Şube Başkanları İstişare Toplantısı Açılış Konuşması

Değerli Ocaklılar,

 

Türk Ocakları Genel Merkezi ve Şube başkanlarının istişare toplantısına hepiniz hoş geldiniz.

 

Geçen yıl bu Eylül ayında istişari toplantı, bahar aylarında da bölge toplantıları gerçekleştirdik. Öncelikle  Türkiye ve dünya gündemi hakkında kısaca bazı noktaları vurgulamak istiyorum.

 

Geçen yılki istişare toplantımızda konuşmama bir yıl önce Ankara’da yapılan bölge toplantısındaki konuşmamdan bir alıntıyla başlamıştım. Burada o kadar uzun bir alıntı yapacak değilim ama bir hususun altını kalınca çizmek isterim. Özellikle 2011’den sonra Ortadoğu politikasında ve etnik meselede takip edilen politika iflas etmiştir. Biz her iki konuda da zamanında, usul ve erkân dairesinde, Türk Ocağının vekar ve mehabetine yakışan bir üslup ve muteva ile bu konulardaki tenkitlerimizi ve ikazlarımızı yaptık. Haksız çıkmayı, yanılmayı can ü gönülden isterdik. Türkiye’nin büyümesi ve hatırı sayılır bir bölge gücü, bilahare dünya gücü olmasını, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihini yazan Osman Turan’ın da başkanları arasında olduğu Türk Ocaklılardan daha fazla kimse isteyemez. Gelinen nokta, Suriye’de desteklediğimiz tarafın değil hasım ilan ettiklerimizin, içeride de bölücü örgütün daha kârlı çıktığını gösteriyor. Şöyle demiştik henüz 17-25 Aralık olayları patlak vermeden 2013 yılı Aralık ayı başlarında:

 

“Hepinizin bildiği gibi, ülkemiz son yıllarda Suriye özelinde Ortadoğu ve İslam dünyasının yeniden dizayn çabaları ile kendi ayrılıkçı terör meselesini çözme konularına kilitlenmiş durumdadır. Türkiye’ye yıllarca ayak bağı olduğu düşünülen meselelerin halledilmesi, Türkiye’nin dünyanın yeni denge arayışları içinde kendi tarihî birikimine uygun yeni roller üstlenme çabasına girmesi doğru bir yaklaşımın ürünüdür. Ne var ki, bu arayışların çok ciddi bir realpolitik zemine dayanması, tarihten ders alınarak karşımıza çıkabilecek zorlukların önceden iyi hesaplanması lazımdır. (…)


İslam dünyası içindeki mezhep ihtilafları dahil çeşitli problem kaynaklarını hin-i hacette tarih arşivinden çıkaran güçlerin düne kadar Türkiye’yi, onları savunduğu için suçlandığı devletlerle bugün iyi ilişkiler kurma arayışına girmesini iyi görmeliyiz. Mesele çıkar meselesidir.”  Burada kastedilen İran idi ve geçtiğimiz iki yılda İran ile batı ilişkilerinin geldiği nokta ve İran’ın Suriye ve Irak’ta kazandığı mevziler ortadadır.

 

Aziz Ocaklılar,

 

Son günlerde Rusya’nın Esad rejimini savunmak adına yaptıkları ve Türkiye’yi zor durumda bırakan eylemlerinin bölgede ve dünyada yol  açtığı gerginliği hep birlikte yaşamaktayız. IŞİD, büyük güçlerin mücadelesinin bir aracı olarak kullanılmaktadır. ABD, Kuzey Suriye’deki PYD’yi açıkça desteklerken son dönemde Rusya da aynı gerekçelerle PYD’yi kendi yanına çekmeye çalışmaktadır. Böylece, Türkiye’nin güney sınırlarında iki ayrı Kürt yapılanması ortaya çıkacaktır. İsrail’in ve Esad rejiminin çıkarlarına uygun bu yapılar aynı zamanda, paradoksal biçimde ABD, Rusya ve İran’ın da işine gelmektedir. Böylece bölgede Türkiye’nin tahayyül ettiği yeni düzen yerine Türkiye’ye açıkça tehdit teşkil eden bir yeniden yapılanma ortaya çıkmaktadır.

