları da unutmayalım.
***
Şu satırları, Suruç saldırısından hemen önce yazmıştık:
“Suriye’deki gelişmelerle birlikte ele alındığında terör meselesinin önümüzdeki günlerde ülke gündeminde daha ağırlık kazanacağı tahmin edilebilir. PKK’nın yeniden serhildan başlatma girişimlerine karşı müteyakkız olmak elzem. Devletin açıklıkla, “teröre karşı tavizsiz mücadele, etnik ve mezhebi ayırım yapmadan bütün vatandaşlar için daha fazla demokrasi” düsturu ile hatadan dönmesi ve süreci yeniden tanımlaması lazımdır. Evvelemirde, terör örgütüyle tavizsiz mücadele kararlılığı olmadan Türkiye’nin üniter yapı ve millî devlet formu içinde bir çözüme ulaşmasının imkânsız olduğu tespit edilmelidir.”
Nitekim Suruç saldırısından önce Cemil Bayık’ın bütün Kürtleri silahlanmaya çağıran açıklaması geldi, ardından da misilleme adı altında, uykudaki polisleri, eşinin-çocuğunun yanındaki askerleri katletme gibi kahpe ve kalleş PKK eylemleri. Bunlara karşı devletin artık göz yumması beklenemezdi. IŞİD’e, PKK’ya ve PKK’nın yancısı sol örgütlere karşı başlatılan operasyonlar aslında çok gecikmiş bir devlet refleksiydi. Başlatılan bu mücadelenin, terör örgütüyle anladığı dilden konuşmanın tavizsiz bir şekilde sürdürülmesini bekliyoruz.
Bu olaylar meydana gelirken, Kandil’in fırçalarına ses çıkaramayan sazcı eş başkan, demagoji yeteneğini konuşturarak süreç boyunca verilen tavizleri, PKK’nın dönekliklerini atlayarak (Bu konuda Yıldıray Oğur’un Türkiye gazetesinde 29 Temmuz 2015’te yayımlanan ayrıntılı yazısına bkz.) Cumhurbaşkanını, hükümeti ve MHP’yi suçluyor. Ona müzahir solcu, liberal vb. gazeteci yarı aydın taifesi de görevlerini anında ifada kusur etmiyorlar.
Aslında haklılar, zira hükümet ve devlet yetkilileri işin en başında, bu kaypak, kalleş ve çok taraflı ilişkilere sahip yapıya güvenmekle ya da onları ikna edebileceklerini sanmakla tarihî bir hata yapmışlardır. Biz, bu süreç zarfında dilimiz döndüğünce buna işaret ettik. Analar ağlamasın, şehit cenazeleri gelmesin retoriğine, siz kan dökülsün mü istiyorsunuz, suçlamalarına karşı lisan-ı münasiple bu işin sonunun iyiye gitmediğini ifade ettik. Aşağıda son üç yılda bu minvalde yazdığımız yazılardan kısa alıntılar var. Bunları, bizler gibi başka kişi ve kuruluşlar da değişik şekillerde dile getirdi. Biz, yapıcı bir üslupla, kimseyi tahkir etmeden, dikkatli bir üslupla bu ikazları yaptık. Bunlar tarihe geçti. Şimdi, biz dememiş miydik, demek için değil, ama süreç içindeki kritik hataları, yaklaşımdaki sakatlığı ortaya koymak için bunları tekrarlıyoruz. Zira, hâlâ, açılım ve çözüm politikalarının baş mimarları ekranlarda ve gazetelerde sürecin şu an donduğunu ama tekrar başlayacağını söylüyorlar. Biz, hangi yaklaşımla etnik fitnenin ortadan kaldırılacağı, millî birliğin ve kardeşliğin pekişeceği konusunda genel bir çerçeve çizerken, elinde silah bulunan bir örgütle müzakere edilemeyeceğini vurgulamıştık. Bu örgüt tasfiye edilmeden atılacak diğer adımlar teröre ve şiddet yoluyla hak aramaya meşruiyet kazandırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. O bakımdan bunları hatırlatmakta yarar var. İşte son üç yılda yazdıklarımızdan bazı alıntılar (Tabii ki bunlar, her bir yazının bütünlüğü ve o dönemin şartları çerçevesinde daha iyi anlaşılacaktır.).
