Sistem Değişikliği ve Beka Meselesi

Türk Milleti ve Türk Devleti, tarihinin en zorlu dönemlerinin birinden geçiyor. Dünyada ve çevremizde olanların yanında, içeride yıllardır yaşadığımız bölücü terörün hendek ve barikat savaşları, 15 Temmuz darbe girişiminin yol açtığı ağır tahribat, Suriye’de hem terör çeteleri hem de hamileri olan küresel güçlerin saldırıları, Türkiye’nin hedef tahtasına konulduğunu açıkça göstermektedir.

 

Türkiye, bu zorlu dönemde içeride ve dışarıda küresel büyük güçlerin maşası durumundaki terör örgütleriyle amansız bir mücadele yürütüyor. İçeriden PKK, dışarıdan PYD/YPG ile 2015 Temmuzunda başlatılan saldırı başarılı olamayınca 15 Temmuz FETÖ/PDY başarısız darbe girişimine başvurdular. Çevremizdeki coğrafyayı yeniden tanzim için büyütülen IŞİD karşısında, önce suçluluk duymamız sağlandı; şimdi ise IŞİD’e karşı âdeta yalnız savaşmak zorunda bırakıldık. Dış politikadaki zikzakların bizi savurduğu durum, ayrıca değerlendirmeyi hak ediyor. Yine ekonomik açıdan da maalesef çok sıkıntılı bir dönemdeyiz.

 

Böylesine ağır ve netameli bir süreçten geçilirken millî beka mücadelesine odaklanmak yerine Anayasa’da yapılacak değişikliklerle yeni bir hükûmet sistemi arayışına girilmiştir. Toplumun 15 Temmuz öncesinde yaşamakta olduğu siyasi gerilim iklimi, “Yenikapı Ruhu” ile yumuşamıştı. Ne var ki, bu çok uzun sürmedi ve Anayasa değişikliği önerisi, sert siyasi tartışmalara kapı açtı. Meclis’teki müzakereler sırasında yaşananlar, muhtemel bir referandum kampanyasında yaşanabilecekler hakkında hiç de ümit verici bir manzara vaat etmiyor. İcranın ve yasamanın belirlendiği milletvekili seçim süreçlerinde, siyasi partiler arasındaki rekabet ve kavgalar olağan karşılanabilirse de milletin geleceğini şekillendirecek olan sistem değişikliğinde bundan mümkün mertebe kaçınmak, hatta tam aksine geniş bir istişare ve uzlaşma sağlamak, millî birlik açısından hayati önemdedir.

 

Bu bakımdan bizi, getirilen sistem değişikliği önerisinin muhtevası kadar ve hatta ondan ziyade referandum sürecinde ve sonrasında millî birlik ve beraberlik ruhunun uğrayacağı hasar ilgilendirmektedir. “Fitne kıtalden (öldürmekten) beterdir.” (Bakara: 191) buyurulur Kur’an-ı Kerim’de… Böyle dönemlerde, karşımızdakinin şahsiyetine saldırmadan, hakaret etmeden, incitmeden fikirlerimizi savunabilmeliyiz. Ne yazık ki, ülkemizde, hele de OHAL şartlarında bu neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Bazılarına göre getirilmek istenen sistemi eleştirmek hainlik, diğerlerine göre ise bunu savunmak diktaya evet demek… Düne kadar, sözde çözüm sürecinde HDP ile görüşmeleri “barış sürecine katkı” olarak savunanlar, bugün “hayır” diyenleri PKK ile aynı safta gösteren bir dil kullanabiliyor. “Hafıza-i beşerin nisyan ile malul” olması böyle istismar ediliyor. Diğer bazıları da dün “demokratikleşme” adı altında PKK’nın taleplerine sıcak bakarken bugün Türk milliyetçileri içindeki farklılaşmadan istifade için sıkı milliyetçi söylemlere başvurabiliyor. Makul eleştiriler dahi dinlenmeden demagoji ile savuşturulmaya çalışılıyor. Millet gibi Türk milliyetçileri de aralarında bölünmüş vaziyette ve biz, buradan bir çıkış yolu arıyoruz.

