Sistem ve Beka
Yoğun bir gündemle hakikaten çok hassas ve tehlikeli bir dönemeçten geçiyoruz. Aslında bu, bütün dünya için geçerli. Biz de aynı sürecin yansımalarından etkileniyoruz. Özellikle medeniyet coğrafyamızda yoğunlaşan yeni küresel egemenlik mücadelesi, sadece siyaseten değil her bakımdan geleceğimizi şekillendiriyor.
Ziya Gökalp Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinin “Milliyet ve İslamiyyet” başlıklı bölümünde şunları söyler:
“İslam âleminin son ümidi olan Osmanlı Devleti’ni yüz seneden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslamiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslamların lehine dönerek yaptığı mazarratları telafi etmeğe çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir.
Evet! Romanya’yı, Sırbistan’ı, Karadağ’ı, Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Sisam ve Girit adalarını doğurarak Osmanlılığı her rub’-ı asırda inkısamlara uğratan ve en sonra Rumeli’nin elimizden çıkmasına sebebiyet veren, bu müthiş fikirdir, bu fikir marazî bir mikrop değil, içtimaî bir maya idi. Maateessüf bugüne kadar mahiyetini anlayamadık. (…) Bu asrın milliyetler asrı olduğunu hissedemedik. Bu içtimaî kuvveti biraz da İslâmlığın, Osmanlılığın menfaatinde istihdam etmeği hatırlayamadık.”
Millî Devlet ve Üniter Yapı Tercihi Tarihî Şartların Zaruri Sonucudur
Birilerinin bugün “doksan-yüz yıllık parantez” klişesiyle tahfif ve tahkir etmeye çalıştığı Cumhuriyet ve onun devlet ve millet telakkisi, aksak ve yanlış bazı uygulamalar bir yana, işte böyle bir tarihî zaruret ortamında vücut bulmuştur. Cumhuriyet’in ve millî devletin, birtakım insanların ecdat düşmanlığının sonucu olduğunu iddia edenler ne tarih biliyorlar ne de sosyoloji. Sanki Hz. Peygamber döneminden itibaren bütün Müslümanlar yekpare bir siyasi birlik hâlinde yaşamışlar da birileri, İngilizlerin ve Yahudilerin planlarına alet olarak bunu parçalamış. Böyle saçma fantezileri “tarih”, “tarihin şifresi” diye takdim ederek kişisel çıkar peşinde koşanlar, elbette her devirde olacaktır. Ancak devleti yönetme ve yeniden yapılandırma makamında olanların, sağlam bir tarih bilgisine dayalı bir tarih bilincine sahip olmaları son derecede önemli bir gerekliliktir. Bazı kesimlerin Cumhuriyet’i bir “parantez” olarak görme eğilimi ise sakat bir zihniyetin tezahürüdür. Tarihimiz bir bütündür. Hunlar ve hatta onların atalarından başlayan binlerce yıllık bir devlet geleneğimiz var. Bugünkü Türkiye coğrafyasında ise bin yıllık Selçuklu-Beylikler-Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde bir tarihimiz var. Bunun değerini idrakten aciz bazı kesimlerin, tarihimizin dönemlerini ve abide şahsiyetlerini birbirleriyle yarıştırma ve çatıştırma gayretleri, çarpık zihniyetlerin yansımasıdır.
Sistem Değişikliğini Gerçekçi Bir Şekilde Tartışmalıyız
Devlet sistemleri, yönetim düzenleri tarihî tecrübe sonucunda şekillenir ve geleceği inşa için tasarlanır. Yani, bir ülkenin temel düzenini belirlerken en önemli unsurlar, geçmişin birikimi ve gelecek tasavvurudur. Tabiatıyla bunları dünyanın genel gidişatı, ülkenin toplumsal ve ekonomik yapısı çerçevesinde düşünmek icap eder. Bugün 1910’ların veya 1920’lerin dünyasından farklı bir dünya, farklı bir Türkiye var. Ancak her şeyin tamamen farklı olduğunu söylemek de o kadar kolay değil. Eski defterleri karıştıran birilerinin yüz yıllık hesabı, bugünün şartlarında yeniden görme peşinde olduğuna dair işaretler de var. Tabiatıyla bu hesabın bir de bin yıllık boyutu var ki, oraya şimdilik girmeyelim. Konumuz açısından asıl önemli nokta, geçmişten tevarüs ettiğimiz meselelere günümüz şartlarında çözüm arayışlarının olağan oluşudur. Bununla birlikte, tarihî tecrübeyi doğru değerlendirmeden yapılacak işlerin, ileride telafisi mümkün olmayan sonuçlar üreteceğini de akılda tutmalıyız.