Gündeme Dair (12 Haziran 2012)
“Türkiye’de 10 yılı aşkın süre zarfında demokratikleşme alanında hayata geçirilen uygulamalara ve etnik milliyetçiliğe verilen bütün tavizlere rağmen bölücü örgüt çizgisinde siyaset yapanların dilleri daha keskinleşiyor, daha bölücü bir hâl alıyor. Bunun karşısında cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiğinin farkına varamayan siyasi kadrolarımız nereden geldiği bilinmeyen telkinlerle çözüm adına ortaya çıkıyorlar. Türkiye’yi 30 yıldır uğraştıran, iç ve dış pek çok odak tarafından devamında yarar görülen bölücü terörün sona erdirilmesi, Türkiye’nin terör mücadelesine harcadığı imkânlarını toplumun geleceği için kullanması milletini ve insanlarını seven herkesin arzusudur. Taze fidanların “gök ekini biçer” gibi toprağa düşmesi hepimizi derinden üzüntüye boğmaktadır. Bununla birlikte, terörü ve şiddeti siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için kullananların başarıya ulaştıkları izlenimi verecek hiçbir yaklaşım kabul edilmemelidir. Türk milletinin temsilcisi olan milletvekilleri ve siyasi parti liderleri, millî meselelerin çözümünü bölücülüğe prim vermeden gerçekleştirmekle yükümlüdür.”
Türkiye’nin Kritik Dönemeci (14Temmuz 2012)
“Geçtiğimiz günlerde yaşanan önemli bir gelişme de Leyla Zana ile Başbakanın görüşmesidir. Önceki fikirlerinden, BDP’nin savunduğu görüşlerden farklı bir şey söylememekle birlikte, meseleyi Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın çözebileceğini ifade etmesi, Zana’ya kendi cenahından tepkiler gelmesine yol açmakla birlikte, Zana’nın bunu, çözüm arayışlarını yönlendiren odakların telkiniyle ve Öcalan’ın muvafakatiyle söylediğinde bir şüphe yok. Kuzey Irak’taki yönetim ve uluslararası hamilerinin desteklediği bu girişim, Türkiye’nin yumuşak karnından yararlanarak orta ve uzun vadede Birleşik Kürdistan oluşturma stratejisinin adımlarından biri olarak görülmelidir. Konjonktürel olarak Türkiye’nin rıza göstermeyeceği bir bölünmeyi şimdilik mümkün görmedikleri için “demokratik özerklik” projesini gündeme getiren bölücüler aslında Türkiye’yi yönetenleri böyle bir ayrışmanın ileride meydana gelmesi için zemini hazırlayan adımları attırmaya çalışmaktadırlar. İnsanlarımızın, “ne pahasına olursa olsun çözüm” psikozuna sokulmaması elzemdir.”
Kuzey Suriye Testinde Türkiye (2 Ağustos 2012)
“Güneydoğu’da ve Doğu’da 30 yıldır devam eden problemin çok çeşitli yönlerinin olduğu doğrudur; ama bazı kesimlerin sadece iç dinamikleri, Kürtlere Cumhuriyet döneminde yapılan haksızlıkları dillendirip meselenin ta 19. yüzyıldan beri en temel eksenlerinden biri olan dış güçleri ve 1980’lerden bu yana Türkiye’yi meşgul eden ayrılıkçı terörizm boyutunu görmezden gelmesi çok manidardır. Güneydoğu ve Doğu’daki meselelerin sadece güvenlik politikalarıyla çözülmesinin mümkün olmadığı doğru olmakla birlikte uluslararası boyut dâhil siyasi ve askerî yönünün asla ihmal edilmemesi gerektiği de apaçık bir hakikattir. Normal olan, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine paralel olarak meselenin daha da yumuşaması olduğu hâlde terörün ve bölücü taleplerin dilinin giderek şiddetlenmesi Beyaz Türk aydınların malum merkezlerin telkiniyle pompaladıkları “çözüm” tekliflerinin “çözüm”e değil, “çözülme”ye matuf olduğunu göstermektedir.”
