2017’ye Veda Ederken Orta Doğu Meselesi ve Türkiye
Yıllardır anlatmaya ve altını çizmeye gayret ettiğimiz bir gerçek var: Orta Doğu olarak adlandırılan kadim İslam coğrafyasında meydana gelen çatışma, rekabet ve savaşların, küresel egemenlik mücadelesi veren güçler açısından üç temel sebebi bulunmaktadır. Birincisi bölgenin üç kıtanın, Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz’in kavşak noktasında olması hasebiyle taşıdığı jeo-stratejik konumu, ikincisi bölgede petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarının ve enerji nakil hatlarının önemi ve üçüncüsü de İsrail’in beka problemidir. Elbette bunlara bölge aktörlerinin millî çıkarları, etnik ve mezhebî faktörler vb. eklenebilir. 2000’lerde gündeme gelen Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında İslam dünyasının ve bölgenin “ehlileştirilmesi” ve kontrol altına alınması, ABD-İsrail ekseninin projesidir. Günümüzde de İran ve Şiilik faktörü kullanılarak bu proje, bazı Arap ülkeleri üzerinden yeni bir aşamaya sokulmuş bulunuyor. Öte yandan, Putin liderliğinde toparlanan Rusya, Suriye krizini fırsata çevirerek Doğu Akdeniz’e yerleşti ve bölgede ve bilhassa Suriye’de, en azından şu an göründüğü şekliyle en etkili oyun kurucu konumuna geldi. İran ise hem Irak’ta hem de Suriye’de elde ettiği kazanımlarla bu kriz ortamından en fazla yararlanan bölge gücü durumunda. Tabii ki bütün bunların uzun vadeli mi yoksa geçici mi olduğunu, bundan sonraki gelişmeler tayin edecek. Türkiye’nin durumuna, altı-yedi yıllık geçmiş açısından baktığımızda ise manzara, “Zararın neresinden dönülürse kârdır.” şeklinde ifade edilebilir.
Suriye meselesinde son günlerde yaşanan bazı gelişmeler, konuya serinkanlı bakanlar için hiç de şaşırtıcı değil. Orta Doğu’nun tanziminde kullanışlı bir araç olarak piyasaya sürülen IŞİD/DAEŞ militanlarının, Suriye PKK’sı ile anlaşarak Rakka’dan çıkmasına bazıları hayret etti; bazıları da şoke olmuş gibi tepki gösterdi. Tabii biz bunun bir tiyatro olduğunu öteden beri söylesek de bazıları hâlâ rol yapmaya devam ediyor. Türkiye’nin en etkili basın mensupları, Kuzey Suriye’de ABD’nin PYD ile işbirliğini hâlâ IŞİD/DAEŞ’e karşı gibi göstermeye ve meşrulaştırmaya devam ediyor. Başkan Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi akabinde, Dışişleri Bakanımız tarafından YPG’ye yardımların kesildiği açıklandı. Ne var ki ABD’den yapılan açıklamalar ve sahadan gelen görüntüler bunun doğru olmadığına işaret ediyor.
Türkiye’nin geçmişte yapılan hatalardan ders çıkararak bu meselelerde uğrayabileceğimiz zararları önlemesi hayati derecede önemlidir. Son zamanlarda gerek Suriye meselesi gerekse NATO tatbikatında yaşanan Atatürk’ün ve Erdoğan’ın düşman saflarında gösterilmesi skandalı çerçevesinde, NATO’dan çıkma ve yeni ittifak arayışları, basında ve televizyonlarda hararetli tartışmalara konu oluyor. Kimileri hasbi bir şekilde düşüncesini açıklarken kimileri de belirli merkezlerin çıkarlarının sözcüleri olarak arzıendam ediyor. Bu ve benzeri konularda ilke olarak dikkat edilmesi gerekeni bir Mecelle kuralıyla ifade etmek isterim: Def’-i mazarrat celb-i menafiden evlâdır. Yani, bir konuda fayda sağlamak ile zararları önlemek arasında bir tercih yapmak gerekirse zararları önlemeye öncelik vermeliyiz.
Şimdi Suriye meselesine bakalım. Burada ABD bizim için hayati bir tehdit olan PKK ile açık işbirliği yapıyor. Onlara hemen güneyimizde Fırat Kalkanı ile son anda önlediğimiz bir koridor inşa ettirdi. Bu arada, kışkırtma olduğu açık olan bir uçak düşürme olayı, Rusya ile aramızı açmıştı. Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelere âdeta müdahale edemez hâldeydi. Neticede Rusya ile ilişkileri düzeltip 15 Temmuz FETÖ darbe girişimine rağmen Fırat Kalkanı yapılabildi ve “mazarrat” bir ölçüde def edildi. Ama tehlike bitmedi. ABD, başlangıçta verdiği sözlere rağmen YPG’nin Menbiç’ten çekilmesini sağlamadığı gibi, Rakka Operasyonu’nu onlarla yaparak PKK’nın alan genişletmesine yardım etti. Rusya da “Kürt kartı”nı kaybetmemek için Suriye’deki çözüm arayışlarında PYD’yi dışlamamaya özen gösteriyor. Son olarak Soçi’de Rusya, İran ve Türkiye arasında yapılan görüşmelerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki kesin tavrımızı bir kez daha vurguladı ama Rusya’nın bu tavrımıza destek veren bir açıklamasını duymadık. Putin ile Trump arasındaki bir saatlik görüşme de ilerleyen süreçte, iki devletin eş güdüm içinde hareket edeceğinin işareti olabilir.