 

Şunu ifade etmek gerekir ki, referanduma sunulan değişikliğin hukukçular, kamuoyu, STK’ler, üniversiteler ve diğer ilgili kuruluşlar tarafından tartışılmasına yeterince imkân ve fırsat tanınmamıştır. Vekiller, Meclis’te maddeleri parti disipliniyle oylarken televizyonlarda yapılan tartışmaların herhangi bir etkisinin veya katkısının olmasını beklemek abesle iştigaldi; sonuç da bunu göstermiştir. Kısacası Türkiye, Anayasa meselesini yıllardır tartışmakla birlikte hükûmet/icra sisteminde köklü bir değişikliği getiren bu “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ni, etraflıca müzakere etmeden referanduma sunmaktadır.

 

Muhtevaya gelince “Anayasa Değişikliği Önerisi”nin temelinde, seçilmiş cumhurbaşkanının, icra gücünü elinde toplaması yatmaktadır. Öneride yer alan maddelere bakıldığında, mevcut Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ile 12 Eylül sonrasındaki siyasi tecrübemiz dikkate alındığında, yürütme erkini tek başına elinde bulunduracak olan cumhurbaşkanının, aynı zamanda yargı ve yasama üyelerinin belirlenmesinde de asli güç ve yetki sahibi olacağı anlaşılmaktadır. Bu ise “Kuvvetler Ayrılığı İlkesi”ne dayalı demokratik rejimin, hafif bir ifadeyle, yara alması demektir. Sistemi savunanlar, Meclis’in bir takım mekanizmalarla denetleme yetkisinin arttığı iddiasıyla cumhurbaşkanının sorumluluğuna işaret etmektedir. Mevcut kanunlar ve siyasi kültürümüz ortada iken çoğunluk partisinin genel başkanı olması kuvvetle muhtemel bir cumhurbaşkanının bu şekilde denetlenebileceğini beklemek fazlasıyla iyimserlik olur.

 

Anayasa değişikliği teklifiyle getirilen yeni sistemin, bazı iddiaların aksine, tarihî dayanağı da yoktur. Bilge Tonyukuk’un Bilge Kağan’ın yanında, Nizamülmülk’ün Alp Arslan ve Melikşah’ın yanında tarihimizin simgeleşmiş ikinci adamları olması bir yana; Göktürklere, Selçuklulara veya Osmanlılara bu açıdan bakmak, hanedan devletlerini demokratik millî devletlere örnek göstermek doğru değildir. Kaldı ki meşruti monarşi tecrübemizde, dönemin şartlarının da etkisiyle sultanın yetkileri sembolikti. Öncesinde ise sultanın yürütme yetkisi “mutlak vekili” olan veziriazama tevdi edilmişti (Fatih Kanunnamesi’nde bu açıkça yazılıdır: “Bilgil ki, evvelâ vüzerâ ve ümerânın veziriazam başıdur. Cümlenin ulusudur. Cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır.). Kazaî yetkiler kazaskerlerin, örfi kanunların tedvini ise “kanun müftüsü” (müfti-yi kanun) olarak tanımlanan nişancının uhdesinde idi. Devlet işlerinin şer’-i şerife uygunluğunu denetlemek bakımından şeyhülislam da ulemanın başı idi. Tabiri caizse bir nevi denge sistemi vardı.

 

Bir başka yanlışlık da meseleyi şahıs odaklı olarak tartışmaktır; hâlbuki bu bir sistem meselesidir ve fânilere göre değil, devletin bekası temelinde ele alınmalıdır. Yani, bugün “Halk bir kişiye teveccüh gösterecek ve o da işleri yola koyacak.” gibi bir yaklaşım, bir başka deyişle arızi olanın olağanlaştırılması, ileride telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir. Tartışmanın şahıslara bağlı olarak yapılması, maalesef semeresiz münazaralara ve körü körüne zıtlaşmalara yol açmaktadır. Maalesef mesele, tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi şahıs temelinde ve içinde bulunulan konjonktüre göre ele alınmıştır. Hâlbuki millet hayatı için son derecede önemli bir değişiklik söz konusu olduğundan, bunun uzun vadeli muhtemel sonuçları enine boyuna tartışılmalıydı.