Resmi Dil ve Ana Dil Meselesi (22 Ekim 2012)
“Türkiye gibi bir ülkede adem-i merkeziyetçi bir anlayışla güçlü bir toplum ve devlet ayakta duramaz. Bu coğrafyanın tarihinde tavaif-i mülûkyani beylikler dönemlerinin genel refah ve huzur açısından iç açıcı olmadığının şahidi tarihtir. Türkiye, bin yıldır Anadolu mayasında karılan bir kardeşliğe dayanıyor. Bunu bozmak isteyenler Türkiye’nin aşil topuğu olarak Kürt yurttaşlarımızı görüyor ve ona göre strateji oluşturuyor. Bugün Türkiye’de hiçbir insan “etnik Türk” olduğu için bir imtiyaza sahip değildir. Çünkü Türk kavramı etnisiteyi değil bütün milleti ifade eden bir kavram olarak algılanır ve devlet tarafından da bu manada kullanılır. Esasen bu tarihte de böyleydi ama bu bir bahs-i diğer. Cumhuriyetin olmayan bir milleti “ihdas” ettiği şeklindeki şehir efsanesi maalesef sol-liberal ve muhafazakâr-İslamcı muhitlerde fazla alıcı bulmuş durumda. Türk milletinin Anadolu coğrafyasındaki bin yıllık tecrübesinde Türkçe, en azından Beylikler döneminden başlayarak bir medeniyet dili olarak hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yazışmalarında, dönemin usulleri çerçevesinde diğer ülkelerle yapılan yazışmalar dışında, resmî alanda büyük ölçüde Türkçe kullanmıştır. 1876 Anayasası’nda da çok-uluslu bir imparatorluk olarak Türkçeyi resmî dil kabul etmiştir.”
Türkiye’nin Yolu: Çözülme mi, Türk Medeniyetinin Yeniden İnşası mı? (26 Kasım 2012)
“Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiği malum. 19. yüzyıl ve 20 yüzyılın ilk başlarındaki Osmanlı tarihinin acı derslerinin manasını kavrayamayan, “Haklı istekleri geç karşılarsanız talepler giderek artar.” diyerek akıl veren sözde “âkil adamlar”ın rehberliğinde bugüne kadar verilen bütün tavizlere rağmen bölücü şiddetin ve öfke dilinin teskin olmak bir yana giderek azgınlaştığını göremeyenler yarın çok daha tehlikeli bir süreçle karşılaşabileceğimizi iyi bilmelidirler.
Osmanlı tarihi, önce bazı haklar, sonra özerklik ve nihayet bağımsızlık talebiyle ortaya çıkan isyan hareketlerinin yakın ve canlı şahididir. (...) Ana dilde savunma ısrarının arkasında Kürtçenin bütün Türkiye’de ikinci resmi dil olması, bilahare oluşturulacak “özerk” bölgede ise ilk ve aslında tek resmi dil olması gayesi vardır. Öz savunma gücü hâline gelecek PKK militanlarının “asayiş”(!)ten sorumlu olacağı bölge nihayet fiilen ve resmen bağımsız hâle getirilmesi için uygun konjonktür beklenecektir. “
Türksüz, Türkiyesiz Süreçler Çözüm Değil Çözülme Getirir (27 Ocak 2013)
“Türkiye’nin kendi coğrafyasında karşılaştığı imkân ve tehditlerin sağlıklı bir analizi bize içe kapanmacı bir siyasetin yanlışlığını gösteriyor; ancak küresel rekabette kendi tarihimizin ve medeniyetimizin değerlerinin değil konjonktürel gelişmelerin peşine takılmakla büyük güç olamayacağımızın idrakinde olmalıyız. Yirmi birinci asırda büyük güç olacaksak, bu topraklarda huzur, büyüme ve refahı sağlayacaksak bu etnikçi siyasetin diline teslim olarak değil, birlik ve bütünlüğümüzü pekiştirmekle mümkün olacaktır. Tarihimizi ve tarih içinde oluşmuş müşterek kimliğimizi inkâr ederek ya da gizleyerek var kalacağımızı, hatta dünyada büyük güç olacağımızı zannedenler yanılgı içindeler.”