 

Bu toprakları yönetenler, büyük güçler arası çıkar çatışmalarında bu bölgenin rolünü iyi anlamladır. Kutsal Yerler (Filistin) meselesi, Osmanlı’’nın zaaf döneminde zamanın büyük güçleri ve onların mahmileri arasında hep bir çatışma mevzuu olagelmiştir. 19. Yy.ın ikinci yarısında bölgenin stratejik önemi ve kutsal yerler sorununa bir de petrol eklendi. Türkiye’yi yönetenler uzak ve yakın tarihi iyi bilecekler, bilmek zorundalar. Mısır-Suriye coğrafyası ile Anadolu coğrafyası arasındaki tarihî-jeopolitik ilişki ve çelişkileri, İran coğrafyasının devletleri ile Anadolu coğrafyasının devletlerinin bilhassa Irak ve sonra da Suriye, Yemen gibi yerlerdeki rekabetini iyi bilmelidirler. Mısır meselesinin Osmanlı Devletinin son dönemindeki seyrini öğrenmek zorundalar. Kürtler üzerinden ne yapılmak istendiğinin bilincinde olup olmadık hayaller peşinde bu ülkenin, bu milletin psikolojik ayrışmasına iyi niyet taşları döşememelidirler.

 

PKK, KCK ve uzantısı olan parti yöneticileri aslında, “çözüm süreci” boyunca,  zaman zaman gerçek niyetlerini açığa vurmaya devam etmişlerdi.

 

30 Mart 2014 mahalli seçimlerinden sonra belediye başkanlıklarını kazandıkları yerlerde özerklik inşası için faaliyetlere başlayacaklarını ilan ettiler. Gerekçeler arasında sayılan bazı hususlar, Türkiye’de yürütülen sürecin ilk aşamalarından itibaren dile getirilen kimi kaygı ve eleştirileri hatırlatıyor. Örneğin Gülten Kışanak, özerkliği niçin gündeme getirdiklerini açıklarken şöyle anlatıyordu:

 

“Kürtler önce bir varlık,  kimlik mücadelesi sürdürdüler ve bu mücadeleyi kazandılar... Şimdi o zaman Kürtler bir halk olarak varsa kendini yönetme hakkı da vardır. Bu nedenle artık özyönetim, statü, demokratik özerklik diye tanımladığımız şey, aslında bir halkın kendisini yönetme hakkı. Kürt halkı açısından baktığımızda bunun koşullarının oluştuğunu ve uygulanabilir olduğunu görüyoruz. Demokratik özerkliği biz inşa edebiliriz, devlet buna hukuksal olarak bir yanıt vermese de öz gücümüze dayanarak bunu inşa edebiliriz diye bir iddiayla ortaya çıktık...  Tabi daha gerçekçi bir proje diye buna bakmamıza neden olan gelişme de Rojava’daki gelişmelerdir.”

 

Kışanak’ın sözleri, kimlikle ilgili sorunların çözülmesiyle ucu bağımsızlığa kadar gidebilecek siyasi statü taleplerinin azalacağı tezinin aldatıcılığını açıkça göstermişti ama bazıları inatla gaflet uykusundan uyanmamaya azmetmişti. Nitekim HDP’nin barajı aşarak 80 milletvekili kazandığı 7 Haziran seçimlerinden sonra belirli yerlerde, belediye başkanları eliyle özerklik, kanton vb. ilanları gerçekleşti. Suriye’deki tecrübe ayrılıkçı Kürtçüleri cesaretlendirmiştir. Ama bir şeyi unutuyorlar. Türkiye Suriye değil. Türk devleti binlerce yıllık bir geleneğe dayanıyor, Suriye ise Sykes-Picot düzeninin icat ettiği yapay bir devlettir.

