Basiret ve Teenni

Bazı atasözleri ve vecizelerimiz, sayfalarca anlatılacak bir konuyu bir cümlede ifade eder. “Acele işe şeytan karışır.” bunlardan biridir. Meseleleri etraflıca düşündükten sonra karar verip uygulamak hakkında söylenen bu sözün, bir kelimeyle ifadesi de mümkün: Teenni. Kelimenin sözlük anlamı “yavaş gitme; ilerisini düşünerek acelesiz davranma”dır.

Temkin, teenni gibi kelimeler bize, içinde yaşadığımız “hız çağı”nda modası geçmiş gibi görünebilir. Merhum Sabri Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası adlı eserinde “Ortaçağ zihniyeti”nin ağırlığı ve yavaşlığına örnek gösterirken buna işaret eder; “Tiz reftar olanın pâyine damen dolanır/Erişir menzil-i maksuda aheste giden” şeklinde ifade edilen bu temkin ve teenni temelli zihniyeti eleştirir. Bunda tamamen haksız olduğu söylenemez zira burada ifrata gidilirse meseleleri halının altına süpürmek, idare-i maslahat etmek vb. de mümkündür. Ancak tefrite de düşmemek icap etmez mi? Süratli çözüm üreteceğim derken ilerisini gerisini düşünmeden atılan adımların, telafisi mümkün olmayan hasarlar doğurması hâlinde ne yapacağız? Onun için yöneticilerin bazı hadiselerde gecikmeksizin tavır koymaları kadar teenni ile hareket etmeleri de elzemdir. Tabii bunu sağlayacak özellikler de basiret ve feraset, yani öngörü, anlayış ve seziş yeteneğidir.

Türkiye, özellikle son yıllarda bazı meselelerini çözmeye çalışırken uluslararası sistemin karmaşıklığından kaynaklanan ayrıntıları iyi hesap edememekten dolayı sıkıntılarla karşılaşıyor. Kuzey Irak Kürt yönetimi ile “iyi ilişkiler” kurup kendi “Kürt Meselesi”mizi “demokratik açılım” ve “çözüm süreci” ile halletmeye çalıştık ama sonucu hendek savaşları oldu. Suriye’de ön alıp etkili olmaya karar verdik ama pek çok muhalifin de ikaz ettiği gibi sonuç, uzun süren ve daha ne zaman biteceği belirsiz bir Suriye iç savaşı ve onun içinden de PKK’nın Suriye uzantısının hâkimiyet bölgesinde bir devletçik projesi oldu. İçeride, askerî-bürokratik vesayeti kaldırma perdesi altında yürütülen bir kampanya sonrasında yargı, emniyet, idare ve ordunun bugün FETÖ olarak tescillenen yapının hâkimiyetine girmesi ve akabinde yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminin yol açtığı ağır siyasi, sosyal ve psikolojik tahribat yaşandı. Doğrusu bu kadar yıpratıcı ve yorucu darbeler, saldırılar ve düşmanlıklar karşısında hâlâ direncimiz varsa bunun en önemli sebebi, bütün bu tahribata rağmen sahip olduğumuz devlet geleneğimiz ve milletimizin genlerinde bulunan millet ve devlet olma şuurudur.

Bu konuların ve etrafımızdaki gelişmelerin 1990’lara ve öncesine uzanan hangi büyük plan çerçevesinde başımıza dert açtığını, küresel egemenlik mücadelesinin boyutlarını, Müslümanlar ve Türkler olarak bizim hatalarımız ve sorumluluğumuzun ne olduğunu geçtiğimiz yıllarda çok yazdık ve konuştuk. Ancak yapılması gerekenler konusunda en önemli nokta, belirli bir stratejiye göre hareket edilmesidir. Yani bir devletin tavırları, insiyaki ve tepkisel olarak değil; meselelerin kısa, orta ve uzun vadeli sonuçlarını, atılacak adımların yol açabileceği karmaşıklıkları enine boyuna ölçüp tartan bir yaklaşımın neticesinde belirlenmelidir. Biz burada, son gelişmelerle bağlantılı olarak teenni ve temkin ile hareket etmemizi âdeta haykıran örnekler üzerinde duracağız. Bunlardan biri Katar meselesi öteki de süregelen FETÖ yargılamaları ve kamudan ihraçlar konusudur.

