“Büyük” Ortadoğu Tuzağında Son Aşama: Türkiye Ne Yapmalı?

1990’larda Irak’a ilk müdahale ile başlayan yeni Sykes-Picot projesinde, Suriye ve Irak’ın parçalanması ve sözde Kürt devleti kurulması yolunda yeni bir merhaleye gelindi. Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. Lafı eğip bükmenin manası kalmadı. Ortada BOP yani “Büyük Ortadoğu Projesi” veya YOP yani “Yeni Osmanlı Projesi” falan yok. Bunlar medeniyetler çatışması teorisinin medeniyet-içi çatışma projesi çerçevesinde Müslümanları ve Türk devletini yönetenleri, hafif bir ifadeyle söyleyelim, yönlendirmek için ileriye sürülen havuçlardı. Asıl proje, BKP (Büyük Kürdistan Projesi) görünümlü BİP’tir, yani “Büyük İsrail Projesi”dir. Elbette bunun dışında küresel güçlerin hâkimiyet mücadelesi ve yeni dengelerin kurulması da söz konusu. Ama coğrafyamızda yaşananlar, esas itibarıyla İsrail’in güvenliği, enerji ve su kaynaklarının ve dahi enerji hatlarının denetiminin kim(ler)de olacağı mücadelesidir. İsrailli sivil ve askerî yetkililerin alenen ve hiç de diplomatik üsluba başvurmadan Kürt devletinin kurulmasını destekleyen ve teşvik eden açıklamalarının açık ve örtük manaları ortadadır.

Tıpkı İngilizlerin 1910’larda bazı Arapları, Osmanlılara karşı yeni ve büyük bir Arap devleti hülyasıyla kışkırtmalarına benzer şekilde şimdi de ABD-İsrail ortaklığı tarafından Kürtler üzerinde bir oyun oynanıyor. Irak ve Suriye gibi nev-zuhur devletlerde kısmen başarılı olabildiler ama milyonlarca Müslümanın ölümü ve yerinden yurdundan edilmesi pahasına… Peki, İran ve Türkiye gibi binlerce yıllık devlet geleneğine sahip ülkelere karşı ne yapabilirler? Kanaatimizce yapmak istedikleri, bu Kürdistan projesini gösterip kurmak istedikleri yeni hegemonyaya bizi razı etmektir… Hedefteki asıl ülke Türkiye’dir. Sebebi de açık ve basittir: Türkiye bugün iktisadi, askerî ve siyasi bakımdan “büyük güç” değildir ama tarihî birikimi, coğrafyası, Türk dünyası, Balkanlar ve İslam âlemi üçgeninde sahip olduğu potansiyelle her zaman büyük güç olmaya adaydır. Bir yandan Batı dünyasıyla ilişkileri öte yandan bahsettiğimiz tarihî ve kültürel artalanı ile münasebetleri, Türkiye’ye eşsiz bir konum sağlıyor. DolayısıylaTürkiye, 1990’lardan bu yana dünyanın yeni hegemonya ilişkilerinin kuruluş planlarında kilit bir mevkide bulunuyor. Bu yüzdendir ki, 1990’larda bir yandan PKK terörü öbür yandan laik-antilaik, Alevi-Sünni kışkırtmalarıyla içe döndürüldü. Bu süreçte Türk devletinin kendi eliyle Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına ebelik etmesi için ortam hazırlandı.

Bunları tekrar hatırlatmaya belki de gerek yok. Bugüne gelindiğinde hâlâ bu yalın gerçeği görmek istemeyen, “Ne var canım, Irak’ın kuzeyinde İran destekli Şii Irak yönetimi yerine Kürtlerin devleti olsa?” diyerek medeniyetiçi çatışma müelliflerinin gönüllü avukatlığını yapan “gafil”lerimiz siyaset, akademi ve basın dünyasında arzıendam etmeyi sürdürüyorlar. Daha düne kadar bu “akıl”lara itibar eden devletimiz, bugün de değişen tavrına rağmen bu sesler karşısında asla “acaba?” tereddütleri yaşamamalıdır.

Irak’ın kuzeyindeki yapının kanunsuz ve hukuksuz referandum girişimi konusunda “akil adam” olarak itibar görenler dâhil, birtakım “gazeteci” ve “aydınlar”,“Barzanistan”ın gönüllü avukatlığını yapıyorlar. Bunların bir zamanlar önde gelenlerinden biri olan “Ortadoğu uzmanı gazeteci”, ABD’nin 2003’te Irak’ı süratle işgal etmesi üzerine Irak’a demokrasinin geldiği yönünde yazılar yazmış; kutlamalar yapmıştı. Irak’ın ondan sonra hangi kargaşaya itildiğini, yüzbinlerce insanın nasıl katledildiğini izlerken acaba bu ve benzeri sözde gazetecilerin vicdanları sızlamış mıdır?

Bu tür yanıltma ve yönlendirme gayretlerine karşı, Suriye ve PKK ile ilişkiler konusunda, en baştan yapılan ikazların haklılığı anlaşıldıktan sonra hem içeride hem de dışarıda PKK ve DAEŞ’e karşı tutarlı bir tavır takınan devletimizin bu istikametten yalpalamaması hayati önem taşıyor. Meselenin Kürt yurttaşlarımızın veya Suriye ve Irak’taki Kürtlerin meselesi olmadığı;kısa, orta ve uzun vadede onlar da dâhil bölgedeki bütün unsurların içine çekileceği kanlı ve tehlikeli bir sürecin fitilinin ateşlenmesi olduğu ısrarla vurgulanmalıdır. İslam âleminin, bölgedeki Müslüman halkların arasına, etkisi yüzlerce yıl sürebilecek bir fitnenin sokulduğu iyi anlaşılmalıdır. Son günlerde gerek bölgede gerekse BM gibi uluslararası platformlarda yapılan temaslarda, Türkiye tavrını giderek netleştiriyor. Barzani’nin görünüşte İsrail dışında desteklenmeyen girişiminin nelere mal olacağı açıkça ifade ediliyor. Türk Ocakları olarak 13 Eylül 2017’de yayımladığımız açıklamada şu hususu vurgulamıştık:

