Hedefteki Türkiye

Sürekli yoğun bir gündem yaşayan, bir meseleyi en fazla üç-beş gün tartıştıktan sonra başka önemli ya da suni bir gündem maddesiyle boğuşmak zorunda kalan bir ülkeyiz. Çözümleri, geniş istişarelerde değil kapalı kapılar arkasında arıyor ve yeterince olgunlaştırmadan uygulamaya koyuyor; sonra da algı operasyonlarıyla kamuoyu desteği sağlamayı tercih ediyoruz. Sorunlarımızı bütün yönleriyle kavramak, çok faktörlü olarak tahlil etmek ve bu çerçevede çözüm terkiplerine ulaşmak yerine tek yönlü analizler ve iyi tasarlanmamış çözüm yollarını uygulamak gibi başka eksiklerimiz de var.

 

Türkiye’nin, uluslararası sistemde meydana gelen gelişmeler çerçevesinde,  tarihî açıdan çok “kritik bir dönemeç”te olduğunu ve son dönemde de “kıskaç”a alındığını yıllardır yazmaktayız. Bu kesinlikle bir paranoya değildir. Bazıları bizim şöyle düşünmemizi sağlamaya çalışıyor: “Acaba dünya bize, bizim kendimize atfettiğimiz önemi atfediyor mu? Acaba biz, bütün sorunlarımızın sorumluluğunu dış güçlere yükleyerek kendimizi rahatlatıyor veya kandırıyor muyuz?”

 

Hakikat, değil tek bir açıdan, birkaç açıdan dahi görülemeyecek kadar karmaşık olabilir. Bizler yani Türk milleti dâhil bütün Müslümanlar olarak kendi tarihimizden, müktesebatımızdan kaynaklanan sorunlarımızın elbette farkında olmalı; onlara çağın şartlarına göre çözüm yolları aramalıyız. Son dönemdeki gelişmelerin öne çıkardığı mezhep farklılıkları, mezhep taassubu, cemaat ve tarikat yapılanmaları, bizim sorunlarımızın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki bugün olduğu gibi tarihte de bunlar, aslında siyasi ve sosyo-ekonomik sorunların aracı olarak kullanılmıştır.

 

Uluslararası Sistemde Değişiklikler

 

Yirminci yüzyılın son çeyreğindeki küreselleşme rüzgârı karşısında bölgeselleşme ve etnik ve dinî kimliklerin öne çıkması olgusuyla karşılaştık. 1990’larda çokça rağbet gösterilen ulus devletlerin yerini ulus üstü yapıların alacağı kehaneti tutmadı ve neticede AB’de krizler baş gösterdi. Brexit, bu gelişmelerin sonuçlarından birisidir. ABD, AB, Rusya, ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) gibi odaklar, aralarındaki rekabette müttefiklerini arttırmaya çalışıyor. Küresel işbirliği yerine konjonktürel işbirlikleri öne çıkıyor. Bu rekabete paralel olarak, uluslararası silah ticareti baronlarının da katkısıyla, terör örgütlerinin veya paramiliter yapıların devreye sokulduğu vekâlet savaşları gelişti.

 

Akla, manzaraya dair çeşitli sorular gelebilir: ABD ile AB aynı tarafta mı yoksa rekabet içinde mi, Rusya ile Çin ŞİÖ içinde birlikte mi yoksa ikisi de orta veya uzun vadede bir hesaplaşmaya göre mi hareket ediyor? Türkiye, bu küresel egemenlik mücadelesinin neresinde? II. Dünya Savaşı’ndan sonra girdiğimiz Batı İttifakı ve kurumlarının tavırları, bir yol ayrımına mı işaret ediyor yoksa Türkiye’yi “ehlileştirme” operasyonunun yansımaları mı?

 

Türkiye Neden Hedef?

 

Bu sorulara cevap ararken bazı gerçeklerimizin altını çizerek işe başlamalıyız.

 

Tarih ve coğrafya, kimliğimiz ve kaderimizdir. Daha öncesi de olmakla birliktegeçen bin yılda, özellikle Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar merkezî İslam dünyasının (bugün Orta Doğu diyoruz.) kaderine büyük ölçüde hükmeden bir milletin mensuplarıyız. Bunun tabii sonuçlarından biri, bu coğrafyada olan bitene kayıtsız kalamayacağımızdır. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir takım hususlar var. Bu kısa yazıda bunları sadece başlıklar hâlinde vermekle yetineceğiz:

 

1. Türkiye’nin konumu, kimliği, potansiyeli ve buna bağlı olarak Batı ile Doğu arasındaki Türkiye; İslam Dünyasında Türklük: Bin yıllık miras ne anlam ifade ediyor? Fırsatlar ve tehditler nelerdir?

 

2. Medeniyetler Çatışması paradigmasında tanımlandığı şekliyle “Bölünmüş Ülke” olarak Türkiye.

 

3. Medeniyet içi çatışma paradigması çerçevesinde İslam düşmanlığı (İslamofobi), Türk ve İslam dünyasında Şiilik, Sünnilik ve Selefîlik.