Red ve İnkâr (18 Şubat 2013)
“İçeride 10 yılı aşkın bir süredir yakalanan siyasi istikrarın ve “ustalık” döneminin sağladığı güven duygusu ile milletin, yapılan her şeye her hâl ve kârda destek vereceği zehabına kapılmak hatasına düşülmemelidir. Türk milletinin kahir ekseriyeti PKK ve siyasi uzantılarıyla varılacak mutabakat sonucunda önüne konacak çözüm projelerine itibar etmeyecektir. Otuz yıla yakın bir zamandır devam eden etnik fitneye rağmen bu ülkede etnik bir çatışma yaşanmadıysa bunda bizim millet ve milliyetçilik anlayışımızın kapsayıcı ve kuşatıcı niteliğinin oynadığı merkezî rol iyi anlaşılmalıdır. Bütün tahriklere rağmen Türk milletinin sağduyu ve akl-ı selimle hareket ettiğine tarih şahittir. Bu da çok tabiidir, çünkü Türk milliyetçilerinin millet anlayışı etnik ayırımcılığı reddeder.”
Birlik ve Beka (16 Mart 2013)
“Bugün dünyanın yaşadığı bu sancılı dönemde mağdurlar, oluk oluk kanları akıtılanlar esas itibariyle Müslümanlardır. Özellikle İslamcı geçinen okuryazar takımının bunu ıskalaması düşündürücü. İslam dünyasının duçar bırakıldığı küresel felaketin arkasında büyük güçlerin, yeni dönemde dengeleri Müslüman kanı üzerinden kurmasına karşı hangi tavır geliştirildi? Afrika’da, Irak ve Suriye’de, Afganistan’da ve diğer Müslüman topraklarında öldürülen Müslümanların medeni Batılılar nezdinde pek bir önemi yok. İnsaniyetçi ve liberal aydınlarımız da nedense bu konularla pek ilgilenmiyor. Suriye denince çoğunun aklına orada da tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin kurabileceği özerk bölge geliyor. Bunun heyecanını duyanlar, içinden geçtiğimiz tarihî sürecin aslında bizatihi Kürtleri Orta Doğu coğrafyasında maruz bırakabileceği yalnızlığı göremiyor. Bu coğrafyada beraber yaşayan Araplar, Farslar ve diğer milletler ve etnik gruplarla Kürtlerin arasına derin bir husumetin girmesinin kimseye yaramayacağı kesin. Batılı güçlerin Kürtlere karşı hayırhah bir siyaset izlediğini zannetmek de en hafif deyişle saflıktır. Böl ve yönet ilkesinin bir kez daha coğrafyamızı “dizayn” etme peşinde olduğunu idrak edememek ise düpedüz hamakattır.”
10 Mayıs 2013 Tarih Buluşma Konuşması
“Büyük Türkiye rüyasına, ülkemizin terör belasından kurtulup enerjisini Türk-İslam âleminin refahı ve saadeti için teksif edecek olmasına itiraz edecek tek bir Türk milliyetçisi, tek bir Türk Ocaklı yoktur. (…) Türk Ocağı olarak teröristlerin muhatap kabul edildiği bir müzakere sürecinin çözüm getirmeyeceğini ifade ve ilân ettik. Terör örgütünün herhangi bir müzakere yapılmadan, hiçbir taviz verilmeden sınır dışına çekildiği iddiasını kabul etmemiz için de inandırıcı bir izah ortaya konulamamıştır. Bütün bunlardan çıkan mantıki sonuç, ülke dışında, Kandil’de, Suriye’de silahlı faaliyetine berdevam bir terör örgütünün varlığını sürdürdüğü bir ortamda Türk devletine yeni bir anayasa hazırlanacağıdır. Statü talepleri ve beklentileri karşılanmadığı takdirde PKK’lıların yeniden şiddete başvurmayacağının garantisi nedir?”
