Medeniyet İçi Çatışma ve Türkiye
Türkiye, yüzde 50’nin üzerinde oyla seçilen bir Cumhurbaşkanı ve 13 yıllık iktidarın ardından yüzde 50’ye yakın oyla hükûmette bulunan bir parti tarafından idare ediliyor. Salt bu veriyle bakılsa siyasi açıdan istikrarlı bir ülkeden bahsedilmesi olağandır. Ancak bu 13-14 yıllık süreç, aynı zamanda bir kısmının kökleri 1990’lara uzanan iç ve dış pek çok sıkıntılı meseleyle boğuştuğumuz ve boğuşmakta olduğumuz bir dönemdir. İki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkması, medeniyetler çatışması tezinin gündeme gelmesi, 11 Eylül saldırıları, İslam fobisi, Irak’ın işgali, Çin’in yükselişi, Rusya’nın toparlanması, sözde “Arap Baharı”nın İslam dünyasını kargaşaya sürüklemesi, Suriye’de devam eden vekâlet savaşları, İran’ın bir yandan ABD ile anlaşması öbür taraftan Rusya ile birlikte hareket ederek Irak ve Suriye’de nüfuz kazanması, Kuzey Irak’taki Kürt yapılanmasının bağımsızlığa doğru gidişi, Suriye’nin kuzeyinde etnik temizlik eşliğinde ve Batı’nın yoğun desteğiyle PYD’nin hâkimiyet alanını genişletmesi, bunun içeride PKK terörü ve ayrılıkçı hareketin hendek ve şehir savaşlarıyla desteklenmesi vb. bir dizi olgu ve olay, bugün Türkiye’yi tarihinin en büyük meydan okumalarından biriyle karşı karşıya getirmiştir. İçeride ise “28 Şubat Süreci”nin artçı sarsıntıları, cemaatlerle devletin yeni dönemdeki ilişkileri, yargıda yaşanan kargaşa vb. bir dizi sorun hâlâ etkisini sürdürüyor.
Medeniyet İçi Çatışma Tehdidi ve Türkiye
Türkiye’nin 21. yüzyıl başlarında, yakın coğrafya ile tarih ve kültür temelinde iyi ilişkiler geliştirme ve yumuşak güç sayesinde bir bölge gücü olma siyaseti doğru idi. Ne var ki, Arap Baharı, Suriye ve Mısır krizlerinde yapılan hatalı tercihler bizi zor bir duruma soktu. Türkiye’nin çevremize bigâne kalması elbette mümkün değildir. “Bizim Suriye’de ne işimiz var?” şeklindeki bir yaklaşım, tarihimiz ve müktesebatımızla bağdaşmaz. Bununla birlikte, medeniyet coğrafyamızla ilişkilerimizde hem kendi içimizdeki hem de bütün medeniyet coğrafyamızdaki hassasiyetleri, emperyalist güçlerin bölgemize dönük emellerini ve siyasetlerini bütün yönleriyle değerlendirmek ve ona göre hareket etmek şarttır.
Artık hatalar üzerinde tartışma değil, içinde bulunduğumuz açmazdan çıkış için birliğimizi güçlendirme zamanıdır. İçerideki kutuplaşma ve ötekileştirme siyasetinin zararları dış siyasete de yansımaktadır. Bu, son derecede hatalıdır. Ancak burada ülkeyi 13-14 yıldır yönetenlere de önemli bir sorumluluk düşmektedir. “90 yıllık parantez”, “Yeni Türkiye” vb. sloganların cazibesiyle bu toprakların geçmişini bir ayrıştırma unsuru hâline getirmek tehlikeli bir yoldur. Türkiye elbette yenileşmeye, değişmeye devam edecek ama bunu, bir Cihan Harbi’nin yıkıntılarından millî bir devlet inşa edenlerin hatırasına saygısızlık yaparak değil… Onlar da “Yeni Türkiye” diyorlardı. Süreç içinde yaşanan olumsuzlukları, yapılan bir takım aşırı uygulamaları bir “kan davası” hâline getirmek yanlıştır. Çok iyi bilmediğiniz, taraflı yayınlardan bir kanaat sahibi olduğunuz “Dersim Olayı”nı dilinize dolarsanız birileri de Sur, Cizre ve Nusaybin’de yaşananları kullanarak Türk Devleti’ni uluslararası kuruluşlar nezdinde suçlamak cesaretini bulur.
