Millet Gerçeği ve Türklük

Tarihin hızlandığı bir dönemdeyiz, özellikle de ülkemiz ve medeniyet coğrafyamız bakımından. Yüz yıl kadar önce Devlet-i Aliye’mizin parçalanması akabinde kurduğumuz millî devletimiz dâhil, çevremiz “küresel üst akıl” tarafından çeyrek asırdır yeni bir tasarıma tabi tutulmak isteniyor. Bir başka açıdan bakıldığında bu süreç, yeni bir doğumun sancıları olarak da okunabilir. Bu süreçte, eş zamanlı olarak kavramlar, kurumlar ve değerlerimize karşı da bir operasyon yürütülmektedir. Bu yazıda, içinden geçtiğimiz süreç bakımından son derecede hayati ve merkezî önemi haiz “millet” kavramını ele alacağız. Akademik açıdan kapsamlı makalelerde ve hatta kitaplarda ele alınabilecek bir konuyu, burada çok genel hatlarıyla değerlendirmek durumundayız.

 

“Millet” ve “milliyetçilik” kavramları konusunda, birbirine zıt iki görüşün olduğunu biliyoruz. Bir görüşe göre millet ve milliyetçilik, modernitenin ürünü iken diğerine göre millet de milliyet duygusu da doğaldır ve moderniteden önce de vardır. Teorik tartışmaya girmeksizin belirtmek gerekir ki tarih boyunca var olan bazı büyük milletler açısından millet olma hâli, modernitenin ürünü değildir. Hiç şüphesiz modernleşme sürecinde oluşan pek çok millet de söz konusudur. “Milletleşme”den, olmuş bitmiş bir süreç olarak da bahsedemeyiz. Tarih içinde oluşan, gelişen ve değişen veya bir başka ifadeyle devamlılık içinde değişen yapılardan bahsediyoruz.

 

Türkler, Çinliler, Yahudiler, Araplar gibi milletlerin, birbirlerinden çok farklı özellikler gösterse de uzun bir tarihe sahip oldukları malumdur. Ancak şunu da belirtmek lazım: Millet olmanın mahiyeti ve muhtevası, zamana ve zemine göre değişiklikler geçirmiştir. Sözgelimi, Göktürkler çağında Türk adıyla anılan topluluk, siyasi bir anlam taşıyorken o devletin tebaası içindeki Türk dili konuşan budunların farklı adları vardı. Bu, sonraki dönemlerde de devam etti. Ancak o devlete ve topluluklara dışarıdan bakanlar, onların kolektif/siyasi kimliğinin Türklük olduğunun farkındaydı. Onun içindir ki Çinliler onlara “Tukyu” (Orhun Kitabeleri’ndeki Türük/Türk’ün muadili) derken Araplar da “Etrâk” (Türkler) diyordu. Onların Bilge Kağan gibi hükümdarları, Kâşgarlı Mahmut gibi bilginleri de bu ortak kimliğin, yani millet kimliğinin bilincindeydiler.

 

Avrupa’da da özellikle Büyük Karl’ın İmparatorluğunun dağılmasından (843 Verdün Antlaşması) sonra değişik etnik kültürler birleşmiş, millî bilinç ve vatan duygusunun oluştuğu bir ortam şekillenmiştir. (Montserrat Guibernau, Milliyetçilikler, İstanbul 1997, s. 91-115’ten naklen Türkiye Günlüğü, S: 50, 1998). Aynı dönem, Rusların da bir millet olarak ortaya çıkışına tanıklık eder.

 

Modernleşme sürecinde, farklı milletlerin farklı tecrübeleri dolayısıyla, millet kavramının tanımlanmasında ortak soydan gelme duygusu, vatan, din, dil vb. pek çok değişik unsurun yeri ve önemi tartışılmıştır. Yaygın kabul gören bir çerçeveye göre millet, aslında siyasi bir birlikteliğin, bir devletin yurttaşları olan insanların ortak adıdır. Bir imparatorluk mirasının üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de bunu böyle kabul etmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir.” anlayışını benimsemiştir. Öte yandan bilim ve fikir adamları, kavramın içericiliği ve dışlayıcılığı konusunda çok değişik görüşler ileri sürmüştür. Bize göre millî devlet çerçevesinde millet, kısaca ortak bir geçmiş bilincine, biz duygusuna ve ortak bir gelecek tasavvuruna sahip siyasi topluluktur. Bu tanımın tartışmalı olduğunun farkındayım. Buradaki tanımın siyasi nitelikte olduğunu vurgulamak lazım. Bunun dışında, kültürel ve tarihî açıdan baktığımızda daha geniş bir tanım yapmak durumunda kalırız. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin halkını oluşturan unsurlar açısından da farklı millet kimlikleri iddia edenler çıkmaktadır. Buna karşı ileri sürebileceğimiz mütalaa, bizlerin bin yıllık ortak bir tarihin ve ortak bir gelecek beklentisinin birleştirdiği bir millet olduğumuzdur. Burada “Türk milleti” kavramı, kapsayıcı ve kuşatıcı olarak kullanılmaktadır. Devletimiz Türk devletidir ve milletimiz de Türk milletidir. Etnik köken ve ana dil açısından farklı olan yurttaşlarımız da bu kapsayıcı kavramın içinde mütalaa edilir. Burada bizim tarihî tecrübemiz açısından da bir sapma söz konusu değildir. Malum olduğu üzere, Batılılar için Osmanlı Devleti’nin Müslüman tebaası Türk idi. Müslüman olan bir gayrimüslim için “Türk oldu.” denirdi.

