Terörle Mücadele ve Sistem Tartışmaları
Tarihin hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan Ortadoğu merkezli olarak İslam dünyasının siyasi haritası yeniden çizilerek Müslümanlar arasında tarihten gelen fay hatları derinleştiriliyor ve bunlara yeni ihtilaf ve çatışma alanları ekleniyor bir yandan da ülkemizin içinde aynı manzaranın yaygınlaşması için çalışılıyor. İçerideki problemimizin çözümünün, dünya ölçeğinde yürütülen örtülü Üçüncü Dünya Savaşı ve bunun Ortadoğu’daki yansımalarından ziyade bu süreçle yakından ilintili olduğunu hatırda tutmak zorundayız.
“Kürt meselesi” olarak etiketlenen ama aslında “Kürt meselesi” değil, birbiriyle alakalı bir meseleler dizisi olan etnik-bölücülük hareketi, Türkiye sınırlarına münhasır olmadığından tam manasıyla bir iç mesele değil. Etrafımızda, 1990’lardan beri Kuzey Irak’ta, bir müddettir de Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmelerden yalıtılmış olarak çözülemeyeceği aşikâr olan bu meselemiz hakkında, kısa ve orta vadede neler yapmalıyız? Teröre ve devlete karşı fiilî kalkışmayla mücadele ederken millî birliğimize halel gelmemesi, devlet yapımızın zaafa uğramaması için neler yapmalıyız?
Çözülmenin Eşiğinden Dönüş
Zor, çetrefil ve karmaşık problemleri, kolay sloganlarla ve “tabuları yıkma”nın çekiciliğiyle çözeceğini zannedenler, gün gelir gerçekliğin buzdan duvarlarına toslamaya mahkûm olurlar. Türkiye’yi yönetenler, 2000’lerde Türk demokrasisini derinleştirmek ve çağdaş dünyayla bütünleşmek istikametinde bir takım reformlar yaparken 19. yüzyıl tecrübesini dikkate almayan, hatta beka meselesini “sendrom” olarak yaftalayan birtakım sol-liberal zevatın kanaat önderliğine ziyadesiyle itibar ettiler. Bu zevata göre, artık bizimle çağdaş Batı arasında engel olan bütün meselelerimizi çözmeliydik. Çözümsüzlükte ısrar eden “eski Türkiye” gitmeli, her bakımdan “dünya” (Tabii buradaki dünya, Batı dünyasıdır; dünyanın tamamı değil.) ile uyumlu olmalıydık. Kıbrıs meselesinden etnik meseleye kadar bütün sorunlarımız böylece çözülürse çağdaş bir refah devleti olurduk.
Bu akıl; maalesef demokratik açılım, Oslo süreci ve en sonunda da çözüm süreci aşamalarında egemen olan zihniyetti ve Türkiye’yi son dönemde şehir savaşlarına sürükleyen de, bazılarının ısrarla çarpıttığı gibi, Başkanlık için yapılan bir hamle değil, Suriye’nin kuzeyinde kantonlaşan, Güneydoğu’da ise çözüm sürecinde kentlere yerleşip alan hâkimiyeti kuran PKK’nın ilan edip yürüttüğü devrimci halk savaşı stratejisidir.
