2016’dan 2017’ye Türkiye: 'Fetret'ten Çıkış İçin
Türkiye’nin tarihinin en kritik dönemeçlerinden birine girdiği, 2012 yılında, MİT Müsteşarı’na karşı girişilen tutuklama teşebbüsünde belirmeye başlamıştı. Esasen, o zamanlar “Hizmet” veya “Cemaat” olarak anılan yapının bazı sivri kalemşorları, daha 2011 seçimlerinin hemen akabinde Türkiye’yi zorlu günlerin beklediğinin işaretlerini veriyordu. Çoğu kimse farkında değildi tabii, ne de olsa “ustalık” dönemine girmiştik.
Bu özgüvenin verdiği cesaretle, daha önce başlatılan açılım politikalarında yeni bir aşamaya girilmesine karar verildi. Coğrafyamız kaynamaya başlamıştı. Daha önce Irak’ta başlayan gelişmeler yeni bir evreye giriyordu. Büyük Ortadoğu Projesi, bu defa “Arap Baharı”na tebeddül ediyordu. O zamana kadar komşularla sıfır sorun politikası güden Türkiye, bunun da etkisiyle Orta Doğu coğrafyasında yönlendirici, ön alıcı politikalar izleyebileceğini hesaplıyordu.
Mısır’da Mursi’nin iktidara gelişinin akabinde âdeta bir birliktelik tesis edilmişti. Ne var ki Sisi darbesi, bu rüyanın kısa sürmesine sebep oldu. Orta Doğu’da bizden habersiz yaprak kımıldayamayacağını sananlar, Mısır’daki darbeci yönetime karşı sert çıkışlarda bulundu ama bu, ne bize ne de orada desteklediğimiz Mursi taraftarlarına yarar getirdi. İsrail’le yaşanan Mavi Marmara krizi, bir başka fiyaskomuz olarak tarihe geçti. Onca hırgür ve dalaştan sonra 2016 yılı içinde ilişkiler normalleşti. Yakında Sisi ile de barışmamız muhtemeldir.
Suriye krizinin başında, bizim Esed’i ikna etmemizle sanki Suriye’ye demokrasi gelebilirmiş gibi bir havaya girdik. Hâlbuki bu coğrafya, bizden daha güçlü küresel devletlerin gözlerinin üzerinde olduğu bir yerdi ve zaman bize Suriye’deki ön alıcı(!) siyasetin tam bir fiyasko olduğunu öğretti. Dış politikanın boş iddialarla değil gerçekçi yaklaşımlarla yürüyeceğini bir kere daha gördük.
Bütün mesele şurada: Küresel güçlerin, bölge güçlerinin, diğer devletlerin ve terör örgütlerinin faal olduğu bir sahada, gelecek stratejisini iyi belirlemeden sonuç almak imkânsızdır. Mesela Türkiye’de, bizim daha “demokratik açılım” denilen sürecin başladığı 2009 yılından itibaren ısrarla vurguladığımız bir husus var: Bu coğrafyada PKK denilen terör şebekesini salt kendi başına hareket edebilen bir yapı gibi görmek veya öyle görmesek bile belirli tavizleri verirsek öyle hareket edebileceğini sanmak tam bir hamakatti. Bu örgütün bağlantılarını en iyi, o süreçleri 2000’lerin başlarından itibaren planlayan devlet kurumları bilir. Bu böyle olduğuna göre, söz konusu süreçlerde, terör örgütünün silahlı unsurlarını tamamen tasfiye etmeden herhangi bir açılım-saçılım, çözüm-mözüm olmayacağını da bilmek gerekmez miydi? Netice, hepimizin gözlerinin önünde cereyan ettiği gibi, hendek savaşlarında tahrip olan şehirler, mahalleler, yerinden yurdundan olan insanlar ve kaybettiğimiz yüzlerce şehit…
Suriye savaşının çıktığı ve Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın Suriye sürümünün özerk bölgeler (kantonlar) oluşturma işine giriştiği bir dönemde, içeride PKK’nın silah bırakacağını varsayarak Türk milleti üzerinde sözde akil adamlar eliyle yürütülen psikolojik harekâta rağmen bugün millî hassasiyetler ayakta ise bunu derin tarihimize ve milletimizin ferasetine borçluyuz. “Çözüm/çözülme” süreci, hafif bir deyişle, büyük bir aldanış idi. Bugün Türk devleti Suriye’nin kuzeyindeki “ihanet koridoru”nun önünü kesmek için, ordumuzun ağır bir darbe yediği 15 Temmuz’dan sonra Fırat Kalkanı Harekâtı’nı yürütüyor. Sözde müttefik ise PYD/YPG’ye destek veriyor, bize karşı onları himaye ediyor. Gerçi son günlerde NATO mahfillerinden PYD’nin PKK ile aynı olduğu yönünde Türk tezine destek sinyalleri gelmiyor değil… Bu, muhtemelen Rusya ile yakınlaşmamız karşısında bir manevranın başlangıç işareti olabilir.
