Vekâlet Savaşları, Terör Ve Türkiye
Haziran ayı sona ererken Türkiye Suriye iç savaşının başlamasından bu yana izlenen hatalı siyasetin olumsuz sonuçlarını bir nebze de olsa telafi için bir yandan İsrail diğer yandan Rusya ile ilişkilerini düzeltme gayretlerini sonuçlandırma aşamasına geldi. Ne var ki bu defa IŞİD markalı ancak müellifi meçhul (!) büyük bir terör saldırısı ile daha sarsıldı. İstanbul Atatürk Havaalanı Dış Hatlar Terminali girişinde canlı bombaların kanlı eylemi sonunda bir kısmı yabancı uyruklu olmak üzere 41 kişi hayatını kaybetti, bir kısmı ağır olmak üzere 240 kişi yaralandı. Şehit güvenlik mensuplarına ve hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz.
***
Bölgemizi 20-25 yıldır yeniden tasarlamaya çalışanlar İsrail’in güvenliği, bölge kaynaklarının durumu ve silah sanayinin çıkarları doğrultusunda İslam âlemini kana bularken Türkiye’yi yönetenlerin özellikle son 5-6 yıllık dönemde hatalı çözüm süreci ve Suriye politikaları yüzünden ülke ve millet olarak bu süreçten olumsuz etkilendik. Bir yandan Suriye’nin kuzeyindeki koridoru tamamlamaya azmeden sözde müttefik ABD’nin, öte yandan Esad rejiminin destekçisi Rusya ve İran’ın politikaları karşısında kâh NATO ve Batı’ya yaslanarak kâh şimdi olduğu gibi Rusya ile yakınlaşarak bir siyaset izleyen Türkiye sürecin başında güç ve imkânlarını, bölgenin barındırdığı tehlikeli ihtimalleri yeterince dikkate almadı. Şimdi artık milletçe birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirmemiz lazım.
Türk devlet geleneğinden bîhaber yaklaşımlarla dış siyaset yapılamayacağı net olarak görüldü. Burada maalesef bazı şeyler karıştırılıyor. Cumhuriyeti kuran kadrolar, dağılan ve paylaşılan bir imparatorluğun yetiştirdiği, o dağılma sürecini bilfiil yaşamış, tecrübe etmiş kişilerdi. Farklı görüşleri olsa da neticede onlar Osmanlı’nın askerleri, aydınları ve devlet adamlarıydı. Viyana bozgunundan itibaren başlayan ama özellikle Küçük Kaynarca Antlaşması (1774), Ziştovi ve Yaş Antlaşmalarıyla (1791-92) kesinleşen sınırlarda gerileme ve askerî başarısızlıklar onlar için çok yakın bir mazinin acı tecrübeleriydi. Trablusgarp, Balkan savaşları, Birinci Cihan Harbi ve Millî Mücadele’yi kapsayan 10-11 yıllık savaş döneminin şekillendirdiği yeni Türk devletinin dış siyaseti bu tarihî temeller üzerine kuruldu.
Bugünden geçmişi yargılamak kolaycılığına sapmak yanlış olduğu gibi o günün şartlarında şekillenen siyaseti değişmez, kalıplaşmış bir anlayışla savunmak da yanlış. Hayalcilik ve fanteziyi özgüven saymak da yanlış, aşırı çekingenlik ve içe kapanmayı ihtiyatlılık zannetmek de… Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacib ihtiyatı şöyle ifade eder (2014-2015. Beyitler):
“Bey çok ihtiyatlı ve çok da uyanık olmalı; beyler ihmalkâr olurlarsa, bunun cezasını başkaları çeker.
Bir memleketin bağı ve kilidi iki şeyden ibarettir; biri— ihtiyatlılık, biri — kanun; bunlar esastır.”
Türk Devleti’nin iç ve dış siyasetinin dünyanın ve çevremizin genel şartları dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmesi tabiîdir. Atatürk’ün Hatay politikası, 1974 Kıbrıs müdahalesi en bariz örneklerdir. O bakımdan “Bizim Orta Doğu’da ne işimiz var?” söylemi haklı ve doğru değildir. Ama ne var ki, dünyadaki büyük güçlerin bölgemizde tezgâhladıkları yeni haritayı ve paylaşım planlarını adeta yok sayarak özellikle Mısır’da ve Suriye’de örneğini gördüğümüz gerçeklerle bağdaşmayan “ümmetçi” politikaların, neticede ümmetin zararına sonuçlar doğurduğunu da herkes anlamış olmalıdır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçilikle idealizmi mezcettiği şu anekdotu hepimiz çok iyi anlamalıyız. 1933 yılı 29 Ekim kutlamalarında kendisine özel olarak sorulan milletimizin gelecek idealine dair bir soruya verdiği cevapta şunları da ifade eder:
“Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.”
