Bir Yıl Önce Bir Yıl Sonra: 15 Temmuz Musibetinden Ders Aldık mı?
15 Temmuz 2017’de ülkemiz, daha önce yaşanan darbeler ve darbe girişimlerinden çok farklı bir darbe girişimine maruz kaldı ve uğradığımız derin tahribatın etkileri bir yana, milletimizin fedakârlığı ve vatanseverliği sayesinde bunu atlattı. O günden bugüne 15 Temmuz darbe girişiminin sebepleri, arkasındaki güçler, hadisenin seyri ve sonuçları hakkında sayısız yazı yazıldı; program ve belgeseller yapıldı. Aslında bazı şeyler çok açık ve net ama bazı gri alanlar da yok değil.
Tartışılmayacak noktaların başında, bu darbe girişiminin aktörlerinin on yıllarca “cemaat” ve “hizmet hareketi” olarak devlet yöneticilerimiz de dâhil pek çok çevre ve kurumun müzaharetiyle büyüyen ve özellikle 17-25 Aralık (2013) sürecinden sonra Paralel Devlet Yapılanması (PDY), darbe girişiminin hemen öncesinde ve bilhassa da darbeden sonra yaygın olarak FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) olarak adlandırılan yapıya mensup olduklarıdır. Her ne kadar darbe girişimi içinde bu harekete mensup olmayan askerlerin de yer aldığı anlaşılıyorsa da darbeyi yöneten sivil imamların görüntüleri ve eylemleri, bugüne kadar iddianamelerden basına yansıyan –az da olsa- itiraflar vb. darbe girişiminin orduda yapılacak tasfiye öncesinde bu yapıya mensup subaylar eliyle gerçekleştirildiğini göstermektedir. Yazımızın ana konusu bu olmadığı için bunun üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağım.
Burada, son bir yılda bu darbe girişimi üzerine gerek bu yapıya yönelik ihraç, tutuklama, yargılama vb. tedbirlerden gerekse devletin yeniden yapılanmasında tutulan yoldan hareketle bu büyük musibetin nasihate dönüşüp dönüşmediğini irdelemeye çalışacağım. Bunu yaparken, 15 Temmuz’un hemen akabinde bir iki ay içinde şahsen yazdığım yazılarla Türk Ocakları olarak yayınladığımız bildirilerdeki tespit, teşhis ve tavsiyelere kısa atıflar yapacağım.
Yazılarımızda ısrarla üzerinde durduğumuz noktalar şunlardır:
1. Devlet yönetiminin “adalet” temeline dayandığı, dolayısıyla bundan sonra bu ilkenin titiz bir şekilde uygulanması gerektiği. Esasen, neredeyse herkesin giderek daha sık dile getirdiği bu hususu, biz daha önceki yazılarımızda ve bilhassa 17-25 Aralık sürecinde de sıkça gündeme getirmiştik. Kamudan ihraçlar hakkında 6 Eylül 2016’da yayımladığımız bildiride bunu şu şekilde ifade etmiştik:
“Olağan dışı bir dönem yaşadığımızın farkındayız. Ancak şunu asla hatırdan çıkarmamalıyız: Bir devlet ancak ve yalnızca adaletle ayakta durabilir. Adalet, herkese hakkını vermektir; bu manada suçlulara da hak ettikleri cezayı vermektir.”
Bugün gelinen noktada ise şikâyetlerle ilgili OHAL Komisyonu kurulmuş, mevzuat hazırlanmış ve şikâyetler alınmaya başlanmıştır. Bu olumlu bir adım olmakla birlikte FETÖ mücadelesinin sulandırıldığına ve geniş kesimlere yaygınlaştırılmasının odaktan uzaklaşılmasına sebebiyet verdiğine dair kaygıları giderecek adımların atıldığını söylemek zordur. Tekrar edelim ki adalet merhamet demek değildir; adalet ve insaf kişiye hakkı olanı vermektir. Hakkı olan ise kişinin eylemlerine ve vasıflarına göre tayin edilir. Dolayısıyla, devlet politikaları ve resmî uygulamalar sonucunda malum yapının etkisi altına giren veya o yapının okulları ve bankasıyla iş yapan insanları, bu yapının daha sonradan açıkça ortaya çıkan suç örgütü vasfından dolayı itham edeceksek en başta -bir kısmı dar-ı bekaya göçmüş olan- bu ülkeyi on yıllardır yönetenlerin, bu yapının içinde olup daha sonra pişmanlık ifade edenler de dâhil, bu toplumda sorumluluk mevkiinde bulunan insanların büyük çoğunluğunun hesap vermesi gerekir. Çünkü o insanların çoğunluğu, samimi duygularla, çocuklarının iyi yetişmesi için bu yapının okullarını tercih ettiler. Bugün devletimizin tepe noktalarında bulunup FETÖ’yle mücadele eden devlet adamları da dâhil pek çok kişi, bu kurumlarda okudu, bankasına para yatırdı. Onlar pişmanlık ifade edip kendilerini aklayabiliyor ama pek çok insanın sadece şüphe ve ihbar sonucu hayatı kararabiliyor. Devletin ordusu, polisi, yargısı, medyası bu yapı tarafından ele geçirilirken “uyanamayan”ların daha sonraki nedametleri kabul görüyor ama elinde gizli bilgiler olmayan sıradan insanlardan bu esirgeniyor.