 

Şüphesiz ki, hükûmet etme sistemleri, insanlığın tarihî tecrübesinden doğmaktadır. Şartlar değiştikçe bunlarda da köklü değişiklikler veya küçük çaplı tadilat yapılabilir. Yine, ülkenin içinde bulunduğu şartlar da dikkate alınarak güçlü ve tek elden bir yürütme fikri de pekâlâ savunulabilir. Burada problem; yürütmenin başındaki kişinin, önce, Meclis’te çoğunluğu teşkil edecek olan iktidar partisinin milletvekillerini, sonra da onlarla birlikte yüksek yargı üyelerini belirlemesinin yüksek bir ihtimal olmasıdır.

 

Anayasada, bazıları (milletvekili sayısı, seçilme yaşı vb.) hiçbir şekilde esasa müteallik olmayan değişiklikleri içeren 18 maddelik değişiklik teklifiyle; yürütme, yasama ve yargıda çok köklü ve aynı zamanda birçok boşluk doğurabilecek Anayasa değişikliğinin sadece muhteva olarak değil, yöntem olarak da hatalı olduğunu düşünüyoruz. Şunu da belirtelim ki, cumhurbaşkanının sembolik yetkilere sahip olduğu ve Meclis tarafından seçildiği “parlamenter sistem” de yürütmenin halk tarafından seçilecek bir başkana tevdi edileceği “başkanlık sistemi” de kusursuz sistemler değildir. Bunlardan hangisi tercih edilirse edilsin anayasa, “kuvvetler ayrılığı” esasına dayanmalıdır (Federalizme dayalı ABD başkanlık sisteminde, Temsilciler Meclisi ve Senato’nun yetkileri böyle bir denge ve fren mekanizmasını ortaya çıkarır.). Kuvvetler ayrılığı ve dengesinin derecesi, şekli vb. değişebilir ama kuvvetler ayrılığına dayanmayan bir sistemin demokratikliği su götürür.

 

Mevcut parlamenter sistemde de ciddi sıkıntılar vardır ve bunların giderilmesi gerekir. Bununla birlikte, kanunlarda başka düzenlemeler yapılmadan yeni sistemin uygulanması hâlinde, başka sakıncaların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Bu düzenlemenin Meclis’te, denge-denetleme mekanizmalarını güçlendiren değişikliklerle birlikte daha geniş bir mutabakat sağlanmadan görüşülüp kabul edilmesi doğru olmamıştır. İçeriden ve dışarıdan fitne odaklarının bölmeye çalıştığı ülkemizin ve milletimizin birliği açısından, Anayasa’nın hükûmet etme sisteminde bir değişiklik yapılacaksa bunun geniş bir mutabakatla, yani yüzde 51 ile değil en az yüzde 70’in üzerinde bir mutabakatla geçmesi sağlıklı ve doğru olan yol olurdu. Yine OHAL şartlarında yapılacak bir referandum, tıpkı 1982 Anayasası gibi, sürekli tartışılacaktır. Ne yazık ki bu yönde yapılan samimi ikazlar dikkate alınmamıştır.

 

Dolayısıyla, bu önerinin referandumda kabul edilmesi hâlinde, sistem uygulanmaya geçilmeden önce birtakım tedbirlerin hayata geçirilmesi elzemdir. Mesela, bu durumda seçim barajının kaldırılması veya en fazla yüzde üç olması düşünülmelidir, zira barajın varlık sebebi yönetimde istikrar sağlamaktı. Yürütme erki cumhurbaşkanına tevdi edileceğine göre denge ve denetleme boyutu da dikkate alınarak millî iradenin Meclis’te mümkün olan en geniş şekilde temsil edilmesi şarttır. Bunun yanında cumhurbaşkanının, “parti yöneticisi olmaması, yönetici ise seçildiği takdirde yönetim görevinden istifası” da kanunla düzenlenmelidir. (Seçilmiş cumhurbaşkanına, atanmış yardımcılarının değil seçilmiş meclis başkanının vekâlet etmesi gerekirdi; maalesef referanduma sunulan metinde bu yapılmamıştır.). Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nda yapılacak değişikliklerle ön seçimle adaylığın yüksek bir oranda sağlanması da bir başka gerekliliktir. Ancak bu ve benzeri tedbirler hayata geçirildiği takdirde güçlü yürütmeyi dengeleyecek bir yasama organı ve dolayısıyla nispeten bağımsız bir yargıdan bahsedebiliriz.