Uzun süredir Türkiye’yi hedefe koyan ABD’nin, “Rıza Sarraf Hadisesi” ve IŞİD militanlarının sorgulamalarından elde edeceği bir takım deliller(!) ile Türkiye’yi sıkıştırmaya devam edeceği anlaşılmaktadır. Ne var ki ABD’nin, IŞİD militanlarının güvenli biçimde Rakka’dan tahliye edilmesine göz yumduğu BBC tarafından ifşa edildi ve kayıtlara geçti. Burada Türkiye, kendisine yöneltilebilecek suçlamalara karşı çok iyi hazırlık yapmalıdır. Uluslararası hukuk, güçlünün hukuku olsa da biz dosyalarımızı sağlam tutmalıyız. “Def-i mazarrat” açısından baktığımızda ise ABD’nin hasmane tavırlarına rağmen Türkiye, PYD/YPG’nin terörist kimliğini, İnsan Hakları Örgütünün raporlarına giren etnik temizlik girişimlerini, sağlam kanıtlarla her türlü müzakere ortamında sabırla dile getirmeye devam etmelidir. Diplomasi oyununu kurallarına göre oynamalıyız. Öte yandan içeride, devletin PYD/YPG’ye karşı tutumunun değişmesi gerektiğini ima ve tavsiye edenler var. Temenni ve ümit ederiz ki, adı veya formatı başka da olsa, gerek içeride gerekse Irak ve Suriye’de PKK ve uzantılarıyla yeniden bir sözde çözüm arayışına girilmez. Bunun aksine bir hareket, beka meselesi açısından tarihî vebal olacak sonuçlar doğuracaktır.
NATO tartışmalarında da her zaman hatırlamamız gereken iki temel etken var: tarihimiz ve coğrafyamız. ABD ve Batı ile yaşadığımız sorunlar, daha açık söyleyelim, sözde müttefiklerin bizi hedefe oturtması gerçeği bize, Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini, Rusya’nın emperyal hayallerini, İran ile tarihî geçmişimiz vb. konuları unutturmamalıdır. ABD’nin son dönemde Türkiye’ye yönelik politikasının dostluk ve müttefiklikle bağdaşması bir yana açıkça husumet izhar ettiğini görmemek imkânsızdır. Bununla birlikte, Türkiye’nin NATO’dan çıkması hâlinde nelerin yaşanabileceğini ince eleyip sık dokumadan, fevrî bir tavırla hareket edemeyiz. Basit bir örnekle ifade edecek olursak, çıktığımız NATO’ya yarın GKRY veya Ermenistan alınır ve bizimle yaşayacakları bir sorunda NATO’yu yardıma çağırırlarsa ne olur? Burada yine “celb-i menafi”den yani çıkar elde etmekten çok “def’-i mazarrat” yani muhtemel zararlara mani olmak söz konusudur. Türkiye’nin bugünkü konjonktürde kendisine yönelen tehditlere karşı Rusya ve İran ile iyi ilişkiler geliştirmesi doğru olmakla birlikte bunların orta ve uzun vade açısından mutlak değer taşımadığını da hatırda tutmalıyız.
Dış siyaset ile içerideki gelişmelerin iç içe geçtiği, dünyanın tanzim çalışmaları açısından bu bölgede kritik öneme sahip Türkiye’nin gelecekte kimler tarafından ve asıl önemlisi nasıl yönetileceği elbette hem küresel hem de bölgesel güçleri yakından ilgilendiriyor. Bu coğrafyada bütünlüğünü koruyarak gücünü arttıran bir Türkiye, hem İslam dünyasının istikrarı hem de dünya barışı açısından kritik bir role sahiptir. Türkiye’nin oyun kurucular arasında yer almasının ise basiretli bir siyaset, sağlam bir ekonomi ve güçlü bir orduya bağlı olduğu apaçık bir gerçektir. 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik olarak şimdiden bir gerilim politikasının içine girilmesi Türkiye’nin değil, bölgede bizi mümkün mertebe etkisizleştirmeye çalışanların lehine olacaktır. Bu süreçte, her şeye rağmen sağduyunun ve millî çıkarlarımıza hassasiyet gösteren bir yaklaşımın hâkim olmasını temenni ederiz. Beka ve karakter imtihanında belki bazıları sınıfta kalacak ama Türkiye, her halükârda tarihiyle, coğrafyasıyla, insan gücüyle bu badireden de güçlenerek çıkacaktır.