Bu vatan ve millet için canlarını veren, bayrağı indirtmeyen, ezanı susturtmayan şehitlerimizi rahmet ve minnetle anarken Türk milletini “barış ve çözüme” ikna için görevlendirilen heyet üyelerine ve basın mensuplarına tek bir söz söylemek istiyorum: Şühedanın razı olmayacağı bir çözüme Türk milleti katiyen razı olmaz. (…) bu ülkede kardeşler arasında bir savaş yok ve olmadı. Otuz yılın ağır tahribatına rağmen ülke insanları arasında bir çatışmadan kimse bahsedemez. Dolayısıyla yürütülen sürecin barış olarak adlandırılması yanlışın ötesinde vahim bir hatadır.”
Çözüm Süreci ve Türkiye’nin Geleceği (17 Temmuz 2013)
“Kimsenin ayrıntılarını kesin olarak bilmediği, sadece tahminler yürütebildiği çözüm planının PKK ile pazarlık içermediği en yüksek makamlar tarafından temin edildi. Ne var ki son dönemde PKK-BDP bloku tarafından yapılan açıklamalara, PKK’nın Irak’a çekilmede ayak sürümesi, tam tersine yeni eleman devşirme, küçük çapta da olsa adam kaçırma, şantiye basma, halkı kışkırtarak karakol yakma, mezarlık açma töreni icra etme gibi provokatif eylemlere bakıldığında “çözüm süreci”nin netameli bir aşamaya geldiği havası alınıyor. İmralı sakininin kendi özel durumu dolayısıyla süreci sonuna kadar götürme niyeti olduğunu ileri sürenler, daha işin başında “Eğer bu gerçekleşmezse ben karışmam, büyük bir savaş başlar.” yollu tehditlerini hatırlamıyorlar ya da hatırlamamızı istemiyorlar.
Çözüm sürecinde toplumu iknada kullanılan en önemli argüman artık anaların ağlamayacak, yeni şehitlerin gelmeyecek olmasıydı. Buna vicdan sahibi hiçbir kimsenin itiraz etmesi mümkün değildi. Ne var ki, uluslararası bağlantıları, ekonomik organizasyonu ve militan yapısı ile devasa bir örgüt olan PKK’nın manevi önder konumundaki Öcalan’ın talimatlarını harfiyen yerine getireceğinden, çevremizdeki güçlerle küresel güç odaklarının bu denklemden kolayca dışlanabileceğini düşünmek sağlıklı değildi.”
Çözüm Süreci, Suriye’nin Kuzeyi ve Türkiye (12 Ağustos 2013)
“Çözüm süreci”nin Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerle yakından ilgili olduğu giderek daha açık ve net bir hâl kazanmaktadır. Suriye politikasında yapılan yanlış hesapların, Irak’ta olduğu gibi inisiyatifimiz dışında gelişmelerin meydana gelmemesi için ön alma saikiyle yapılmış olsa da Türkiye’nin Irak Kürtleri dışında Orta Doğu’daki komşu devletlerle ilişkilerini bozması, ABD, Rusya, Çin, AB gibi küresel güçlerin Türkiye’nin Orta Doğu siyasetine soğuk yaklaşımları, Mısır’daki gelişmeler bir arada okunduğunda önümüzde çok daha zorlu bir süreci uzandığı anlaşılıyor. Bu bağlamda Türkiye’de PKK’nın silah bırakmadan, Türkiye sınırları dışına çıkma ve ateşkesi kabul etmesinin arkasında yatan gerçekler daha iyi anlaşılıyor. Suriye’de Esed ile muhalif güçler arasındaki çatışmada iki tarafın yeterince yıpranmasından sonra PKK-PYD’nin kendi açılarından akıllıca bir stratejiyle, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin demografik ağırlığıyla orantısız bir şekilde geniş bir alanda hâkimiyet kurma çabaları bunu açıkça gösteriyor. Abdullah Öcalan üzerinden PKK ile müzakere başlatan “devlet aklı”nın bu gelişmeyi öngöremediğini düşünmek mümkün değil; şayet öyleyse bu Türk devleti için vahamet ötesi bir anlam taşır.”