 

Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde “üç tarz-ı siyaset” (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük), aslında devleti ayakta tutmanın en uygun yolunun ne olduğu sorusuna verilen cevaplardı. Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile artık emperyal siyasetin sonunun geldiği, millî devlet ile yola devam edileceği açıkça ortaya çıkmıştı. Bu süreçte, “Vatandaşlık kimliği olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka, vatandaşlık itibarıyla Türk denir.” anlayışı benimsendi. Bununla birlikte Türk kavramının muhtevası ve kapsamı konusundaki tartışmalar bitmedi. Türk milleti kavramı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamını mı ihata ediyordu; gayrimüslimler ve anadili Türkçe olmayanlar da buna dâhil miydi? Öte yandan, Türkiye sınırları dışında kalan Türkler ve Türk dili konuşan halkların durumu ne olacaktı? Türkiye yurttaşı olup ana dili Türkçe olmayanlar Türk milletine dâhilse onların Türkiye sınırları dışındaki akrabaları, soydaşları da Türk milletine dâhil olur muydu? Bu ve benzeri sorular, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında çokça tartışılmıştır. Özellikle Türk Ocaklılar, bu konudaki farklı görüşleri serbestçe tartışmışlardır. Türkçüler, Türkiye dışındaki Türklerin de Türk milletinin parçası olduğunu kesinlikle kabul ederler ki, bu bir vakıadır. Bu bakımdan, Anayasa’daki “Türk milleti” kavramının siyasi mahiyet taşıdığı ve vatandaşlık çerçevesinde olduğu bellidir.

 

Bugün de benzer bir problemimiz var. Türklük kimliğinin çeşitli boyutlarından sadece birisi olan Türk vatandaşlığı kavramını yerli yerine oturtmamız lazım. Türk milleti kavramı, muhteva ve kapsam itibarıyla bunun çok üzerindedir ve çok daha şümullüdür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşlarını etnik köken, mezhep ve meşrep ayırt etmeksizin Türk kabul eden Anayasa’daki ilke, yurttaşlık hukukuna dayanır. Biz de, Türk Ocakları olarak, bu vatanda bin yıllık beraberliği, yine Devlet-i Aliye’nin sınırlarının daralmasıyla kaybedilen topraklarımızdan bu vatana gelip yerleşenlerle birlikte yaşadığımız ortak tarihi, millet tarifimizin temeli yaptık ve “Hep Birlikte Türk Milletiyiz.” dedik. Buna doğal olarak hem milliyetçi camiadan hem de başka çevrelerden bir takım itirazlar geldi. Bizim temel maksadımız, Türkiye’yi bölmeye çalışanlara karşı, etnik ve mezhebî kimlikleri, farklılıklarımızı kaşıyanlara karşı ortak üst kimliğimizi, millet kimliğimizi vurgulamaktı. Bugün gelinen noktada, düne kadar diğer unsurlarla birlikte telaffuz etme dışında, milletin adı olarak “Türk” kavramını kullanmayan kişi ve kesimler dahi büyük ölçüde “Türk milleti” gerçeğini kabul ve ikrar etmektedirler.

 

Bununla birlikte millet kavramımızın kapsam ve muhtevası konusunda henüz bir ortak anlayışa ulaşmış değiliz. Bazıları hâlâ “bu millet” veya sadece “millet”ten bahsediyor. Türk milleti kavramının, daha doğrusu ortak Türk kimliği bilincinin (geniş Türklük Ailesi manasında) bütün Türk dünyasını kapsaması konusunda ise sayıları giderek artan bazı siyasetçi ve aydınlar dışında, geniş kitlelerde henüz istenilen bilinç düzeyinden çok uzaktayız. Yerelcilik ve etnikçilik, maalesef çok tesirli. Gerek bağımsız Türk devletlerinde gerekse diğer Türk topluluklarında, Türk üst kimliği konusunda yeterli bir ortak duygu ve şuurdan bahsedemeyiz. Türk Konseyi ve ilgili kuruluşların bu yoldaki çabaları, ortak tarih kitabı projesi de dâhil, takdire şayan olmakla birlikte bunlar yeterli olmaktan uzaktır. Meselenin zor ve çetrefil oluşunu da teslim etmemiz lazım.