 

4. Küresel tasarımın bir aracı olarak etnikçilik, mezhepçilik ve terör.

 

5. Ve nihayet, en önemli etken olarak İsrail’in güvenliği, enerji kaynakları ve su sorunu.

 

Dünyada yürütülen egemenlik mücadelesinde bize bir rol biçmeye veya bizi kendi tasavvurları çerçevesinde şekillendirmeye çalışanları, bunun için suçlamak anlamsızdır. Bunun eşyanın tabiatı olduğunu bilerek hareket etmek durumundayız. Bize düşen, bu denklemde kendi potansiyelimizi ve yumuşak gücümüzü olduğu kadar, gerçek millî gücümüzü de iyi hesaplamak; rekabet eden unsurların güçlerini ve zaaflarını iyi tahlil etmek ve neticede kendi oyunumuzu buna göre kurmaktır. Sözde “Arap Baharı” başladığında maalesef bunları layıkıyla yerine getiremedik ve önemli hatalar yapıldı. Bunları tekrar gündeme getirmek yararsız; önemli olan, bundan sonra en az hata ile devam etmektir.

Küresel büyük güçlerin ve özellikle bu coğrafyayı yeniden tanzim etmeye kararlı güçlerin bu süreçte Türkiye’yi, iç ve dış pek çok gaile ile muhatap kılmaya çalıştıkları açıktır. Daha 90-100 yıl önce sınırlarımız içinde bulunan topraklarla kültürel ve tarihî bağlarımızın yani bu coğrafyadaki yumuşak gücümüzün anlamını elbette biliyorlardı. Bizi denemek için yapılan neo-Osmanlıcılık teşviklerine, söylem düzeyinde kapılmak hataydı. Atatürk’ün bir zamanlar pan-İslamizm ve Turancılık ile ilgili olarak söylediği gibi “Yapıyoruz, yapacağız!” demek yerine, hatta bunu hiç telaffuz dahi etmeden öteden beri devam eden siyasi, ekonomik ve kültürel işbirliğimizi ilerletmeye bakmak, yani iddialarımızı dillendirmek yerine “gereğini yapmak”, en doğru yoldur.

 

1990’larda, 28 Şubat sürecine uzanan laik-antilaik kutuplaşması ve bunun 2000’lerde devam etmesi; bu coğrafyada ayakta durmamızın en büyük dayanaklardan biri olan ordumuzun Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde yıpratılması ve nihayet 15 Temmuz darbe girişimiyle Türk devleti ve ordusuna büyük bir darbe indirilmesi; Batılı devletlerin âdeta Orta Doğu coğrafyasına gitmelerini teşvik ettiği terör unsurlarının bahane edilerek Türkiye’nin suçlanması; Rus uçağının düşürülmesi sonunda Suriye’de adım atamaz hâle getirilişimiz; bilhassa Suriye’de kısmen de Irak’ta yaşanan vahim olaylar sonunda Türkiye’nin üç milyonu aşkın sığınmacının her türlü sorunuyla boğuşmak zorunda bırakılması vb. gelişmelere baktığımızda, Türkiye’nin etkili bir şekilde etrafımızdaki yeniden tanzim çalışmasına müdahil olmasının engellenmek istendiği apaçık bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Son dönemde ekonomide meydana gelen gelişmeleri de bunlara eklemek mümkündür. Bunların hiçbirinde kendimizden kaynaklanan hataları dışlamıyoruz, elbette onlar da ele alınıp tahlil edilmelidir.

 

Bütün bunlara ve 15 Temmuz’a rağmen, Rusya ile krizi çözüm yoluna koyarak Türk devletinin bekası için Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlatabildik. Ancak durum hâlâ çok hassas ve Türkiye büyük zorluklarla dolu bir süreçten geçiyor. Sadece geçtiğimiz günlerde meydana gelen bazı gelişmeler, mesela Adana’da Valilik’e saldırı, Halep’te Türk askerine karşı 24 Kasım günü gerçekleştirilen saldırı, Menbiç’ten çekileceğine dair müteaddit defalar söz verilen PYD’nin el-Bab’daki hareketleri, Telafer’de Haşdi Şabi’nin operasyonda yer alması ve Suriye’ye dönük niyetlerini de açıklaması vb. dikkate alındığında dahi Türkiye’nin bir yandan ABD ve işbirliği yaptığı unsurlar öte yandan Rusya ve Esed cephesi arasında kaldığı diğer yandan da önü bir şekilde açılan İran ve onunla işbirliği yapan Irak yönetimi ve gruplarının da hedefinde olduğu anlaşılacaktır.

 

Manzaraya yukarıdan baktığımızda bölgemizin yeniden şekillendirilmesinde, bölge gücü olmamamız için âdeta bir takım hatalara itilmeye ya da çekilmeye çalışıldığımız görülür. Biz, bir yandan PYD’nin eliyle yürütülen koridorla uğraşırken öbür yandan bölgede tarihî olarak en büyük rakibimiz konumundaki İran’ın desteğinde bir Şii hilali ile de çevrelenmek tehdidine maruz bırakılıyoruz. Etnisite ve mezhep faktörleri sürekli gündemde. Hâlbuki daha önce IŞİD’in önü açılarak bu oluşumlara zemin hazırlandığını ikaz etmiştik. Süleyman Şah Türbesi’nin kaçırılmasını zafer gibi takdim etmek yerine, oraya Türkiye’den bir koridoru biz açsaydık pek çok olumsuzluğu zamanında önlemiş olurduk.