Çözülme Sürecine Karşı Millî Birlik, Millî Devlet (23 Mart 2014)
“Türkiye’nin kafasını kaldırıp çevresiyle ilgilenmesine, tarihî misyonuna uygun yeni bir perspektif geliştirmesine sıcak bakmayanların ellerinin altında her daim bizi iç çatışmalarla meşgul edecek malzeme mevcuttur. Nitekim, PKK ve bölücü siyasi hareket, özerkliğe gidebilecek bir yolu kavgasız inşa etmek saikiyle terörden şimdilik vaz geçtiğinden Türkiye’nin bir başka yumuşak karnı olarak görülen Alevilik meselesini şiddet ortamı yaratmak için kullanmaya çalışanların varlığı, sır değildir.”
“Nevruz kutlamalarında terörist başının ve Kandil’deki canilerin liderinin açıklamaları Diyarbakır’da ve İstanbul’da anayasa ve kanunlar ayaklar altına alınarak TBMM üyeleri tarafından okunuyor. Kürtçü siyasi partilerin temsilcileri açıkça özerklikten, federasyondan, ayrı bayraktan bahsediyor, sonra da biz ayrılmak, ayrı devlet kurmak istemiyoruz, diye adeta insanların zekâsıyla alay ediyorlar. Terör yandaşları Kazlıçeşme’de “Ya Müzakere Ya Savaş” pankartını açabiliyor. Herhâlde Türkiye Cumhuriyetinde hâlâ görevini kanunlar ve anayasa çerçevesinde, hiçbir etki altında kalmadan yapabilecek savcılar ve bir Yargıtay Başsavcısı vardır.”
Çözümün Yolu Terör Örgütüyle Müzakereden Değil, Demokrasiyi ve Millî Birliği Güçlendirmekten Geçer (9 Haziran 2014)
“Ne yazık ki aradan geçen yaklaşık bir buçuk yıl zarfında ne PKK silah bıraktı, ne terörist unsurlar yurt dışına çıktı. Sürece zarar vermemek gerekçesiyle, güvenlik güçlerimizin, yürürlükte olan anayasa ve yasalar çerçevesindeki yetkilerini kullanmasının engellenmesi sayesinde, istisnai hâller hariç, kan dökülmemiş olması, psikolojik ve siyasi açıdan ayrışma ve çözülmenin devam ettiği gerçeğini örtemez. PKK, yeni eleman devşirerek gücünü arttırıyor, gençlik yapılanmasıyla bölge halkı üzerindeki nüfuz ve baskısını yoğunlaştırıyor.
Son gelişmelere bakıldığında bir korucubaşı şehit edilmiş, devlet günlerce bir karayolunu ulaşıma kapatanları derdest edememiş, hatta eylem askerlere ateş açılmasına kadar varmış, PKK’nın dağa götürdüğü reşit olmayan çocukların annelerinin eylemleri üzerine Başbakan, terör örgütünün sivil kanadındaki siyasilerden yardım istemiştir.”