21. Yüzyılda Türk Tarihinin Dönüm Noktası: 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Sonrası
2016 yılı, Türkiye’nin Batılı müttefikleri ve bilhassa ABD tarafından âdeta teste tabi tutulduğu, sıkıştırıldığı ve nihayet taşeron terör örgütlerinin saldırılarına maruz kaldığı bir yıl olarak tarihe geçti. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi, esasen bu yılın tarihimizdeki yerinin anlamını açıkça ortaya koydu. 15 Temmuz’da, devlet kurumlarının on yıllarca yardım ve desteğiyle büyüyen ve adına “hizmet hareketi” denilen yapının, FETÖ’nün, devlete ve millete karşı silahlı bir kalkışmasına, Meclis’i ve vatandaşları bombalamasına, kurşunlamasına tanık olduk. Bu girişim ve akabinde yaşananlar, devlet ve toplum yapımızda ağır bir tahribata yol açtı ama aynı zamanda milletin kendi iradesine sahip çıkışını da bütün dünyaya göstermesine vesile oldu. Kısacası bu musibetten bir hayır da çıktı. Darbe girişimi sırasında ve sonrasında Batılı müttefik(!)lerden gelen tepkiler ise ibretlikti. Sözde demokrasi havarileri aslında çok üzülmüştü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrından duydukları rahatsızlık belliydi ama yine de demokrasiye saygılı olmak gerekmez miydi?
Ergenekon ve Balyoz sürçlerinden sonra darbe girişiminde maruz kaldığı ağır tahribata rağmen Fırat Kalkanı Harekâtı’na girişen ve IŞİD’e karşı mücadele yürüten Silahlı kuvvetlerimize, nedense bu müttefiklerden pek destek gelmiyor. IŞİD, başından beri ifade ettiğimiz gibi, onların planlarına paravan ettikleri bir alettir. PYD ile de Türkiye’yi çevreleme siyasetlerini tahakkuka çalışırlarken pişmiş aşa su katmış olduk.
Şurasını vurgulayalım ki biz, Suriye politikasında başından itibaren hatalara işaret ettik. Esad’ın birden Esed olması yanlıştı, ABD müdahale edecek diye bizim acelecilik etmemiz de yanlıştı. Sığınmacı akınının, belirli bir sayıyı aşmayacağı hüsnükuruntusuyla âdeta teşvik edilmesi de hataydı. Kobani’ye selam da yanlıştı, Süleyman Şah Türbesi’ni kaçırarak zafer ilan etmek de… Rus uçağı ile ilgili süreci hiç anmamak daha iyi… Ama diğer yandan, o süreçte MİT tırları operasyonu ve bununla ilgili sözde habercilik ise ihanetti. Bunu da tekrar vurgulayalım.
Bugün yapılanlar, geç kalınmış olsa da, doğrudur. Türkiye artık ne IŞİD’in ne PKK’nın ne de İran destekli unsurların kendi sınırlarının güneyinde hâkimiyet tesis etmelerine izin vermemeye kararlıdır. Bizim Suriye’de ne işimiz var, gibi saçmalıklarla siyaset olmaz. Burasıyla sınırı olmayan pek çok devletin müdahil olduğu bir olaya, yüz yıl öncesine kadar yönettiğimiz, bugün de tarihdaş, dindaş ve soydaşlarımızın yaşadığı bu topraklara bigâne kalamazdık.