 

Buradaki hadiseleri anlamak için Güneri Civaoğlu’nun defalarca hatırlattığı ve 17 Eylül 2015’teki yazısında tekrarladığı bir hatırasını burada da tekrarlamak istiyorum:

 “Birinci Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan’daydım. Bizim büyükelçi, ABD’nin büyükelçisine rica etti. Amerikan kuvvetlerinin komutanlığından “bilgilendirme”randevusu aldı. Amerikalılar büyük bir oteli “komuta merkezine” dönüştürmüşlerdi. Beni bir Amerikalı Yarbay aldı, duvarında Ortadoğu haritası asılı, brifing odasına götürdü. Akıcı ve düzgün Türkçe konuşuyordu. Daha önce Ankara’da görev yapmış. Saddam Hüseyin’e karşı yapılmakta olan hava harekâtını, başlayacak kara savaşını anlattı. Sonra... Mealen şu garip lafları etti. Çok ciddiydi... “Biz savaştan sonra buralardan çekileceğiz. Geride bıraktığımız silahlar özellikle Kuzey’de Kürtler tarafından ele geçirilecek. Silahlanan Kürtler Türkiye’den toprak isteyecek. Ya istedikleri toprakları vereceksiniz, ya da savaşacaksınız.”


Geçen yılki konuşmamda şunu net bir biçimde söylemiştim:

 

Bugün, sürecin başında pompalanan havanı aksine PKK ülke topraklarında gücünü arttırmış, Irak’taki silahlı unsurlarını güçlendirmiştir. Şimdi IŞİD ile mücadele bahanesi ile adeta kahraman ilan edilmektedir. Vaka-i adiye haline gelen yol kesmelere, bayrak indirme, sayıca az olsa da, güvenlik güçlerini ve PKK muhaliflerini hedef alan adam öldürme eylemleri eklenmiştir. Mahalli seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri bölgede PKK’nın baskısı altında gerçekleşmiştir. Ülkenin Genelkurmay Başkanı çözüm sürecinin yol haritası hakkında bilgi sahibi değildir. Hükümet üyelerinin çoğunluğunun da bazı genel hususlar dışında bu konuda bir fikri yoktur.

 

Bugün başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere devletin ve hükümetin üst düzey yetkilileri  çözülme sürecinde PKK’lıların yaptığı yığınak ve hazırlığın sorumlusunu arıyorlar? Ama hepimiz biliyoruz: Bütün bunlara çözüm sürecine bir zarar gelmesin diye göz yumuldu. Bu süreçte rol alanlar hakkında ileride takibat yapılmasın diye düzenlemeler yapıldı. Çok söyledik. İleride saflık etmişiz dememek için dikkatli olun, PKK’nın, Apo’nun ipiyle kuyuya inilmez diye… Heyhat, bizler ve bizim gibiler çözüm ve barış karşıtı olarak suçlandı.

 

Biz “barış” kelimesine de karşı çıktık. Dedik ki burada bir Türk-Kürt kavgası yok. Ayrılıkçı-bölücü bir terör örgütü ile devlet güçlerinin mücadelesi var. Dünün çözümcülerinin büyük bir kısmı bugünlerde PKK’ya lanette, teröre karşı slogan atmada bizleri solladı. Keşke bu konuda sabit-kadem, istikrarlı olsalar. Biz diyoruz ki terörle ve terör örgütüyle tavizsiz bir mücadele ilke olmalıdır. Ülke genelinde, yurttaşlar arasında, varsa bir takım problemler bunlar demokratik hukuk devleti ilkeleri içinde çözülür. Ancak Türk milletini etnik ve mezhebi gruplara bölmek, Türk milli kimliğini arka plana atıp sürekli etnisite, din ve mezhep üzerinden konuşmak yanlıştır. Maalesef bu yanlış hâlâ devam ettiriliyor. Devleti yönetenler Türk kavramını, milletin adı olarak değil, adını vermedikleri milletin unsurlarından (Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Gürcü, Arnavut vb.) biri olarak zikrediyor. Yani, tarihine ve talihine hükmettikleri devletin ve milletin mahiyetini bilmiyor ve anlamıyorlar. Bu anlayış ve söylemle millî birlik sağlanamayacağı gibi millîlik iddiasında da bulunulamaz.