Uzun Yaz: (Cumhur)başkanlık Seçiminden Federalizme mi? (Temmuz 2014)
“Çözüm sürecini yasal zemine oturtmak maksadıyla hazırlandığı ifade edilen “çerçeve yasa tasarısı”nın esas itibarıyla süreçte görev yapanları kanuni koruma altına alacağı ifade ediliyor. Yakından bakıldığında ise Abdullah Öcalan’ın affı, PKK militanlarına af, mahalli idarelere özerklik dâhil pek çok “taviz”in kapısı da böylece ardına kadar açılmaktadır. Süreç, başlangıçta ifade edilenin tam aksine, PKK silah terk etmeden, ülke dışına çıkmadan, devam etmektedir. PKK, silah bırakmak bir yana reşit olmayan çocukları bile kadrolarına katmakta, bu çocukların anneleri haftalardır çocukları için bir eylemi devam ettirmektedirler. Savaş dilini asla terk etmeyen, hükümetin kendilerine verdiği bütün tavizlere ve iyi niyet gösterilerine rağmen tehditlerden vazgeçmeyen bir örgüt ile hangi “barış”ın gerçekleşeceği ise bizce meçhul; devleti temsil eden görüşmecilerin hangi dağlara güvendiğini ise bilemiyoruz.”
Büyük Orta Doğu Savaşı ve “Çözüm” Süreci Kıskacında “Yeni Türkiye” (Eylül 2014)
“IŞİD ile PYD/YPG arasında Suriye’nin kuzeyinde meydana gelen çatışmalar, PKK’nın ve destekçilerinin gerçek niyetlerini bir kez daha ortaya koydu. Türkiye’yi sıkıştırmak isteyen odaklar, suçluluk psikolojisine girmemiz için bir bombardıman başlattı ve neticede en üst düzeyde bir tavır ve söylem değişikliğine gidildi. Türkiye, bir yandan başta ABD olmak üzere müttefiklerinin IŞİD’e karşı ortak çalışma baskılarıyla öte yandan da “çözüm” sürecinde güçlendirilmesine göz yumulan PKK’nın, bir iç savaş tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu noktada, iktidarın geçmişte yapılan hataları, hesap hatalarını gözden geçirmesi, muhalefetin ise “egemen güçler”in derdinin iktidar partisini değil, Türkiye’yi sıkıştırmak olduğunu anlaması ve ona göre davranmaları gerekiyor.”
Kıskaçtan Çıkış Yolu (29 Ekim 2014)
“2009’da “Demokratik açılım”, Habur fiyaskosunun ardından yapılan Oslo görüşmeleri ve 2012 yılının son günlerinde Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapıldığının açıklanmasıyla ilan edilen “çözüm süreci” Kanayan bir yarayı, etnik fitneyi çözmek adına yapıldığı söylenen bu girişimler konusunda net bir tavır gösterdik ve özetle dedik ki; bir terör örgütünün silahlı tehdidinin gölgesi altında atacağınız adımların tamamı, silahlı şiddet ile elde edilen kazanımlar olarak algılanacaktır. Bu bağlamda bir “taviz siyaseti”nin sonu yoktur. Konjonktürel olarak nihai hedefinden vaz geçtiğini ilan eden terör örgütüne güvenilemez. Ülkede huzur ortamı tesis edilsin isteniyorsa bunun yolu etnik ve mezhebi temelde ayrılıkları derinleştirecek düzenlemelerden değil, ülkede genel manada demokratikleşmeyi geliştirecek tedbirlerden geçer.
Gelinen noktada, Suriye’deki gelişmeler bahane edilerek çıkarılan olaylar sonucunda, esasen PKK’nın sırf süreç zedelenmesin diye göz yumulan alan hâkimiyetini genişletme siyasetinden duyulan endişenin de tesiriyle, “çözüm süreci” iflas etmiştir. Nitekim yetkili ağızlar, süreci devam ettireceklerini, ama süreç uğruna PKK’nın eylemlerine göz yummayacaklarını açıklamak durumunda kaldılar. Bu ise aslında 6-8 Ekim olayları öncesinde izlenen “görmezden gelme” siyasetinin itirafından başka bir şey değildir.
Sürecin başında, çok farklı uluslararası odaklarla düşüp kalkmaya alışkın bir terör örgütüne güvenilerek “millî ve yerli” bir çözüm planının uygulandığına inanmamız istenmişti. Bunun ham bir hayal olduğu gün gibi aşikârdı.”