 

Türkçülüğün fikir babalarından Ziya Gökalp milleti, halkımızın ifadesiyle “dili dilime, dini dinime uyan insanlar topluluğu” olarak tanımlamış; ırkçılığı kesinlikle reddederken diğer faktörlerin de tek başlarına yeterli olmadığını ileri sürmüştü. Hiç şüphesiz din/inanç ve dil çok önemli iki faktör. Ancak bu kıstaslardan her ikisinin bir arada olmadığı durumları dikkate alarak bunlardan biri eksik olduğu takdirde aranacak diğer unsurları hesaba katmalıyız. Ortak tarih, ortak kültür, bir arada yaşama iradesi ve ortak gelecek tasavvuru bunların başında gelir. Nitekim E. Renan da millet tanımını din, dil, ırk gibi objektif faktörlerden ziyade ortak mazi, ortak amaçlar, bir arada yaşama iradesi gibi sübjektif faktörlere dayandırmakta, “millet”i “bir ruh, manevi bir ilke” olarak tavsif etmekte ve “Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevî bir şuur yaratır ki, buna millet denir.” demektedir. (Kemal Gözler, “Devletin Bir unsuru olarak Millet Kavramı”, Türkiye Günlüğü, 64, 2001, s. 108-123).

 

Meseleye kendi tarihî tecrübemiz çerçevesinde baktığımızda Türkiye Türklüğü, gerek vatandaşlık gerekse ortak tarih ve gelecek tasavvuru bakımından bu topraklarda yaşayan çoğunluğunun ana dili Türkçe ve yine tamamına yakını Müslüman olan insanlardan mürekkeptir. Bu toplum; kültür, tarih ve siyasi kimlik bakımından Türk milletidir. Batı Türklüğü açısından ise manzara şudur: Ortak Oğuz Türkçesinden başlayıp günümüzde Türkiye, Azerbaycan, Türkmen ve Gagavuz Türkçesini kullanan Türkmenistan, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan, Türkiye, Kıbrıs, Gagavuz Yeri, Adalar ve Balkanlar dâhil, geniş bir coğrafyada yaşayan, büyük kısmının ana dili Türkçe ve yine Gagavuzlar dışında tamamı Müslüman olan Türkler ile onlarla müşterek tarih, inanç ve kültüre sahip diğer unsurların birlikteliği söz konusudur. Burada siyasi kimlik/devlet aidiyeti, yani ulus-devlet formu dışında aynı millete mensubiyet söz konusudur. Aynı durum Türkistan, Rusya ve Sibirya’daki topluluklar için de söz konusudur. Bunların çoğunluğuyla dil olarak anlaşma sıkıntısı bulunmakla birlikte ortak köken, ortak kültür özelliklerine baktığımızda aynı ailenin uzak kalmış fertleri durumundayız. O hâlde bunlar da tarihî-kültürel Türk milleti (Türklük camiası) tarifinin içine dâhildirler.

 

Ezcümle, Türk milleti kavramı, gerek Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve Osmanlı bakiyesi unsurlar bakımından gerekse daha geniş kapsamda bu tarih tecrübesinin dışında kalan kardeşlerimiz açısından tarihî bir gerçekliğin ifadesidir. Özellikle Türkiye merkezli olarak son bin yılda oluşan, Horasan ve Türkistan’dan bu coğrafyaya üflenen ruhla Anadolu’da mayalanan kimliğimiz, Müslüman Türk kimliği, bizim milletimizin ana vasfıdır. Arif Nihat Asya’nın ifadesiyle, Müslümanlıkla yoğrulmuş bir yurdumuz var. Dinimiz İslamiyet’in ve dilimiz Türkçenin yanında, tarihin derinliklerinden getirdiğimiz ve onların da büyük katkılarıyla biçimlenen ortak kültürümüz ve ortak ülkülerimiz ile hep birlikte geleceğe yürümeliyiz. Ülkemizde son dönemde yaşanan olumsuz ve yıkıcı hadiseler, 15 Temmuz hain darbe girişimi, PKK ve PYD denilen bölücü örgütün bir yılı aşkın süredir icra ettiği kalleş saldırılar, IŞİD adlı terörist yapının saldırılarının sosyal, psikolojik, ekonomik vb. pek büyük bir tahribata sebep olduğu muhakkaktır. Öte yandan, bu şerlerden bir hayrın da çıktığına inanıyoruz: Yıllardır sürdürülen etnikçi dile rağmen Türk milleti gerçeğinin kendisini ortaya koyması ve bunun nihayet –bazı iflah olmaz bölücüler ve kozmopolitler dışında- genel kabul görmesi. Bu bilinci sadece duygu ile değil, bilgi ve akılla da takviye etmek, bu ülkenin organik aydınlarının temel görevidir.