Ümit ediyoruz ki, son yıllarda yaşananlar sonucunda Türkiye’yi yönetenler artık karşı karşıya kaldığımız beka probleminin ciddiyetini çok iyi anlamışlardır. Bundan sonra, bize dayatılmak istenenlere karşı, yeni Ortadoğu haritası projesini hatırımızdan asla çıkarmadan kendi politikamızı belirlemeliyiz. Zira bize hayırhah gösterilen “müzakere” masalarının hangi alçak ve hain saldırılarla sonuçlandığını, “çözüm süreci” denemesi açıkça göstermiştir.
Geçtiğimiz günlerde CIA’nin eski Türkiye uzmanı Henry Barkey’nin Financial Times’ta (25 Şubat 2016) yayımlanan makalesindeki görüşleri, Türkiye’nin yeniden içine çekilmek istendiği tuzağı açıkça ortaya koyuyor:
"Mevcut durum istikrarsız... Özellikle Erdoğan'ın ABD'den PYD ve Türkiye arasında tarafını seçmesini istemesiyle durum kontrolden çıkabilir. Ama ABD'nin aracı olabileceği bir kazan-kazan ihtimali var: Türkiye'deki PKK militanlarının Kuzey Irak ve Suriye'ye çekilmesi karşılığında Türkiye'den Suriye'deki Kürt bölgelerine müdahale etmeme sözü alınabilir. (…) Bu anlaşmanın avantajı, Türkiye'nin bazı Kürt bölgelerinde, Suriye'deki gibi bir yıkıma sebep olan çatışmayı durdurmak, aynı zamanda PYD ve ABD'nin IŞİD'le savaşa odaklanmasını sağlamak olabilir."
“Suriye Savaşı”nın başından itibaren IŞİD, hem ABD hem de Rusya açısından bölgedeki planlarının tahakkukunu sağlamada çok gerekli ve elverişli bir araç olageldi. IŞİD’le mücadele bahanesiyle Suriye’deki muhalifler eziliyor, Türkmen coğrafyası siliniyor. Nüfusunun çoğunluğu Arap ve Türkmenlerden oluşan PYD kantonları arasındaki bölgelerde etnik temizlik uygulanıyor ve adım adım Suriye’nin kuzeyinde bir “PYD Kürt koridoru/kuşağı” gerçekleştiriliyor. Bir yandan Irak gibi Suriye de en az üçe bölünerek İsrail’in güvenliği açısından çok önemli bir adım atılırken öte yandan İran’ın Irak ve Suriye’deki nüfuzunun artmasına izin verilerek Şii-Sünni düşmanlığının derinleşmesi sağlanıyor.
Türkiye, medeniyetler çatışması ve medeniyet içi çatışma tuzağına düşmeden kendi içindeki birliğini kuvvetlendirmeli ve İslam âleminde öncü bir rol oynamalıdır. Bu rolün ilk ve en önemli ön şartı, Türkiye, Türk milleti ve İslam âlemi olarak sağlıklı ve etraflı bir nefis muhasebesi yapmaktır.
Milliyetçilik ve Türkiye’nin Geleceği
Türkiye’de durum muhasebesi yapması gereken kesimlerin başında, Türk milliyetçileri geliyor. Siyasetçisinden kültür ve sanat erbabına kadar milliyetçilik iddiasında bulunan kişi, kesim, grup ve yapıların, bir zamanlar “Türk asrı olacak.” denilen 21. yüzyılda Türklüğün durumu, Türk dünyasının birliği yolunda kat edilen (veya edilemeyen) mesafe; Türk milletine, İslamlığa ve insanlığa sunacakları medeniyet teklifi konularında kendilerini sorgulamaları gerekir.
Bugün Türkiye’de, hâkim siyasi ve kültürel elitlerin de etkisiyle, millet ve milliyetçilik konularına olan sakat bir yaklaşım, maalesef yaygınlaşmaktadır. Türklük, bazıları tarafından bir etnik kimliğe indirgenmektedir. Hâlbuki tarihin ve sosyolojinin açıkça gösterdiği üzere, “Türk” kavramı kapsayıcı ve içerici bir muhtevaya sahiptir ve bu yönüyle binlerce yıllık mazisi olan bir milletin adıdır. Çin kaynakları, nasıl ki çeşitli boy ve budunları “Türk” ortak adı ile anmışsa daha sonra Arap-İslam kaynakları da Dokuz Oğuzlardan Peçeneklere, Bulgarlardan Kumanlara pek çok Türk topluluğunu Etrâk (Türkler) ortak adıyla anacaktır. Avrupa kaynakları ise pek çok farklı etnik grubu bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’ne “Türk İmparatorluğu”, halkına da “Türkler” diyecektir. Bu tarihî birikime dayanan Türk milletinin adının, ülkemizdeki bilmem kaç etnik gruptan biri olduğu gibi bir safsatayla Anayasa’dan çıkarılmasının düşünülmesi dahi hem gerçeğe ihanettir hem de bu milletin geleceğine.