İlk konu, bir müddettir mahiyetini anladığımız ve artık eski hatalarımızın farkına vardığımız, medeniyet coğrafyamızın tanzimine dönük küresel projeyle bağlantılı. Bize “yeni Osmanlı” havucunu gösteren üst aklın esas hedefinin, bölgede ikinci İsrail’in kurulması olduğu daha 1990’ların başında açıklanan haritalarda görülüyordu. Tabii arada iki ileri bir geri misali bizim gönlümüzü hoş eden açıklamalar, verilen garantiler de oldu. Ama ana hedeften sapılmadı. Nitekim en büyük müttefikimiz(!), Rakka operasyonunu Türk Devleti’nin terörist gördüğü ve bekasına tehdit saydığı PYD/YPG/SDG ile yapmakta beis görmedi. Cumhurbaşkanı’nın ziyareti de bu kararı değiştirmedi. ABD açıkça bizim terörist dediklerimize ağır saldırı ve savunma silahları veriyor(Bunların geri alınacağına dair yazılı taahhütlerin akıbeti PYD güçlerinin Menbiç’ten çekileceği hakkındaki söze benzeyecek). Hükûmetin Ortadoğu’da en önemli müttefiki olan Katar’a karşı Suudi Arabistan önderliğinde başlatılan tecrit kampanyası, ABD’nin tartışmalı Başkanı Trump’ın seyahatinden sonra geldi. Biz, Ortadoğu’da sözde bahar olarak adlandırılan vekâlet savaşlarının, “Müslümanların kanları ve kaynakları” üzerinden yürütüldüğünü telaffuz ediyoruz. Nitekim Trump da son derecede kârlı silah satışı anlaşmaları yaparak kaynaklar üzerinden tahsilatını yaptı.

Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, Libya, Mısır ve Suriye politikalarımızdan ders almamız ve bu derslerin gereğini yapmamız gerekiyor. Katar krizinde,  Katar’ın gerek yaptığı yatırımlar gerekse dostluğu bizim bu meselede müdahil olmamızı gerekli kılıyordu. Bu hareketin bizatihi Türkiye’ye yönelik olduğu da açıktır. Bununla birlikte diplomatik yaklaşım, ileride meydana gelebilecekleri de öngörerek yani basiretle uzlaştırıcı ve taraflara eşit mesafede bir dil kullanılmasını, yani Suudileri ve müttefiklerini de ikna edici bir yaklaşımı gerektiriyor. Nitekim bu meselenin esası Müslümanların “kaynakları” idi ve ABD ile Katar arasında yapıldığı söylenen uçak alım satımı anlaşması, işi kısmen tatlıya bağladı. (Son açıklamalara göre Sayın Cumhurbaşkanı, Suudi Kralı ile telefonda görüşmüş ve Almanya’da yapılacak G-20 zirvesinde de görüşülecekmiş.)

Öte yandan, ABD’nin Suriye uçağını düşürmesi ise özellikle IŞİD’in kontrol ettiği bölge üzerindeki paylaşım savaşında belirli bir aşamaya gelindiğini gösteriyor. ABD, Fırat’ın doğusu ve Menbiç’i de kapsayan bölgede PYD Kürdistanı’nı kurmaya azimli; Rusya ise doğrudan PYD’ye karşı çıkmıyor ama rejimin kontrol ettiği alanın daralmasına da karşı görünüyor. Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeye yönelik IŞİD ve YPG saldırıları ile birlikte düşünüldüğünde, ileride Türkiye’nin bu bölgeden çıkarılmasına yönelik hamleler gelebileceği ve böylece PKK koridorunun tamamlanabileceği ihtimal dâhilinde. Dolayısıyla Barzani’nin referandum kararı ve Suriye’deki gelişmeler, önümüzdeki aylarda sürecin çok daha tehlikeli bir dönemece girebileceğinin işaretleridir. Türk Devleti, bu konularda basiretli davranmak ve kararlı bir tavır sergilemek zorunda. Hangi saiklerle olursa olsun Kuzey Irak yönetiminin referandumunun ve hele Kerkük’ün bu oylamaya dâhil edilmesinin kesinlikle tanınmayacağının ilan edilmesi şarttır. Yine aynı şekilde, sözde müttefiklere de Suriye’de çeşitli adlarla faaliyet gösteren PKK unsurlarının (PYD/YPD/SDG) Suriye’nin kuzeyinde bir devletçik kurmalarına asla müsaade edilemeyeceği, Süleymanşah Türbesi’nin asli yerinin hukuken Türk toprağı olduğu, buranın ve Türkiye’den oraya uzanan yolun hiçbir terörist unsurun kontrolünde bırakılmasının söz konusu olamayacağı, açık ve kesin bir şekilde bildirilmeli ve gereği yapılmalıdır. Coğrafyamızı paramparça etmeye azimli küresel egemenlere karşı net bir duruş sergilemezsek kendi ülkemizde de aynı akıbete duçar olacağımız galip ihtimaldir. PYD’ye alenen gönderilen silahlar ikinci bir çuval hadisesidir, yutmamalıyız. Türk devleti, bin yıldır var olduğu bu vatan için ödenecek başka bedeller varsa ona da hazır olduğunu herkese ilan etmelidir.

