Ders Almayanlar İçin Tarih

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

"Tarih"i "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Mehmet Akif Ersoy

Üç yıl önce, 2014 yılı sonunda yazdığımız yazıyı şöyle bitirmişiz:

“İslâm âleminde ‘medeniyet içi’ çatışmaları körükleyen dış ve iç faktörlerin etkisizleştirilmesi, bin yıl önce olduğu gibi yine Türklüğün önderliğinde bir dirilişle mümkün olabilir. Bunun şuur ve idrakinde kadrolara önderlik edecek siyasi akla ihtiyaç var. Tarih bilinci çarpıtılmış, Türk kimliğiyle problemli, Türk-İslam medeniyeti gerçeğini anlayamamış zihinlerin bunu gerçekleştirmek bir yana bu imkânı heba etmeleri kuvvetle muhtemeldir.”

Üç yıl sonra, arada yaşadığımız büyük sarsıntılar, ihanet girişimi, uluslararası alandaki gelgitlerle birlikte genel manzara üç aşağı beş yukarı aynı. Soğuk Savaş sonrası tarihin en önemli, kritik ve tehlikeli dönemeçlerinden birinden geçmekte olduğumuz kesin. Küresel egemenlik mücadelesinin vekâlet savaşları, enerji kaynakları üzerinde mücadele, Yeni İpek Yolu güzergâhının kilit noktalarının kontrolüne dönük manevralar vb. boyutlarına bir bütün olarak bakmazsak olan biteni anlamlandıramayız. Her şeyi büyük güçlerin komplolarına bağlamak, ne denli yanlış ve sağlıksız bir yaklaşım ise bütün bu gelişmeleri salt Müslümanların cehaleti ve yanlışlarıyla açıklamak da o derecede yanlış ve sığdır. Bunun da ötesinde, böyle bir yaklaşım; kendi toplumuna, kimliğine yabancılaşmanın da bir tezahürüdür. Irak, Suriye, Libya, Yemen vb. ülkelerde yaşananlar, son dönemde İslam ülkelerinin bir kısmının ABD-İsrail eksenindeki tavır alışları sonucunda meydana gelen gelişmeleri; ABD, Rusya, Çin, İngiltere başta olmak üzere küresel egemenlik mücadelesinin büyük aktörlerinin yönlendirmelerinden bağımsız olarak ele almak mümkün müdür?

Şurasını unutmayalım ki tarih bize salt geçmişimizle övünmek ya da geçmişin derinliklerinde keyifli yolculuklara çıkmak için lazım değildir. Bunların yanında ve daha doğrusu bunlardan çok daha fazla tarih bizler için bir gelecek pusulasıdır. Elbette ki tarihî bilgiye dayanarak geleceği bütünüyle şekillendirmek mümkün değildir. Bununla birlikte tarihte yaşananların sağlıklı ve gerçekçi değerlendirilmesi, sadece siyasi açıdan değil, fikrî, ekonomik, kültürel vb. yönlerden gelecek kurgumuzun sağlam temellere dayanmasına yardımcı olur.

Günümüzde Türkiye’yi, çevremizi ve dünyayı yakından ve derinden etkileyen gelişmeleri tarih ışığında değerlendirmeden doğru anlamak imkânı yoktur. Kendi tarihimize, milletimizin çıkarları açısından bakmak tabiidir. Bununla birlikte tarih gerçeklerini saptırmadan ve mümkün mertebe nesnel bir yaklaşımla hareket etmek yerine saptırılmış, tamamen günlük ihtiyaçlarımıza göre kurgulanan bir tarih söylemi, gelecek inşası bakımından sağlam bir zemin teşkil etmez. Bu noktada meramımı, merhum Erol Güngör’ün şu veciz cümlesi ile ifade etmek isterim: “Hakikatten kötülük çıkacağını düşünmek için ya sahtekâr ya da geri zekâlı olmak gerekir.”[1] Tarihin farklı yorumları olabilir ama tarihî hakikatleri dikkate almayan, görmezden gelen, saptıran yorumlara dayalı tarih ve dolayısıyla gelecek tasavvurları bizleri çıkmaz sokaklara sürükler. Türkiye’nin özellikle yakın geçmişte, “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Arap Baharı” projelerini, zamanında doğru değerlendirdiğini iddia edecek kişi sayısı herhâlde çok azalmıştır.

Yüz yıl önce, bugünkünden farklı şartlar ve ortamda Birinci Cihan Savaşı vuku buldu. Medeniyet coğrafyamız parçalandı. Bu coğrafyadaki dokuz yüz yıllık Türk adalet nizamı, önceki yüzyıllarda başlayan ve burada ele alamayacağımız bir süreç sonunda dağılma noktasına geldi. Devlet-i Aliyye’yi muhafaza ve idame ettirme maksadına yönelik “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” (İslam Birliği) tasavvurları gerçekleşmedi. Türk birliği hayali ise Misak-ı Millî çerçevesinde millî devletimizi inşa ile sınırlı kalmaya mecbur bırakıldı. Anadolu’daki yeni Ergenekon’unda, Türk milletinin yeniden dirilişi, mazlum milletlere de ümit ışığı oldu.