Esasen bu tarih boyunca başarılı olmuş büyük liderlerin hepsinde görülür. Elbette şartlar ve ortam risk alıp başarı elde etmeyi de meşru ve hatta mecbur kılabilir; ancak bilgiye ve akla dayalı (şimdilerde SWOT analizi dedikleri türden) bir muhasebe yaptıktan sonra…
Türkiye, yakın geçmişte Orta Doğu’da kendisinin medeniyet coğrafyasının halklarıyla karşı karşıya getiren tuzağın içine çekildi. Bu yapılırken bir yandan içeride sözde çözüm adı altında terör örgütü yapılanması güçlendirildi, öte yandan da bu örgütün Suriye’nin kuzeyinde hâkimiyet kurmasının şartları hazırlandı. 2011 Aralık ayında müttefikimiz ABD’nin istihbaratıyla meydana gelen Uludere hadisesi terörle mücadeleye sekte vurmada ve sözde çözüm sürecine kamuoyunu iknada kullanıldı. Kobani tiyatrosu ise, hükümetimizi PKK’nın Suriye’nin kuzeyindeki uzantısına TC Devleti sınırları içinden aleni bir şekilde yardım gönderilmesine mecbur bıraktı. Süleymanşah Türbesi’ni dahi korumakta aciz kaldık ve taşıdık. ABD’nin izlediği politikaların İran ve Rusya’ya alan açmasına tanık olduk. Rus uçağının düşürülmesiyle de adeta elimiz kolumuz bağlandı. Bütün bu gelişmeleri ön göremeyen bir politika(sızlık) sonrasında şimdi, İsrail ve Rusya ile problemleri halletmeye çalışıyoruz ama büyük müttefikimiz Suriye’de oluşturduğu yeni yapılanma ile Kuzey Suriye’deki koridorda Türkiye’yi güneyden çevreleyen bir PYD/PKK yapılanmasını tamamlamak için elinden geleni yapıyor.
Başından beri ısrarla vurguladık: Hem Irak’ta hem de Suriye’de Türkmen coğrafyasının bölgede geçer akçe olan askerî güçle mücehhez olarak ayakta tutulması bizim aslî politikamız olmalıydı. Bugün durum zorlaşmıştır, ama imkânsız değildir. Türkiye ısrarla Irak ve Suriye’de birliği savunmalı ve bu birlik içinde diğer unsurlarla eşit bir biçimde Türkmenlerin haklarının teminat altına alınması için mücadele etmelidir. PKK/PYD’nin emellerinin tahakkukunu kolaylaştırıcı adımlara karşı tavrını kesin bir şekilde sürdürmelidir.
***
HDP’nin sözde eş genel başkanlarından biri de İstanbul saldırısı ile ilgili olarak yaptığı bir açıklamada IŞİD’in devlete sızdığından bahsediyor. İddia doğruysa vahim, vahim de bunu söyleyene bakınca gayrı ihtiyari insanın aklına “Dahleden dinimize bari müselman (Müslüman) olsa.” mısraı geliyor. Türkiye’den Suriye’ye silah sevkiyatından bahseden HDP’lilere sormak lazım: “Sur’da, Nusyabin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde hendeklerin arkasına yığınak yapan, her türlü silah ve mühimmatı sağlayan devletler kimlerdir ve sizin onlarla nasıl bir ilişkiniz var? Türkiye’yi otuz küsur yıldır uğraştıran, ne zaman çevremizde lehimize bazı gelişmelerin olması ihtimali belirse düğmesine basılan PKK’nın, Meclisteki temsilcilerinin terör, IŞİD vb. konularda söz etmesi milletin vicdanını rencide etmektedir. Meclis, yeminine ve vatana ihanet edenlerin barınağı değildir.
Ne var ki bu konuda merkez medya denilen yayın organlarımız da pek masum değil. Türkiye’nin bir bölgesini “Kürdistan’ın kuzey parçası” olarak lanse eden dil, giderek sıradanlaşıyor. Mesela, Vatan gazetesinin 30 Haziran 2016 tarihli nüshasında verilen bir haberde aynen şöyle deniliyor:
“IŞİD mensuplarının bu sabah Güney Kürdistan'ın Şengal ilçesine ağır silahlarla düzenlediği saldırının Peşmerge Güçleri tarafından püskürtüldüğü bildirildi.” Merkez medyasında bu tür bir nitelemesi, Türkiye’nin yarı aydınlarının zihin yapısının pürüzsüz bir aynası… Sözde çözüm sürecinde bu kafanın aklına uyuldu ve Türkiye bölünmenin eşiğine getirildi. Bir yıldır devam eden terörle mücadelenin tavsamaması elzemdir.
***
Türkiye ve İslam dünyası yıllardır Ramazan’ı ve bayramları maalesef acılar içinde, terör ve vahşetle içiçe, hüzüne gark olmuş olarak geçirmeye mahkûm edilmektedir. Küresel güçlerin bu meseledeki rolü tartışılmayacak kadar açık; ancak sorumluluk açısından asıl muhatap İslam dünyasının aydınları ve yöneticilerdir. Bin yıldır İslam âleminin liderliğini yapan, devlet geleneği ve şurununa sahip büyük Türk milletine büyük görevler düşmektedir. Ancak bu görevi hakkıyla ifa için, hayalî politikalar ve fantezilerle değil, tarih ve gelecek şuuru, basiret ve dirayet sahibi kadrolara ihtiyaç vardır.
Bu vesile ile Türk milletinin ve İslam âleminin Ramazan Bayramı’nı kutlar, bu hazin ve yıkıcı süreçte hayatlarını kaybeden savaş ve terör mağdurlarına Allah’tan rahmet dilerim. Vatan ve bayrak için şehadet şerbetini içen şehitlerimizi rahmetle anıyor, kahramanca mücadele eden gazilerimize minnet ve şükran duygularımızı ifade ediyorum.
Allah Türk milletinin yâr ve yardımcısı olsun.