 

Bu topraklarda bin yıldır mayalanan kardeşlik, etnik köken ve mezhep ayırımı yapmadan HEP BİRLİKTE TÜRK MİLLETİ olduğumuz gerçeğini haykırmamız demektir. Böyle bir birlik dili yerine, milleti etnik dilimlere ayırarak farklılıkları sürekli derinleşitren etnikçi bir dili kullananlar “tek millet” kavramınının manâ ve muhtevasını hiç anlamamış demektir. Bu vesile ile, devlet adamları ve siyasilerimizin Nobel ödülü alan değerli bilim adamı Prof. Dr. Aziz Sancar’ın ders niteliğindeki açıklamalarını iyi okumalarını dilerim. Mardinli bir aileye mensup bu değerli bilim adamı şöyle diyor:

 

“BBC’nin bana sorduğu ilk soru, ‘Siz Arap mısınız?’ oldu. Ben Türküm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türküm” dedi.

 

Aziz Ocaklılar,

 

Türkiye’de birkaç yıldır yaşanan gelişmeler maalesef millî birliğimizin sadece etnik, mezhebi hatlarda yara almasına yol açmakla kalmadı; hukuk alanında yaşanan çeşitli gelişmeler, devletin temeli olan adaletin ağır bir darbe almasına, toplumda adalet duygusunun zayıflamasına yol açtı. Gerek Balyoz ve Ergenekon gibi davalarda gerekse 17-25 Aralık soruşturmaları ve sonrasında yaşanan “paralel yapı” olayında hukuk ve yargı mekanizması, daha derin ve başka alanlardaki çatışmaların aracı olarak kullanıldı ve kullanılmaktadır. Bağımsız ve tarafsız yargı idealinden çok uzağındayız. 2010 öncesinde de yargı sisteminde, özellikle yüksek yargıda belirli odakların etkisiyle yargı cinayetleri işlenmişti. Buna karşı “vesayet rejimi”ni kaldırma adıyla yürütülen mücadelenintarafsız, adalete riayetkâr bir yargı mekanizması meydana getirdiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye, behemahal mülk’ün temelinin adalet olduğu gerçeği ışığında hukuk sisteminde ve yargıda meydana gelen bu tahribatı gidermelidir.

 

Haziran seçimlerinden sonra yaşanan hükümet kurmama çalışmaları başarıyla sonuçlanmış ve 1 Kasımda yeniden seçim kararı alınmıştır. Bu süreçte yaşananlar tarihimize ibret sayfaları olarak geçecektir. Türkiye’de mevcut Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu altında, siyasetimizin gerçeği bir Liderler Demokrasisi oluşudur. Zaten kuvvetli bir siyasi şahsiyet olan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığını,  Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin de etkisiyle adeta parti siyasetinin en önemli aktörlerinden biri, hatta birincisi haline getirmiştir. Türk milletinin birliğini, Türk devletinin mehabetini temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamının gündelik parti siyasetinin bir unsuru haline gelmesinin hayırlı sonuçlar doğurmasını beklemek gerçekçi değildir. Temennimiz, Kasım seçimlerinden sonra siyasetin normalleşmesidir.

 

Etnik bölücü terör örgütünün uzantısı olan siyasi partinin, çeşitli odakların da parlatma ve destekleriyle oy oranını neredeyse ikiye katlaması, bazılarının beklediği gibi yumuşamaya değil tam tersine, iyice şımaran ve Suriye’deki kazanımlarını tahkim etmek isteyen terör örgütünün savaş ilan etmesine yol açtı. HDP’nin Türkiye partisi olduğu, Mecliste sağlayacağı güçlü temsille sözde Kürt sorununun daha rahat çözüleceği gibi masallara inanmamızı isteyenler şimdi de savaşı PKK’nın değil devletin ya da Cumhurbaşkanının başlattığını iddia ediyorlar. Cumhurbaşkanının AKP’nin kaybettiği “Kürt oyları”nı telafi için milliyetçi bir söylemi benimsediği ve çözüm masasını devirdiği argümanı bazılarına göre inandırıcı olabilir ama olayların kronolojisini iyi takip edenler çatışmalar başlamadan önce PKK’nın önde gelenlerinin yaptıkları açıklamaları biliyorlar. Çözüm süreci aymazlığının şımartıp özellikle Kuzey Suriye’de ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı yerlerinde alan hakimiyeti sağlamasına yardım ettiği PKK ve YDG-H devrimci halk savaşı ilan etti. Hiçbir devlet böyle bir isyana, böyle bir kalkışmaya seyirci kalamazdı. Bu süreçte, çoğunluğu PKK’lıların kurduğu kalleş bomba ve mayın tuzaklarında ve pusularda olmak üzere 150 civarında vatan evladı şehadet şerbetini içti. Allah onların mekânını cennet, şehadetlerini mübarek eylesin.