"Çözüm Süreci": Nereye? (29 Kasım 2014)
“Basında yer aldığı üzere “çözüm süreci ve silahsızlanma” tartışmalarını yorumlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok, PKK'nın çıkış gerekçesinin ortada durduğu bir sırada silahsızlanmanın da geri çekilmenin de mümkün olmadığını açıkladı: “Biz sömürgeciliğe, zorbalığa karşı nasıl silahlandığımızı ve bunun ne büyük zorluklarla gerçekleştiğini çok iyi bilen bir hareketiz. Çıkış gerekçemiz ortada dururken böyle bir silahsızlanma mümkün olamaz ve gerçeğimize aykırıdır.” diyen Sabri Ok, “Hareketimizin gündeminde silahsızlandırma ve silahlı güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi bir şey kesinlikle yoktur.” dedi.”
Çözülme Değil Bütünleşme (2 Ocak 2015)
“İki yıllık çözüm süreci siyasetinin en net sonucu vatan coğrafyasının bir bölümünün PKK terör örgütünün fiili yönetimine bırakılması olmuştur. Bugün, pek çok yerde Türk bayrağı değil PKK paçavrası asılmaktadır. PKK şehitlikleri, anıtları çoğalmaktadır. (…) Şehir eşkıyası devlet güvenlik güçlerinin bulunduğu yerlerde yol kesip kimlik kontrolü yapmakta, mahkeme kurup ceza kesmektedir. Kısacası, vatan coğrafyasının belirli yerlerinde Türk devletinin egemenliği fiilen tanınmamakta ya da süratle aşındırılmaktadır.
Devleti yönetme makamında olanların sırtlarında yumurta küfesi vardır ve dikkatli davranmak zorundadırlar. İçinden geçtiğimiz süreç zor, çözmeye çalıştığımız meseleler ağır olabilir. Ama unutmayalım ki, siyaset imkân dâhilinde meseleleri çözme sanatıdır. İlk düğmenin yanlış iliklendiği çözüm süreci çalışmalarında hatadan dönmek şarttır. Terör örgütü silahlarını tamamen bırakmadığı takdirde konuşulacak hiçbir şey olamaz. Bunu kabul etmeyen örgütle, anladığı dilden konuşmaktan başka bir yol yoktur.”
Puslu Yol Haritasının Şifreleri (2 Mart 2015)
“Suriye’ye ve Irak’a yönelik IŞİD harekâtında, “üst akıl”ın asıl patronun kim olduğunu göstermesinden sonra, IŞİD-PYD çatışması görüntüsüyle bir tiyatro izledik ve ABD’nin yoğun saldırısı ile Aynelarap’ta kurmaca bir “destan yazıldı”. “Seküler, kahraman kadın savaşçılarıyla” Suriye PKK’sı “medeni Batı” nezdinde meşrulaştırıldı. Daha sonra, IŞİD denilen heyulanın tehditleri karşısında Süleymanşah Türbesi TSK’nın bir ricat operasyonuyla Türkiye sınırına yakın bir mevkiye taşındı. Böylece, Türkmenlerin yoğun yaşadığı bir bölgede IŞİD-PYD çatışması sonrasında mutasavver Rojava’nın denize açılan yolu da temizleniyor. Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’de de adım adım aynı plan uygulanıyor.”
Bayramda Türk-İslam Dünyası ve Türkiye (24 Temmuz 2015)
“Maalesef Türkiye, çözüm ve barış kelimelerinin sihirli etkisi altında, iki buçuk yılını PKK’nın palazlanıp güçlenmesine seyirci kalarak geçirdi. Seçimlerde HDP’nin aldığı yüksek oya ve Mecliste kazandığı temsile rağmen “siyasileşme”nin terör örgütünü silah bırakmakta hiçbir etkisinin olmadığı anlaşıldı. Bunların anlaşılması için Cumhurbaşkanının Dolmabahçe mutabakatına tepki göstermesini beklemek gerekmiyordu. Son gelişmeler, PKK’nın vesayetinden kurtulması mümkün olmayan HDP’nin, siyaseten “çözüm” adına ulaklık dışında fazla bir işlevinin olamayacağını da açıkça göstermiştir.”