 

Irak ve Suriye’de Türkiye, bugün iki bakımdan çevrelenmeyle karşı karşıyadır:

 

1. Türkmen coğrafyası siliniyor. Telaferli ve Suriyeli Türkmenler, topraklarından uzun süre ayrı kalmak durumunda bırakılıyor. Bu bölgeler önce IŞİD denilen buldozerle dümdüz ediliyor, sonra IŞİD’le en iyi mücadele eden grup olarak parlatılan PKK/PYD’ye yol açılıyor. Türkiye, Kobani tiyatrosundan sonra bu oyuna uyandı ama maalesef başlangıçtaki hataları düzeltmek kolay olmuyor.

 

2. Şii-Sünni ayrılığı körüklenerek İran denetiminde bir kuşak daha oluşturuluyor.

 

Böylece Türkiye’nin güneyden hem Türkmen kardeşlerimizle hem de Sünni Arap âlemiyle ilişkisi kesiliyor. Şüphesiz ki, burada asıl amil, siyasi çıkarlardır. Din, maalesef araç hâline getiriliyor; mezhep ayrılığı kullanılıyor.

 

Türkiye, burada da Türkmenlere ve Türkiye’ye müzahir unsurlara sonuna kadar destek olmalıdır. Halep, o güzel şehir, o medeniyet numunesi maalesef harabeye döndü; hâk ile yeksan oldu. Bunu da yeni müttefikimiz(!) Putin ve hamiliğini yaptığı Esed birlikte becerdiler. Kadim(!) müttefik ABD ise muhtemelen Rusya ile vardığı gizli anlaşma uyarınca bu manzarayı seyrediyor. Birkaç gazeteci kılıklı vatan haini veya siyasetçi kılıklı PKK militanı tutuklandığında insan hakları, demokrasi vaveylası koparan ileri(!) ve dahi medeni(!) dünya, Irak ve Suriye’de yıllardır çoluk çocuk, kadın erkek denmeden katledilen insanları herhâlde başka bir cins sayıyor. Hatta ülkemizde, Halep’teki hadiseyi “Suriye Özgürleşiyor.” diye sunan vicdan yoksunları dahi var. Maalesef her konuda iktidarın tutumuna göre görüş belirlemek gibi hastalıklı bir durumdayız. Taraftarlar, hataları başarı diye gösterirken muhalifler, Türkiye düşmanlarıyla işbirliği yapabilecek çizgilere savrulabiliyor. Bizim referans çerçevemiz belli ve kesindir: Türk Milletinin birliği, Türk Devletinin bekası.

 

Tabii bu oyunu kuranlar, bu kadim coğrafyanın köklü geleneğe sahip iki devleti olan Türkiye ve İran’ı da karşı karşıya getirmiş oluyorlar. Medeniyet içi fay hatları harekete geçirilerek yapılan bu operasyona, etnikçi ve mezhepçi yaklaşımlara Türk milleti olarak karşı durmamız gerekir. İslam dünyasının diğer devletlerine de düşen, kısa vadeli bir takım kazanımların ileride hangi felaketleri getireceğinin idrak edilmesidir. Bu idrakten maalesef uzağız. Onun için bugün en önemli görev, Türkiye Cumhuriyeti’ne düşüyor. Mezhepçilik taasubuna karşı ekonomik ve kültürel işbirliği ve dayanışmayı güçlendirecek yeni yapılanmalara ihtiyaç var. Türk dünyasında Türk Konseyi; Özbekistan’ı, tarafsızlık siyaseti güden Türkmenistan’ı ve hatta Tacikistan’ı da içine alarak tedricî bir şekilde güçlendirilmeli, bizim gelecek stratejimizin üç bacağı olarak Türkistan ve Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu’daki siyasetimizin mihverine oturtulmalıdır. Türkiye’nin AB’ye tam üye yapılmayacağını yıllardır belirtiyoruz; gerçekçi bir yaklaşımla iktisadi ilişkilerimiz güçlendirilebilir. ŞİÖ’ye tam üye olmamız, NATO’da bulunmamızdan dolayı söz konusu değildir; orada da ilişkilerimizi ekonomik açıdan geliştirebiliriz. Fakat asıl uzun vadeli hedefimiz, kendi medeniyet coğrafyamızda oluşturacağımız birlik olmalıdır. Bunun için sabır, dikkat ve çok çalışmak gerekir.

 

Netice itibarıyla Türkiye, tarihi ve coğrafyasının kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmek durumundadır. Zaten bunun için hedeftedir. Bu badireden kurtuluşun yolu da akıl ve bilgiyle hareket etmek; devlet yönetiminde, klişeleştiği için muhtevasını yeterince idrak edemediğimiz o kadim ilkeleri yani adalet, emaneti ehline verme ve istişareyi hâkim kılmaktır.