“Türkiye, gerçek manada bir beka mücadelesi içindedir. Devletimiz; Irak ve Suriye’deki Türk varlığını silmeye matuf projelere karşı açık, net ve ikirciksiz bir tavır ortaya koymalıdır.Irak’ın ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulmasının bizim açımızdan savaş sebebi olacağı ilan edilmelidir. Şayet 1920’lerde varılan çözümler bozulacaksa Halep’ten Musul ve Kerkük’e uzanan Misak-ı Millî sınırlarıyla ilgili haklarımızın gündeme getirilmesi tarihî bir sorumluluktur.”

Netice olarak tarihin, coğrafyanın ve uluslararası siyasetin ışığında meselelerimizi kendi aklımızla çözmemiz gerekir. Bu zor ve nazik süreçten, içeride bize bir nevi fetret yaşatan, dışarıda ise bizim kıskaca alınmamız şeklinde tezahür eden mevcut durumdan daha da güçlenerek çıkabiliriz. Bunun için dikkat etmemiz ve özen göstermemiz gereken, aşağıda kısaca belirttiğimiz bazı temel hususlar vardır:

1.Türk Ocakları olarak bu konuda, yukarıda değindiğimiz basın açıklamasında da belirttiğimiz gibi, “Uğradığımız bütün saldırılara ve yaptığımız bütün hatalara rağmen Türkiye ve Türk Milleti, hâlâ bu coğrafyanın en önemli gücü ve ümit kaynağıdır. İnancımızı ve ümidimizi asla kaybetmeden, gücümüzü ve dengeleri doğru okuyarak bu hain plana karşı tarihî görevimizi yerine getirmek zorundayız. Bu meydan okumaya, ancak ve yalnızca iç siyasi çekişmelerin dışında ve üzerinde bir bakış, siyaset ve tavırla karşılık verebiliriz.”

Onun içindir ki, ülkemizi yönetenleri, aydınları ve bütün siyasileri bu millî beka meselesinin gerektirdiği birlik ve dayanışma ruhuna uygun davranmaya davet ettik ve etmeye devam edeceğiz.

2.Ergenekon, Balyoz ve 15 Temmuz hain darbesi ile zayıflatılmak istenen Türk ordusunun caydırıcılığını arttırmak, savunma sanayimizi ve bilgi teknolojileri açısından kendi bağımsız sistemlerimizi geliştirip güçlendirmek zorundayız. Unutmayalım ki neticede bu coğrafyada bin yıl süren Türk siyasi hâkimiyetinin en önemli dayanaklarından biri, köklü askerî geleneğimiz ve askerî gücümüzdür.

3.ABD ve Almanya başta olmak üzere sözdeNATOmüttefiklerinin, her ne kadar referandum kararından cayması için Barzani’ye mesajlar gönderseler de,Türkiye’ye karşı açıkça düşmanca bir siyaset izlemeleri ve İsrailli yetkililerin, “referandum kararı”nı ve “Kürt devleti” oluşumunu açık bir şekilde desteklemeleri doğru anlaşılmalı ve okunmalıdır. Her devlet yakın, orta ve uzun vadede kendi çıkarlarına bakar. Bazen açıkça ilan ettiği politikaları bile mevcut durum ve şartlar gereği yeniden düzenleyebilir, erteleyebilir veya tamamen değiştirebilir. Türk devleti, dünya ve bölge dengelerini iyi okuyarak Türkiye’nin dostluğunun da düşmanlığının da kıymetini ve ağırlığını herkese anladığı dilden anlatmalıdır. Diplomasi ve diplomatik dil gereken yerlerde bu dil, sert güç icap ettiren yerlerde o dil kullanılmalıdır. Türkiye; Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü siyasetini ısrarla savunmalı; şayet bu ülkelerde durum aksine gelişirse Misak-ı Millî’den kaynaklanan haklarını gündeme getirmelidir.·Bölgenin nüfus yapısının ve siyasi coğrafyasının ileride Türkiye’yi de içine alacak şekilde değiştirilme girişimlerine karşı “her türlü” tedbiri almalıdır.

4.Dışımızdaki gelişmelerin yanında, içeride de karışıklık yaratma çabalarına karşı etnik veya mezhebî köken ayrımı yapmadan bütün yurttaşlarımıza Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, bu sınırlar içinde bir arada yaşamamızın değerini gösterecek gönül seferberliğine ihtiyaç vardır. Millî iradenin milletin tamamının iradesi olduğu, “millet”in de sayısı mahdut vatan hainleri dışında, aralarında dünya görüşü, mezhep, meşrep, etnisite farkları olsa da bu topraklarda yaşayan, ortak geçmişe ve ortak gelecek tasavvuruna sahip bütün insanlardan oluştuğu ve adının da “Türk milleti” olduğu bilincini kökleştirmek mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan, yıllardır ısrarla vurguladığımız üzere, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı söylemlerden azami derecede kaçınmak şarttır.

 

 


· Bu yazı yayımlanmadan önce, 22 Eylül 2017’de yapılan MGK Toplantısı’nda alınan kararlar ve yapılan açıklamalarla devletimiz, meselenin ciddiyetiyle orantılı olarak tarihî haklarımızı ve gayrimeşru referandumun yapılmasından doğacak bedelleri hatırlatmıştır.