Ülkemizin temel sorunlarına çözüm arayışı çerçevesinde halk oylamasına sunulan anayasa değişikliği teklifini; demagojiden, popülist söylemlerden uzak; aklıselimin hâkim olduğu bir iklimde tartıştığımız söylenemez. Teklifin neden “beka meselesi” açısından vazgeçilmez olduğu konusunda ikna edici bir gerekçeyi, bugüne kadar işitmedik. İki başlılığın ortadan kalkacağından başka, elle tutulur bir iddia yok. Bazı yetkililerin bu sistemle terörün sona ereceği, ülkenin bölünme tehdidinin ortadan kalkacağı gibi söylemlerinin ise altı, maalesef boş. Ülke yönetiminin tek kişinin eline verilmesiyle yani Başbakan başkanlığında bir Bakanlar Kurulu yerine her şeyin Cumhurbaşkanı tarafından yönetildiği bir sisteme geçmekle terörün nasıl bitirileceği anlaşılamıyor. Bu yaklaşım, çokça eleştirilen kadim zihniyetimizin, bürokratik düşünce geleneğinin bir tezahürüdür. Bütün sosyal meseleleri idari basamağa indirgeyip hukuki ve idari düzenlemelerle halledebileceğimizi zannediyoruz.
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinden sonra sistemde yaşanabilecek sorunları ön görmemek, siyasi körlükten başka bir şey değildi. Buna rağmen Haziran 2015 seçimlerinde halkımız, “Başkanlık Sistemi” isteklerine olumlu cevap vermedi. Ne var ki 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’yi her açıdan derin bir şekilde sarstı. O bakımdan devletin işleyişinde yeniden yapılanma arayışına girilmesi gayet doğal ve gerekliydi. Bununla birlikte bunu yaparken mümkün olan en geniş mutabakatın sağlanması ve yasama-yürütme-yargı arasında denge ve denetleme mekanizmalarının sağlam bir şekilde kurulması gerekmekteydi. Maalesef bu eksiklerle birlikte bir halk oylaması kararı çıktı.
Kaygılar, Riskler ve Sorunlar
Şurası bir gerçek ki, 1982 Anayasası’nda 1980’lerden bugüne kadar yapılan değişiklikler, bu Anayasa’nın insicamını tamamen bozmuştur. Onun için biz aslında daha önceki tartışmalar sırasında da yeni ve millî eser niteliğinde bir anayasa yapmanın zaruri olduğunu savunmuştuk; hâlâ da aynı fikirdeyiz. Mevcut teklifin, aslında, Türkiye’de şu anda fiilen yürürlükte olan icra biçiminin bir sisteme kavuşturulmasından başka bir anlamının olmadığını düşünmek istiyoruz. Ne var ki, bu teklif kabul edildikten sonra, bu defa başka siyasi aktörlerle ülke yönetim düzeninde farklı sistemlerin konuşulup konuşulmayacağından da emin değiliz. Suriye ve Irak’taki gelişmeler, Barzani’nin ziyareti sırasındaki bayrak hadisesi bu yöndeki endişeleri arttırmaktadır.
Teklife yönelik en ciddi eleştiriler, mantıki temeli zayıf bir takım iddialarla geçiştirilmeye çalışılıyor. Bu sistemin, “demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığını daha da zayıflatabileceği” argümanına karşı Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu ve Meclis tarafından hakkında yapılabilecekler ileri sürülüyor. Tabii bu arada çok mühim bir ayrıntı gözden kaçırılıyor. Yeni sistemdeki Cumhurbaşkanı, eski sistemdeki Cumhurbaşkanı olarak kalmayacak; ona ek olarak Başbakan ve hükûmetin işlev ve yetkilerini de üstlenecek. Doğaldır ki, bu kadar kudretli bir makam sahibinin sorumsuz olması, ancak mutlakıyet rejimlerinde olur. Yine “Cumhurbaşkanı’nın yargı ve yasama üzerindeki belirleyici etkisi” hakkındaki eleştirilere de sadra şifa cevaplar yok. Bazıları, halk oylamasından sonra Seçim ve Siyasi Partiler Kanunu’nda yapılacak değişikliklerle bu alanda dengenin sağlanacağını söylüyor ama bu hususta teklifi getirenlerin kesin ve açık bir taahhüdünü henüz göremedik. Seçim barajının kaldırılması ve ön seçimin getirilmesi hâlinde, Meclis’in temsil gücünün artacağı kanaatindeyiz. Tek kişinin yürütmeyi belirlediği bir sistemde, ancak güçlü ve millî iradeyi layıkıyla temsil eden bir Meclis sayesinde, bir ölçüde denge mekanizmaları kurulabilir.