Bugün yine coğrafyamızda kan, gözyaşı ve acı eşliğinde küresel hâkimiyet savaşı sürüyor. Müslümanların canı ve kanını önemsemeyen Batı dünyası, kendi konforunun bozulmaması için her türlü yolu deniyor. Müslüman devletlerin yönetimleri ve aydınları aciz içinde. ABD İsrail Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması kararının Trump tarafından ilânı, coğrafyamızdaki çatışmaların yatışması ihtimalini ortadan kaldırmaya dönük açık bir tahriktir. Müslüman ülkelerin ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun buna gösterdiği tepki takdire şayan olmakla birlikte, oynanan veya planlanan oyunun potansiyel vahametinin gözden kaçırılmasına sebep olmamalıdır.

Medine Müdafaası ve Tarih

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı’nın Medine müdafisi merhum Fahreddin Paşa ile ilgili paylaşımından daha önce ülkemizde, hukuk tarihçisi bir akademisyen, iktidara yakın bir gazetede benzer görüşleri dillendirmiş; Fahreddin Paşa’nın Medine’yi İngilizlere karşı değil “Şerif Hüseyin Paşa’ya ve Müslüman Araplara karşı” savunduğu, gönderilen kutsal emanetleri İttihatçıların yağmaladığı iftirasını atmıştı. Konu uzmanı birkaç akademisyenin tepkileri dışında ses çıkmamış, Cumhurbaşkanı’nın BAE Dışişleri Bakanı’na tepkisi üzerine ise söz konusu akademisyen tevil yoluna başvururken, yazdığı gazete dâhil, basınımızın meşhur kanaat önderleri koro hâlinde Fahreddin Paşa müdafisi kesilmişti.

Bu olay, tarih anlayışımız ve bilincimizdeki bölünmeyi tekrar ortaya çıkardı. Ancak bu defa bir cenahta tartışma ve görüş ayrılıkları da çıktı. İttihatçıların İmparatorluk’u felakete sürüklediği, Arapların Cemal Paşa’nın hoyrat tavırları yüzünden Osmanlı’ya cephe aldığını ileri sürenlere karşı, bütün Arapların Osmanlı’ya ihanet ettiğini iddia edenler yine cepheleşti. Ancak Medine müdafisi Fahreddin Paşa ve kutsal emanetler konusu farklı bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Burada bir kez daha Erol Güngör’e kulak vermek en iyisi: “Arap denince, yeni Türk nesillerinin aklına daima Türk ordularını arkadan vuran İngiliz maşası bedevî kabileler gelir; Araplar da Türk deyince en çok ittihatçı Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptıklarını hatırlarlar. Her iki tasavvur da yanlıştır, iki tarafı birbirine düşman etmek isteyen İngilizler tarafından uydurulmuştur.”[2]

Bu işi yalnızca İngilizlere ihale etmek doğru değilse de Güngör’ün tespiti son derecede isabetli bir temele dayanır. Tarihî olayların yorumunda toptancılık çok yapılan bir yanlıştır. Arap isyanı bütün Arapların isyan ettiği anlamında kullanılınca gerçeğe ulaşılamaz ancak bir kısım Arapların isyan ettiği ve Osmanlı ordusuna karşı düşmanla işbirliğine girdiği de kesindir. Yine, Birinci Cihan Harbi’ndeki yenilginin faturasını İttihatçılara (hangi İttihatçılara?) çıkarmak, birilerinin kolayına gidebilir ama kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildir. Elbette ki yanlışlar da doğrular da yapılmıştır ama İttihatçılar diye kastedilen Enver, Talat ve Cemal Paşalar, vatansever ve namuslu insanlardı. Onların adlarını yağmacılarla bir araya getirenler, kendi zilletlerini ikrar etmiş olurlar. Orta Doğu coğrafyasında medeniyet-içi çatışmanın devamını tahrik edenlerin, Araplar arasında Osmanlı-Türk düşmanlığını körüklemeleri ve dün olduğu gibi bugün de emirlerine amade işbirlikçiler bulmaları olağandır. Buna karşılık, Türkiye’yi yönetenlerin şahsiyetli bir duruş, özenli bir dil, tuzakları boşa çıkarıcı diplomasi çerçevesinde davranmaları elzemdir. Başbakan Binali Yıldırım’ın Suudi Arabistan ziyareti, bu çerçevede yerinde bir adım olmuştur.