6-8 Ekim olaylarında kendisini gösteren ve Haziran seçimlerinden sonra iyice azgınlaşan PKK unsurları, Türkiye’yi Ortadoğu meselelerinde birincil aktör olmaktan uzak tutmaya çalışan büyük güçler ile komşuların da taşeronluğunu üstlenmiş oldu. Bölge halkının desteğini kazanmak şöyle dursun, insanların şehir ve mahallelerini terk etmelerine yol açan PKK’nın gerçek yüzü, Meclis’teki uzantının propagandasına rağmen Kürt yurttaşlarımız tarafından da giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Bu noktada, Meclis’te gerçekleri tersyüz ederek PKK tarafından çatışma alanında rehin tutulan yaralılara devletin yardım etmediğini, cesetlerin defnedilmesine izin verilmediğini hayâsızca iddia eden sözde milletvekilleri, tıpkı “bildirici 1128” gibi üzerlerine düşen rolü çok iyi oynuyorlar. Türkiye’de PKK’nın başlattığı çatışmayı, tıpkı 19. yüzyılda Yunan, Sırp, Bulgar ayrılıkçılarının yaptığı gibi kullanıp uluslararası kurumlara Türkiye’yi şikâyet ediyorlar. Bir zamanlar malum basının parlattığı eşbaşkan da Fransa dâhil, herkesi çatışmanın sona ermesinde aracılık etmeye çağırıyor. Türkiye’ye müstemleke muamelesi yapan bu zihniyete, devlet katında bir daha asla ve kata itibar edilmemelidir.
Devletin bu hayâsız saldırılar karşısında, önceki dönemin aymazlıklarından gerekli dersi çıkardığı anlaşılmaktadır. Teröre karşı mücadele bütün yönleriyle sürdürülmeli ama “güvenlikçi yaklaşım” diye küçümsenen boyut bir daha asla ihmal edilmeden, hakkı verilerek ifa edilmeye devam edilmelidir. Elbette ki mesele sadece güvenlik boyutuyla sınırlı değildir ama siz sahayı PKK’ya terk ettiğiniz zaman nelere muhatap kılındığınız acı bir şekilde size gösterilmiştir.
Bugün Türkiye, Cenevre görüşmelerinde PYD’nin yer almaması için restini çekince bunu gönülsüzce kabul eden ABD ve diğer ülkelerin bu tavrının ne denli sürekli olacağı şüphelidir. Türkiye, Irak tecrübesinden hareketle, Suriye’nin kuzeyinde, demografik gerçekliğe de aykırı, salt Türkiye’yi çevrelemeye odaklı meşum planı boşa çıkaracak bir siyaseti kurgulayamadı. Şu anda yaşananlar, maalesef Suriye krizinin başında yapılan hataların yolda düzeltilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Hem ABD hem de Rusya ile ters düştüğümüz bir mesele var ortada. Türkiye, diplomatik alanda olsun, insan hakları alanında olsun Suriye’deki diğer unsurları görmezden gelen, onlara karşı bir yandan rejim öbür yandan PYD tarafından uygulanan etnik arındırma faaliyetlerine kulaklarını ve gözlerini kapatanlara karşı etkili bir mücadele yürütmelidir.
Sistem tartışmaları
Türkiye’nin, esasen Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin kabul edilmesiyle bir sistem tartışmasına gireceği ayan beyan ortadaydı. Nitekim iktidar partisinin kurucu liderinin Cumhurbaşkanı olmasına ve partinin mevcut yönetim yapısının onun onayıyla şekillenmesine rağmen Haziran seçimleri arifesinde yoğun olarak tartışılan başkanlık meselesi, Kasım seçimleri sonrasında da gündemi meşgul etmeyi sürdürmektedir. Cumhurbaşkanı’nın son günlerde bu konunun üzerinde yoğunlaşması ve Meclis’te başlatılan süreçte anayasa konusunun dışarıda bırakılması hâlinde, yeni anayasanın sakat olacağını ifade etmesi, önümüzdeki günlerin hararetli tartışmalara gebe olacağının göstergesidir.