2017’de Ne Yapmalı?
Şimdi acilen başka doğruları yapmamız lazım. Milletçe beka mücadelesi veriyoruz. 2016 yılı millîlik, bayrak, Türk milleti kavramlarının öneminin idrak edilmesine vesile olduysa da bu vatana kayıtsız şartsız bağlı Türk milliyetçilerinin sadece siyasi projelerde destekleri alınacak bir unsur olarak görülmesi hatalı bir yaklaşımdır. 15 Temmuz’un verdiği en açık ders, devlette istihdamda ehliyet ve liyakatin ölçü olması ve işlerin gerçek anlamda istişare ile yürütülmesinin zaruri olduğuydu. Birlik için bunlar şarttır ama bakıyoruz ki hâlâ istişareden anlaşılan, tebliğ edilenin ehemmiyetsiz rötuşlarla kabulü… Liyakat yerine yandaşlık ve körü körüne sadakat yeğleniyor.
Tartışılan sistem değişikliği konusunda da işin özü maalesef kaçırılıyor. Devletin bekası meselesi, birlik ve bütünlük konusunda azami hassasiyet göstermemizi zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan anayasa konusunda getirilmek istenen değişikliklerin avantajları kadar yol açabileceği sakıncalar da iyi hesaplanmalıdır. Denge-denetim mekanizmalarının iyi kurulması da aynı bakımdan hayati ehemmiyet taşımaktadır. Hele, Türkiye’de üniter yapıya halel getirmesi muhtemel düzenlemelere kapı aralayacak değişiklikler (teklifin 15. maddesi) konusunda kesinlikle dikkatli olunmalıdır. Yürütmenin tek başlı ve güçlü olması başka; yasama, yürütme ve yargının tek bir otorite altında toplanması bambaşkadır. Bu hususların millî iradenin tecelligâhı olan Meclis’te layıkıyla ele alınacağını ümit ediyoruz. Türkiye’nin ihtiyacı güçlü bir yürütme, bağımsız ve tarafsız yargı ve millî iradeyi layıkıyla temsil eden bir meclisten oluşan dengeli bir yapıdır.
***
2017’nin de Türk milleti, İslam âlemi ve esasen bütün dünya için zorlu geçeceği anlaşılıyor. Bu badireleri fazla hasar almadan atlatmamız için öncelikle devlet yapımızı, ordumuzu ve eğitim sistemimizi güçlendirmemiz, sosyal barışı yeniden tesis etmemiz elzemdir. Bunlar kısa sürede gerçekleşmez ama doğru bir strateji, nitelikli istişari mekanizmalar ile adalet ve liyakat ilkelerine dayalı bir yönetim anlayışı, bizi doğru istikamete sokar. Etrafımızdaki savaşta çokça telaffuz edilen mezhep çatışmaları veya etnik ihtilafların, birtakım kışkırtıcı eylemlerle Türkiye’nin sosyolojisine sirayet etmesi ihtimaline karşı, etnikçi ve mezhepçi söylemlere prim vermeyen bir yaklaşım ve birlikteliği öne çıkarmalıyız. Bölgedeki bazı devletlerin siyasi çıkarları açısından mezhebî motifleri kullanması çok tehlikelidir; bize düşen, her türlü aşırılığa karşı itidali, kardeşliği ve barışı savunmaktır.
Her gecenin bir sabahı vardır ve inananlar asla yeis ve ümitsizliğe düşmez. Her şeye rağmen içinden geçtiğimiz sancılı yılların yeni bir kutlu doğumun müjdecisi olduğuna inanıyoruz. Güçlü Türkiye ve güçlü Türk milleti, hem Türk dünyası hem İslam âlemi hem de bütün dünya için daha huzurlu ve barış içinde bir gelecek demektir.