Türk milliyetçiliğinin kurucu mütefekkirlerinden Ziya Gökalp’ın millet anlayışı, bugün de bazı marjinal gruplar dışında, büyük ölçüde Türk milliyetçilerinin ana hatlarıyla benimsediği anlayıştır. Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Ziya Gökalp, “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.” der ve akabinde “millet”in mahiyeti üzerinde farklı görüşleri ele alır. “Irki Türkçülere göre millet, ırk demektir. Irk kelimesi esasen mevâşi fenninin (zoolojinin) ıstılahlarındandır (terimlerindendir).” diyen Gökalp, o zamanki bilimsel araştırmaların neticesinde ırk ile sosyal özellikler arasında bir ilişkinin olmadığının ortaya çıktığını, dolayısıyla milleti başka sahada aramak gerektiğini belirtir. Netice itibarıyla Gökalp, insanlar arasında ırki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere üstün gelebilecek bağın terbiyede, harsta, yani duygularda ortaklık olduğunu ileri sürer, dolayısıyla “Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça (güzel sanatlar bakımından) müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir. Türk köylüsü onu “Dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder.”[1]
Bugün, etnik bölücü anlayışa karşı Türk milliyetçileri, bu vatan topraklarında bin yıllık kardeşliği, Anadolu mayasını savunuyor. Bu duruş doğrudur ve tarihî birikimimizin sonucudur; geleceğin de temeli olması için bu fikrin sosyal, kültürel ve siyasi planda da hakkının verilmesi elzemdir. Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki projeler, meselemizin zorluğunun göstergeleridir. Ancak Türkiye’nin tarihî, askerî, ekonomik, sosyal birikimi ve gücü hafife alınamaz. Şu an bir dünya gücü değiliz ama bu potansiyelimiz vardır. Türkiye’yi yönetenlerin, gözlerini Türk dünyasına daha fazla çevirmeleri, pek çok şeyi değiştirebilir. Oradaki zorluklar ve tehditler de ortada. Bununla birlikte ABD, Rusya ve Çin dâhil hiçbir büyük gücün tek başına kuvvet ve kudret sahibi olamayacağı, bölgelerde müttefiklere ihtiyaç duydukları aşikâr bir gerçektir. O bakımdan Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgilenmesi elbette şarttır ama dış politikada Orta Asya ve Türk dünyası faktörünün önemiyle mütenasip bir tarzda değerlendirilmesi de zaruridir.
Anayasa Meselesi
Türkiye’nin bir süredir tartıştığı Anayasa konusunda ise sadece savunmacı bir anlayış ve yaklaşımla değil, Türkiye’nin geleceğini esas alan bir bakış açısıyla meseleyi ele almak lazım geldiğini düşünüyoruz. Anayasa niçin değiştirilmek isteniyor? Gerçekten “Darbe Anayasası”ndan kurtulmak için mi? Başkanlık sistemi konusu hangi teorik ve ilmî araştırmalar sonucu gündeme getiriliyor? Veya Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan hangi olumsuzlukların, başkanlık sisteminin olmayışından ileri geldiği tespit edilmiş? Kestirmeden söyleyelim: Türkiye, sihirli çözümler aramak yerine, meselelerine akıl ve bilim ışığında, kendi medeniyet birikimi zaviyesinden bakmaya çalışmalıdır. Anayasa ve sistem konusu, tarihî tecrübesi farklı toplumların kopya edilmesine uygun değildir. Bugün maalesef ülkemizde bazı hususlar, liderlere duyulan sevgi veya nefret temelinde ve siyah-beyaz ikilemi içerisinde değerlendirilmektedir. Sistem meselesinin kaçınılmaz bir şekilde şahsileştirildiği herkesin malumu iken ve Türkiye’nin içeriden ve dışarıdan büyük tehditler altında bulunduğu bir ortamda, kutuplaşmayı arttıracak sistem tartışmasının sadra şifa sonuç üreteceğine dair ümit beslemek de pek mümkün görünmüyor. Yine de sağlıklı ve serinkanlı bir şekilde yapılacak olan bu tartışmaların ortak akıl çerçevesinde Türk milleti ve devleti için hayırlı sonuçlar doğurmasını temenni ederiz.