 

HDP sözde eş başkanı, kompleksli ve gayrı millî çevrelerin gözdesi bir zat, operasyonlarda öldürülen bir teröristin cesedinin sürüklenmesi ve benzeri birkaç örneği zikrederek unutmayacağız diye tehditkâr mesajlar veriyor. Biz de, unutmayacağız: Eşinin yanında infaz edilen binbaşımızı, uykuda infaz edilen polislerimizi, mayınlı tuzaklarda şehit edilen Mehmetçiklerimizi, üzerine benzin dökülerek yakılıp kül edilen polisimizi, PKK’nın katlettiği bebekleri, çocukları, gençleri, kadınları, doktorları, hemşireleri, öğretmenleri, şoförleri, işçileri, hiçbirini unutmayacağız.

 

Ama bakınız: Dün “Analar ağlamasın” diyerek Türk milletini psikolojik bombardımana tabi tutanların büyük kısmı bugünlerde bizlerden de daha ateşli bir şekilde teröre lanet nutukları çekiyor. Biz, yukarıda da belirttiğim gibi o zaman da şimdi de aynı şeyi diyoruz: Bu vatanda kardeş kavgası istemiyoruz ama millî birliğimizden ve devletimizin bütünlüğünden asla ve kat’a fedakârlık etmemizi de kimse beklemesin. Çünkü bu topraklar şehitlerin kanlarıyla kazanıldı ve muhafaza edildi. Onların razı olmayacağı bir çözüme Türk milleti kesinlikle rıza göstermeyecektir. Devleti yönetenlerin de buzdolabını, askıyı bir yana bırakıp terör ve teröristle kararlı mücadele yürütmeleri, ülkede yaşanan problemleri demokratik hukuk devleti çerçevesinde çözmeleri gerekir. Bölücü ve teröristlerin, terör ve şiddet yoluyla devletten istediklerini alabildiği gibi bir duygunun toplumu etkilemesine asla izizn verilmemelidir. Çözüm sürecindeki en vahim hatalardan biri de bu olmuştur. Bölgede devletin yanında yer alan, kardeşliğe halel gelmesini istemeyen unsurlar da adeta devletin kendilerini PKK’nın insafına terk ettiği duygusuna kapılmış, kimi yerini yurdunu terk etmeyi kimi de terör örgütüne boyun eğmeyi tercih etmiştir. Temmuzdan beri yürütülen mücadelenin anlamlı ve kalıcı olmasının ilk ve en önemli şartı devletin bu konudaki kararlığının tavizsiz bir şekilde sürdürmesidir.

 

Aziz Ocaklılar,

 

Arap Baharı adı altında Müslüman dünyasını iç savaşlara ve kanlı çatışmalara gark eden gelişmeler yeni bir evreye girmiş durumdadır. İran ve Rusya’nın artan etkisi, Türkiye’nin izlediği politika yüzünden kaybettiği itibar ve taşımak zorunda kaldığı ağır yükler hepimizin malumudur. Bu noktadan sonra Türkiye adımlarını daha dikkatli atmak, medeniyet dünyamıza karşı sorumluluk duygusunu realpolitikle mezcetmek zorundadır. Dış siyasette, tarihe ve millete karşı yüksek sorumluluk duygusunu serinkanlı, gerçekçi ve ileri görüşlü politikalarla sentezlemeliyiz. Yaşadığımız coğrafyanın tarihi ve jeo-stratejik gerçekleri  ışığında hareket etmeliyiz.