Bu noktada, sosyal meseleleri idari meseleye çevirme eğilimi dolayısıyla yukarıda da ima ettiğimiz gibi, çok temel bir yanılgı veya çarpıtmaya dikkat etmemiz lazım. Hukuk; fert, millet ve devlet hayatı bakımından temel bir referans çerçevesidir. Ancak “ideal” veya “parlak” hukuk metinleri yazarak bir milleti, devleti yükseltmek söz konusu değildir. Hukuki metinler, bir toplumun gelecek tecrübesinden süzülerek gelen, bugününü düzenleyen ve geleceğine de yön veren metinlerdir. Bununla birlikte hayatın gerçekleri, salt yazılı kurallarla biçimlenmez. Gelenek ve teamüllerle birlikte yeni yaklaşımlar, devamlılık ve değişmenin beraber yoğurduğu bir geleceğe doğru gitmemizi sağlar. İşte bundan dolayıdır ki, anayasalardan mucize beklemek yanlıştır. İngiltere’nin yazılı bir anayasası olmadığını hepimiz biliriz. Güçlü teamül ve gelenekler, bazen yazılı metinlerden çok daha etkili olabiliyor. Ülkemizde, 1876’dan bu yana, anayasa hükümlerinin çiğnenmesine sayısız örnek verebiliriz.
Bu tespitler, ne anayasanın ne de yapılacak değişikliğin değerini ve önemini küçültmek anlamını taşır. Tam aksine, bu anayasa değişikliğinin şu veya bu yönde sonuçlanması hâlinde, ileride kesinlikle şu veya bu sonuçları doğuracağı biçimindeki çarpıtmalara dikkat çekiyoruz. Daha açık bir ifadeyle, bu anayasa değişikliği kabul edilirse “Dikta gelecek ve Türkiye bölünecek.” ya da tam tersine, bu teklif kabul edilirse “Terör bitecek, darbeler devri kapanacak.” gibi iddiaların siyasi kültürümüzü ve müktesebatımızı hesaba katmayan demagojik beyanlar olduğunu söylemek istiyoruz. Yapılacak değişiklik çok önemli sonuçlar doğuracaktır. Bunların bazıları öngörülebilir ama öngörülemeyen olumlu veya olumsuz sonuçlar da olacaktır. Yine, Başbakanlık’ın kalkması ve Parti Genel Başkanı olacak bir tek yetkili Cumhurbaşkanı’nın görev yapması, sistemde kuvvetler ayrılığı bakımından ciddi bir sorundur. Tekrar ifade ediyoruz: Teklifin kabulü hâlinde, bu sorunun aşılması için Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Bugünkü yasalar ve milletvekili adaylarının belirlenmesindeki teamüller devam ederse iktidar partisi genel başkanlığını, bir cumhurbaşkanının tek başına yürütmeyi uhdesinde bulundurması yanında, yasama organını ve yargıyı da şekillendirmesi çok yüksek bir ihtimaldir. Dolayısıyla bu teklif halk oylamasında kabul edilirse bahsettiğimiz adımların atılması zorunludur, aksi hâlde demokrasiden bahsetmek güçleşecektir.
Millî İrade Özgür Biçimde Tecelli Etmelidir
Bu kampanya sürecinde farklı fikirlerin dürüstçe ve özgürce tartışılması, korku iklimi yaratmaya çalışanlara karşı demokratik hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesi, millî iradenin layıkıyla tecellisi ve ötekileştirici beyan ve üsluptan kaçınılması hayati önem taşımaktadır. Devletimizin beka sorunu için bu sistemi çözüm olarak önerdiğini söyleyen siyasilerin de bu değişikliğin beka sorununu ağırlaştıracağını ileri süren siyasilerin de bekanın temel şartlarından olan millî birliği tahrip edici söylem ve eylemlerden kesinlikle kaçınmaları, samimiyetlerinin göstergesi olacaktır. Bu bakımdan “evet” oyu verecek olanların da “hayır” oyu verecek olanların da kararlarının aynı derecede saygıya layık olduğu noktasında ortak bir söylem benimsenmeli, taraflar kendi tezlerinin haklılığını ortaya koyarken başka türlü oy verecek kitleleri rencide etmemelidir.
İnanıyoruz ki; Hak şerleri hayreyler ve Mevla, neylerse güzel eyler.