 

***

15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında ilan edilen OHAL sürecinde, FETÖ üyesi veya FETÖ ile irtibatlı ve iltisaklı oldukları gerekçesiyle kamudan ihraç edilen kişilerle ilgili durum da bu hususta çarpıcı bir örnektir (Tutuklama ve yargılamalar ayrı bir konu olduğundan burada sadece açığa alma ve ihraçlar üzerinde duracağım.) Burada da işlemlerin hukuk devleti normlarına uygun bir çerçevede yapıldığını kimse iddia edecek durumda değil. Yaşanan darbe girişiminin mahiyeti ve sonuçları dikkate alındığında, ilk günlerde verilen tepkilerin olağan olduğu açıktır. Elbette ki devletin temellerine dinamit koyan bir girişimin faillerine başka türlü muamele edilemezdi. Burada yalnızca komutanlarının emriyle olaylara karışan erler konusunda daha baştan dikkatli bir tavır alınabilirdi ama fiilen darbeye iştirak eden rütbeli şahısların devlet kadrolarından ihracı ve tasfiyeleri normalin ötesinde zaruri idi.

Ne var ki, fiilen darbe teşebbüsüne katılmamış, FETÖ denilen yapının teşkilatlanmasında yer almamış, ilişkileri bir bankaya para yatırmak, dershane veya okullarda öğrenci veya öğretmen olarak bulunmak, yurtlarda kalmakla sınırlı olan, yapının sempatizanı düzeyindeki kişiler hakkında verilen ihraç kararlarının, aynı derecede olağan, zaruri ve haklı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Yine, FETÖ ile alakası olmayan, milliyetçi camiaya mensup çok sayıda kişinin, gerek üniversitelerde gerekse diğer kamu kuruluşlarında şahsî çıkarlar veya kurum içi çekişmelerin neticesinde, salt ihbarlara dayalı olarak açığa alındıkları ve ihraç edildikleri de bilinmektedir. Bu noktada, söz konusu yapıyla bu şekildeki bağlantı veya ilişkilerin hangi tarihten itibaren suç olduğu konusu da hukuken son derecede tartışmalıdır. Burada en doğru yaklaşım, ne zaman ve nerede olursa olsun kanunlara aykırı eylemleri olanlar yani darbe teşebbüsüne fiilen katılan ve yardım edenler, sınavlarda soru çalan ve çalıntı sorularla memuriyet kazananlar, başkalarına kurulan kumpaslarda rol alanlar vb. hakkında gerekli soruşturma ve yargılamaların yapılmasıdır.

Son dönemde gerek yargılamalar gerekse CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı “Adalet yürüyüşü” vesilesiyle bu konular yoğun olarak tartışılıyor. Biz, daha önce de müteaddit defalar açıkladığımız gibi, içindeki malzemenin kimlere gittiğinden bağımsız olarak “MİT Tırları Operasyonu”nun ihanet olduğunu, bununla ilgili haberler ve açıklamalarda Türkiye’yi savaş suçlusu durumuna düşürebilecek ifadelerin masumiyetten kaynaklanmadığını düşünüyoruz. Başta sözde büyük müttefik olmak üzere, coğrafyamızdaki terör örgütlerini, ağır silahlar dâhil, silahlandıranları görmeyip sınırımızda soydaş ve akrabalarımızın yaşadığı bir ülkeye yönelik politikamızı-yapılan hatalar hariç- eleştirenleri de kesinlikle tasvip edemeyiz. Buradaki duruşumuz açıktır. Bununla birlikte, adaletin layıkı veçhile tecellisi de hepimizin özen göstermesi gereken bir husustur. Mağduriyetlerin bir an önce giderilmesi de suçluların hak ettiği cezaya çarptırılması da adaletin gereğidir. Bu noktada rehberimiz, hukuk devleti ilkeleri olmak zorundadır. İdari açıdan ise devleti yönetenlerin özellikle yönetim makamlarına ve önemli görevlere atamalarda FETÖ tecrübesinden gereken dersleri çıkarmaları hayati önem taşır. Onun içindir ki, aynı zamanda Kur’an’ın da emri olan iki evrensel yönetim ilkesini sözde değil, özde benimsemek ve uygulamak zorundayız: Adalet ve liyakati yani emaneti ehline vermek.

Hamiş: Ülkemiz ve İslam dünyası, yine terör ve savaşların gölgesinde bir bayramı idrak edecek. Geçmişimiz bizim için bir ilham kaynağı olduğu kadar bir ibret kaynağıdır da. Yaşadıklarımızı doğru değerlendirip gerekli dersleri çıkararak barış ve huzur içinde nice bayramlara erişmeyi ümit ediyor; Türk milletinin, Türk dünyasının ve bilumum İslam âleminin bayramını kutluyorum.