Diyanet’in FETÖ raporunda da belirtildiği üzere aslında bu toplumda idari, ilmî ve entelektüel anlamda sorumluluk makamında bulunanlar olarak hepimiz sorumluyuz. Bu yapının nereye doğru yürü(tül)düğünü görmemek için kör olmak gerekiyordu, biz başımızı çevirdik. Bu gerçeği kabullendikten sonra samimiyetle bundan sonra yapılması gerekenleri ortaya koyabilirdik. En azından bundan sonraki süreçte, adalet ilkesine ve hukuk devleti gereklerine uygun bir şekilde hareket edersek hem hataları telafi etmiş oluruz hem de darbenin faillerinin ve FETÖ’nün suç olan eylemlerinde rol alanların hak ettikleri cezalara çarptırılmalarını sağlarız.
2. Devlet kadrolarında istihdam ve terfilerde ehliyet ve liyakat ölçülerinin önemi ve bu çerçevede herhangi bir cemaat, tarikat veya gruba mensubiyetin avantaj veya dezavantaj olmaması. Gerek 19 Temmuz’daki bildirimizde gerekse sonraki yazı ve bildirilerimizde bunu sürekli vurguladık:
“Makam ve mansıpların şu veya bu cemaat, parti veya gruba mensubiyet temelinde değil; ehliyet ve liyakat ölçülerine göre verilmesi, sağlam bir devlet düzeninin ve toplum barışının olmazsa olmaz şartıdır.”
Maalesef bu noktada da gerekli dersin alın(a)madığını gösteren sayısız örnek var. Önceki örnekler (rektör seçimleri döneminde yapılan atamalar vb.) bir yana özellikle son günlerde Millî Eğitim Bakanlığının yönetici kadrolarına atamalarda bir sendika mensuplarının açık ara önde çıkmalarında, bu durum bariz şekilde görüldü. Türkiye, artık bu gibi hususlarda her bir kurumda açık, şeffaf ve olabildiğince nesnel ölçütlere göre belirlenen, yani ehliyet ve liyakati ön planda tutan yöntemleri kesinlikle taviz vermeden uygulamak konumundadır.
Unutmayalım ki, Türkiye’yi 28 Şubat tuzağına çeken süreçte köpürtülen laikçi dalganın en büyük hatası, dindar insanları ötekileştirmekti; bundan da tam olarak ders aldığımız söylenemez. Türkiye’de artık herhangi bir cemaat, tarikat, grup, mezhep veya inanca sahip olmak ne avantaj ne de dezavantaj olmalı, devlet bütün yurttaşlarına eşit mesafede bulunmalıdır. Bunun yolu ise cemaatleşmekten değil milletleşmekten geçiyor. Cumhuriyetin en önemli birikimlerinden biri olan millî birlik şuuru ve anlayışı, maalesef, etnik aidiyetlerin sürekli öne çıkarılması ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan bazı uygulamaların bağlamından kopartılarak ve anakronik bir yaklaşımla çarpıtılması sonucunda son 15-20 yıldır zaafa uğratılmıştır.
15 Temmuz’un en önemli kazanımı, devlet büyüklerimizin de belirttiği gibi “Türk milleti gerçeği”nin farkına varılması olmuştu. Ama sonraki süreçte, söylem düzeyinde bu konuda da zaman zaman yalpalamalar oldu. Bundan da önemlisi, fiiliyatta millet olma hâline uygun olmayan, bağnaz, katı, cemaatçi tutumlara cevaz verilmesidir. Bir dinî grubun Diyanet İşleri Başkanlığını ve Kutlu Doğum Haftası’nı hedefe koyan kampanyasının Hükûmet katlarında destek bulabilmesi, bunun göstergelerindendir. Bu cemaat ve gruplar, fikirlerini özgür biçimde açıklayabilir ama siyaset mekanizması ve devlet, bu gibi konularda anayasa ve kanunlar çerçevesinde tavır koymak durumundadır.