Her sistemin lehine ve aleyhine onlarca delil sıralanabilir. Bugün dünyada, ileri demokrasilerin büyük çoğunluğu parlamenter sistemle yönetilmektedir. Bunların önemli bir kısmı da meşruti monarşilerdir (İngiltere, Hollanda, Belçika, İsveç, İspanya, Danimarka vb.). Fransa’da yarı başkanlık, ABD’de başkanlık sistemleri, bu ülkelerin tarihî tecrübelerinin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de tek adam ve millî şef dönemleri dâhil, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın var olduğu bir yapı söz konusudur. Kuvvetler ayrılığı ve parlamenter sistem oturtulmaya çalışılsa da siyasi partiler ve seçim kanunlarının da etkisiyle yasama ve yürütme arasında anlamlı bir ayrılık yoktur. Esasen daha önceden de pek tartışmalı olan yargı bağımsızlığı, son 5-6 yıldır yaşanan gelişmelerle iyice zedelenmiştir. 12 Eylül Anayasası’nda pek çok değişiklik yapılmış ve dolayısıyla bütünlüğünü ve iç tutarlılığını önemli ölçüde kaybetmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de yeni bir anayasa yapma zarureti konusunda bir mutabakat oluşmuştur.
Burada bizim açımızdan temel problem, yeni anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerinin, yurttaşlık tanımının ve özellikle üniter millî devlet yapısının ne şekilde devam edeceğidir. Özellikle kolektif kimlik taleplerinin kabulü ve anayasada etnik temelde statü verilmesi hâlinde, bu durum ileride kaçınılmaz şekilde ayrışmaya zemin hazırlayacaktır. Dr. Mustafa Çalık’ın isabetle belirttiği üzere, “Üniter cumhuriyet de çoğulcu demokrasi de farklı kültürel kimlik taleplerine ancak ferdî planda ve ferdin temel hak ve hürriyetleri çerçevesinde bakabilir. Dolayısıyla bu taleplerin karşılanması da aynı çerçeveyi aşamaz, zira kültürel kimlikler sübjektif algılamalardır ve sübjektif telakkiler de her zaman objektif kıstas hâline getirilemez.” (Al-jazeera, 13 Ocak 2016).
Başkanlık sistemi/parlamenter sistem tartışması, esasen bunun dışında bir sorundur; bununla birlikte özellikle etnik bölücülük meselesinin çözümünde başkanlık sistemi ile eyalet sistemi/özerklik/federalizm arasındaki ilişkiden hareketle beklentileri olanlar veya böyle bir yola gidilebileceği endişesi taşıyanlar vardır. Dolayısıyla, üniter millî devlet ilkesi çerçevesinde, başkanlık sistemi söz konusu olacaksa buna temel itiraz kuvvetler ayrılığı ve denge ve kontrol mekanizmaları hususlarında olacaktır. Zira bunlar sağlanmadığı takdirde başkanlık sisteminin tipik bir tek adam rejimine, otoriterleşmeye hatta diktatörlüğe yol açabileceği endişeleri izhar edilmektedir.
Yeni anayasa çalışmalarında esas itibarıyla, ferdî haklar ve hürriyetler temelinde demokratikleşmeyi derinleştiren, siyasi partiler ve seçim kanunlarındaki taban demokrasisinin önünü tıkayan mâniaları kaldıran ve kuvvetler ayrılığı ilkesiyle denge-kontrol mekanizmalarını teminat altına alan bir çerçeve hâkim olmalıdır. Tarihin ve medeniyet müktesebatımızın bir sonucu ve muhassalası olan Türklük üst kimliği ve devlet dilinin Türkçe olması tartışmaya açılmamalıdır.
Türkiye, elbette sistem meselesini de tartışabilir, ancak tarihî tecrübeyi bir yana itmek, bir takım “ideal” metinlerden medet ummak, bizi her zaman arzuladığımız neticeye ulaştırmadığı gibi çoğu zaman hayal kırıklığına uğratmıştır. Yakın tarihimizde Tanzimat ve Islahat Fermanları, Kanun-ı Esasi, II. Meşrutiyet hep büyük ümitlerle ilan edilmiştir. Darbelerle malul demokrasimiz, en “özgürlükçü” denen 1961 Anayasası ve toplumu zapturapt altına almaya çalışan 12 Eylül Anayasası tecrübelerini yaşamıştır. Anayasalar kadar temel kanunlar, onlardan daha fazla da zihniyet ve yetişmiş insan gücümüzün önem taşıdığının farkında olmazsak yine bir hüsranla karşılaşırız.