 

Biz bu süreçte çatışmacı ve ötekileştirici bir üslup ve söylemi kesinlikle tasvip edemeyiz. Siyasiler bunu yapabilirler ama Türk milletinin birliği davasına kendini adayan Türk Ocaklılar bunun dışında kalmalıdırlar. Türk Ocaklılar zaten, kendi hür vicdanlarıyla, hür fikirleriyle kendi reylerini ortaya koyabilen, fikir namusuna sahip fertlerdir. Her halükârda, kurumsal yapı olarak parti siyasetine karışmamak ilkemizin de doğrultusunda yürütülecek propaganda faaliyetlerinde yer almamız söz konusu değildir. Biz ancak ilmî ve fikrî açılardan tespit ve tekliflerimizi dile getirmek ve bunu milletimizle paylaşmak durumundayız.

 

Türk Ocakları, anayasa konusunda, bu konunun tartışılmasına paralel olarak görüşlerini açıklamış, hatta zamanında bir kitapçık hâlinde Meclis’e ve kamuoyuna sunmuştur. Pek çok vesile ile de bunları tekrarlamıştır. Mesela, 3 Haziran 2011 tarihli Gerede Toplantısı Bildirisi’nde şunlar ifade edilmiştir:

 

“Seçimlerden sonra teşekkül edecek Meclis’in gündemine Anayasa değişikliğinin gelmesi muhtemeldir. Çeşitli çevre ve zeminlerde tartışılan ve teklif edilen, devletimizin kuruluş felsefesini değiştirmeyi amaçlayan görüşlere itibar edilerek devletimizin adının, vasfının tartışma konusu yapılması büyük sosyal çalkantılara sebep olacak; meydana gelecek istikrarsızlık, ülkenin idaresini güçleştirecektir. Meclis’te yer alacak partilerin, bu gerçeği nazar-ı dikkate alarak söz konusu hususların müzakereye açılmasına dahi izin vermelerini mahzurlu görmekteyiz.”

 

En son yaptığımız Şube Başkanları istişare toplantısında (15 Ekim 2016 Ankara) yayımlanan bildiride ise “Emperyalist güçlerin ülkemiz üzerindeki planlarını gerçekleştirmek için son hamlelerini yaptığı bu günlerde, sistem tartışmaları ile yeni iç çatışmalara sebebiyet verilmemeli; böyle bir tartışmanın zaruret olması hâlinde ise her meseleyi istişare ve uzlaşma kültürü çerçevesinde müzakere etmeliyiz. Millî devlet, üniter yapı ve kuvvetler ayrılığını teminat altına alarak demokratik cumhuriyeti güçlendirmeliyiz.” ifadesi yer almıştır.

 

Kuruluş amacı “Türk milletini yüceltmek” olan ve “parti siyasetinin dışında” kalmayı ilke edinen Türk Ocakları, milliyetçilik anlayışının tabii bir sonucu olarak millî iradeye, onun vereceği karara saygılıdır. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü hâl şartlarında millî iradenin sağlıklı bir şekilde tecellisinin ne derecede mümkün olduğu tartışmalı olsa da büyük Türk milletinin basiret ve ferasetine güvenmekten başka çıkar yol yoktur. Temennimiz, ülkemizin en kısa zamanda ve en geniş mutabakatla, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, millî devlet ve üniter yapı temelinde yapılacak olan yeni ve millî bir anayasa ile güçlü bir yürütme, güçlü ve icrayı denetlemekte etkili bir yasama ve bağımsız ve tarafsız bir yargıdan oluşan dengeli bir sisteme kavuşmasıdır.

 

Mevla görelim neyler/Neylerse güzel eyler.