3. 1990’lardan beri yeniden tasarıma tabi tutulan coğrafyamızda ordunun önemi, 2000’li yıllardan beri ordumuz üzerinde oynanan oyunların esasen Türkiye’yi bu noktada etkisiz kılma amacına matuf olduğu ve buna karşı ordunun reorganizasyonunda tepkisel davranışlar yerine serinkanlılıkla, bilgili ve donanımlı ekiplerle işe girişilmesi. Bu konuda darbe girişiminden hemen sonraki bir yazımızda şunları ifade etmiştik:
“Maalesef, bu menfur ve hain girişimin planlayıcıları bakımından temel hedef yapılan Türk Silahlı Kuvvetleri ağır bir darbe yemiştir. (…) Bu durumun yol açtığı sarsıntının tedavisi kolay olmamakla birlikte, bu teşhisten hareketle acilen gerekli tedavi tedbirleri alınmalı ve bu coğrafyada ayakta durmamızın en büyük teminatı olan ordumuz süratle rehabilite edilmelidir. (…) Bu girişimin, yangın yerine döndürülen Irak ve Suriye’de Türkiye’nin zaten sınırlı olan inisiyatif kullanmasının önünü tamamen kapatmayı amaçladığına şüphe yoktur.”
Darbe girişiminin bastırılmasında Cumhurbaşkanı’ndan Meclis’e, basından belediyelere pek çok kişi ve kurum etkili oldu. Özellikle vatandaşların kendiliğinden sokaklara çıkmaları da yakın tarihimiz bakımından örnek bir hadise idi. Ne var ki bütün bunların yanında darbecilere karşı olan emniyet teşkilatımız ve ordu mensuplarımızın destansı mücadele ve direnişlerinin hakkını asla göz ardı edemeyiz. Zekai Aksakallı Paşa’nın talimatıyla şehit olacağını bilerek darbenin seyrini değiştiren Ömer Halisdemir’in şahsında bütün güvenlik güçlerimizin bu fedakârca tutumu, tarihe geçmiştir. İhmal ve ihanet sonucunda orduda meydana gelen tahribat gerekçe gösterilerek ordumuzun gelenek ve teamülleri tersyüz edilmemeliydi. Rasyonel bir şekilde yapılacak reformlar hayata geçirilebilirdi. Bir yeniden yapılanma ihtiyacı varsa bu bütün kurumlar için geçerlidir. Yıllarca emniyet, yargı, sağlık, eğitim, akademiya, basın ve bürokrasi alanlarında bu yapı faaliyette idi. Tabii ki, elindeki silah gücü ile fiilen darbe yapma kapasitesine sahip olması bakımından ordunun ayrı bir önemi var ama unutulmasın ki aynı ordu, Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde “yargı” tarafından âdeta hallaç pamuğu gibi atılmış, devletin harim-i ismetine (kozmik odaya) girilmiş, gizli bilgiler düşmanların eline geçmişti. Esefle ifade edelim ki, bu ihanetin Türkiye’ye maliyeti konusunda bir bilinç oluşturulduğu söylenemez.
Bütün bunlar dikkate alınarak en azından bundan sonraki süreçte ordumuzun yeniden yapılanmasında yapılan hatalardan dönülmelidir. Bu coğrafyada güçlü ve etkili bir ordu olmazsa hayat hakkımızın da olamayacağı gerçeğinden hareketle, ortak akıl ve istişare ilkeleri doğrultusunda, farklı bakış açılarına sahip uzmanları dinleyerek bu işi yoluna koymalıyız. Ordu içinde, kurum içi hiyerarşinin dışında hareket eden hiçbir unsura kesinlikle yer verilmemesi ilkesi, sıkı bir şekilde uygulanmalı ve bu çerçevede orduda gerekli tedbirler sonuna kadar uygulanmalıdır.
4. Kamudan ihraçlarda haksızlıkların önlenmesi. Devletin on yıllardır âdeta büyüttüğü, desteklediği bir yapının kurumlarında bir şekilde bulunmuş insanların ayırım yapılmaksızın aynı şekilde muameleye tabi tutulması yerine, darbeye fiilen katılanların ve örgütün üst yöneticilerinin yargılanarak en ağır cezalara çarptırılmasına, buna karşılık samimi duygularla o hareket içinde bulunmuş ama yasalara göre suç işlememiş kişilerin mağdur edilmemesine dikkat edilmelidir. Bu konuya birinci maddeyle ilgisi gereği orada da değindik. Burada sadece şunu eklemeyi yararlı görüyorum: Tabii ki devlet, bir şekilde bu yapıyla ilişkisi olanlarla ilgili tasarruflarında dikkatli davranmak, onları önemli görevlerde bulundurmamak ve yasal düzenleme yaparak açıkta bulunma sürelerini uzatmak gibi tedbirler uygulamalıdır. Bundan sonra bir daha bu yapının veya benzeri örgütlerin devleti ahtapot gibi sarmasına karşı uyanık olmak bir mecburiyettir. Bununla birlikte, kesin ihraçlar ve tutuklamalarda daha somut ve yasal açıdan hakkaniyetli ölçütler tespit edilmesi gereği de açıktır.
*****************************
Bu süreçte, ortak akılla ve birlik içinde hareket etmemizin önemi açık olduğu halde siyasî mücadele ve kutuplaşma maalesef bunu engelledi. Anayasa değişikliği sonucunda partili Cumhurbaşkanlığının başlamasıyla bu yöndeki beklentiler de zayıfladı. Türkiye şimdiden 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenmiştir ve yapılan bütün işler bu seçimin kazanılmasına dönüktür. Siyasette elbette ki seçim çok önemlidir ve seçimlerin kazanılması için çalışılması normaldir. Ancak Türkiye’nin 15 Temmuz’da atlattığı vartanın boyutlarının ve mahiyetinin layıkıyla idrak edilemediği endişesini besleyen söylem ve eylemlere şahit oluyoruz. Türkiye ve etrafındaki coğrafya, dünya üzerindeki hegemonya mücadelesinde kilit önemi haiz. Bizi kendi yanlarına çekmek, etkisizleştirmek isteyen odaklar karşısında daha dirençli ve güçlü bir Türkiye, Türk milleti, Türk ordusu olarak ayakta kalabiliriz.
Etnik, mezhebî veya ideolojik asabiyeleri millî birlik şuurunun önüne geçiren yaklaşımların, İslam dünyasında yol açtığı görüntülerin bizim ülkemizdeki yansımalarını yıllardır yaşamaktayız. O bakımdan Türkiye, hem kendisi hem de İslam âlemi için güçlü olmak zorundadır. Devlet adamlarımız din ve tarih bezirgânlarına değil hasbî bir şekilde vatanı, milleti ve imanı için çaba harcayan ilim ve irfan sahiplerine kulak vermelidir. Çarpıtılmış tarih yorumlarıyla oluşturulan sahte yeni Osmanlı söylemlerinden medet ummak yerine tarihimize bir bütünlük içinde bakarak, aslolanın geçmişi ihya değil; geçmişten ders ve ibret alarak geleceği inşa etmek olduğunun şuuruyla hareket etmeleri elzemdir. Din alanında insanların fikir, inanç ve vicdan özgürlüklerini garanti altına alan; geleneği inkâr eden veya tersine geleneği kutsallaştıran tavırlar yerine, tarih alanında olduğu gibi, geleneği süzerek geleceğe dönük yeni yorumlara imkân veren bir atmosfere ihtiyacımız var. Başta FETÖ ve IŞİD (DAEŞ) olmak üzere, dinimizi istismar eden, dünyevi maksatlarını din perdesi altında meşrulatıran ve din adına insanlık dışı eylemleri yapan ve savunan kişi ve grupların ve bunların yaptıklarını İslam aleyhine kullanan çevrelerin etkisiyle maalesef toplulumuzda din konusunda çok vahim savrulmalar yaşanmaktadır. Ateizm ve ondan da ziyade deizm yaygınlaşmakta, dünün milliyetçi-muhafazakâr kesimler arasında dahi dine mesafeli veya soğuk söylem ve tavırlar yaygınlaşmaktadır. Buna karşı Millî Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, diğer ilgili bakanlık ve kuruluşlar (YÖK dâhil) ile STK’ler araştırmalar yapmalı ve kültürel yozlaşma ve yıkıma karşı çareler geliştirmelidir. Bütün bunların yanında çağımızda bilgi ve eğitimin belirleyiciliğinin farkında olarak bilim, teknoloji ve eğitim alanlarında bir türlü istediğimiz seviyeye gelemeyişimizin sebeplerini etraflıca düşünmek ve bu konuyu acilen ele alıp çözüme kavuşturmak durumundayız.
Hâsıl-ı kelam işimiz zordur ama biliyoruz ki bu coğrafyada bu hep böyle olmuştur. 15 Temmuz’u tarihî bağlamındaki yerine doğru oturtmaz, ondan gerekli dersleri çıkarmak yerine onu salt bazı siyasi tasavvurlarımız için araçlaştırmak hatasına düşersek doğru olmaz. Çelebi Mehmed, Fetret Devri’nden en doğru dersleri çıkaran saltanat iddiacısı şehzade olarak Osmanlı Devleti’ni ihya etti ve sonra da oğlu II. Murad ve torunu II. Mehmed (Fatih) bu devleti bir “Cihan Devleti”ne dönüştürdü. Ergenekon-Balyoz’dan MİT tırlarına, “Demokratik açılım ve çözüm süreci”nden “hendek savaşları”na, 17-25 Aralık’tan 15 Temmuz’a uzanan fetret döneminden doğru dersleri çıkarıp yapılması gerekenleri uygulamaya koyarsak Türkiye, Türk dünyası ve İslam âleminin önünde hacet kapıları yeniden açılabilir; aksini telaffuz dahi etmek istemeyiz.