Türkiye’nin, çok eksenli ve mesele temelli ittifaklara açık yenidünya düzeni arayışlarında seçeneklerini sınırlaması doğru olmaz. Birtakım çevrelerin ısrarla Rusya-İran-Türkiye ekseninin kurulmasını savunmaları karşısında tarihe ve coğrafyaya bakmak en sağlıklı yoldur. Bize açıkça husumet gösteren sözde müttefiklerin bu tavırları kullanılmak suretiyle yapılan yönlendirmeler karşısında, Cumhuriyet’imizin kurucusu Atatürk’ün dengeli dış siyaset anlayışı ve uygulamasından çıkarılacak dersler olduğu muhakkaktır.

KHK’ler, Hukuk Devleti ve Tarih

Tarihten “ibret ve ilham” almadığımızın pek çok örneğine, sadece tarihe (ve aslında geleceğe) dair tartışmalarda değil, yapıp ettiklerimizde de rastlıyoruz. Son günlerin tartışma konularından biri olan, devleti KHK’lerle idare etmek, bunun tipik bir örneğidir. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da yaşadığı FETÖ ihanet girişimi karşısında herkesin ve her kesimin şapkayı öne koyup sağlıklı bir çıkış yolu konusunda uzlaşma sağlaması zaruri idi. Ne yazık ki, kısa sürede yine kutuplaştık. O dönemin şartlarında OHAL’in ilanı son derecede gerekli ve zorunlu bir tedbirdi ama zaman içinde OHAL yetkisinin OHAL’i doğuran şartlarla alakasız konuları da kapsayacak şekilde genişletilmesi, hukuk devletinin yeniden inşası ve normalleşme beklentilerini geriletti. Son olarak çıkarılan bir KHK ile daha önce (8 Kasım 2016) çıkarılan OHAL’in uygulanmasına ilişkin Yasa’nın 37. Maddesi’ne eklenen Fıkra, büyük tartışma yarattı. Söz konusu maddede yer alan “15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayınlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve filleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.” hükmünün 696 numaralı KHK ile sivilleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi, bazıları tarafından olağan karşılanırken bazıları tarafından bunun “iç savaş” çıkartacağı iddia edildi. Metnin dilinin hukuk tekniği açısından sorunlu olduğu, bahsedilen “bastırma” eyleminin süresi konusundaki muğlaklık, iktidara yakın pek çok kişi tarafından da kabul edildi. Adalet Bakanı’nın başlangıçtaki açıklamasından da bu konuda yeniden bir düzenleme yapılabileceği sinyalleri alındı ama daha sonra Hükûmet kanadından, bir değişikliğe ihtiyaç olmadığı, Kararname’de 15-16 Temmuz günlerinin “kastedildiği” beyan edildi.

Şunun altını net olarak çizelim: 15 Temmuz gecesi, demokrasiye kast edenlere karşı milletin kendi iradesini savunmak için yaptığı direniş, her türlü takdirin üzerindedir ve kimsenin bu olaylar sırasında darbecilere karşı çıkan vatandaşlar hakkında dava açmayı düşünmeye dahi hakkı yoktur. Burada, hukuk devleti açısından problem olarak görülen ve “muğlaklık” olarak ifade edilen durum ise KHK’deki “devamı niteliğindeki eylemler” ibaresinden kaynaklanmaktadır. Art niyetliler olabilir ama bu konudaki tereddüt ve itirazların haklılığı açıktır. Mademki kastedilen 15-16 Temmuz günleridir, bu açıkça belirtilebilirdi. Bu husus yerine getirilerek konunun gereksiz ve yıpratıcı tartışmalara yol açması engellenmelidir.

Bu hususta hatırlamamız gereken en önemli tarih dersi ise aslında kanunlarda, hatta Anayasa’da yer alan bu tür “koruma ve muafiyet” hükümlerinin ebedî olmadığı, olamayacağıdır. Yakın tarihten örnek vermek gerekirse kendilerini temelli senatör yapan 27 Mayıs darbecilerinin bu statülerinin 12 Eylül darbesiyle sona ermesini, 12 Eylül Anayasası’nda kendilerinin yargılanamayacağı hükmünü koyduran 12 Eylül paşalarının yargılanıp mahkûm edilmelerini hatırlatabiliriz. 15 Temmuz’da sokaklara ve meydanlara çıkanlar ise Türk milletinin hak ve hukukunu savunan millet fertleri olmuştur ve esasen onların, kendilerini ayrıcalıklı olarak koruma altına alan darbeciler gibi yasa ile korunmaya da muafiyete de ihtiyaçları yoktur. Türk milleti, darbe girişimine karşı direnen sivil yurttaşların yargılanmasına demokratik hukuk devleti içerisinde asla müsaade etmez ve etmeyecektir.

Maalesef gerilim ve kutuplaşmadan beslenen bir siyaset anlayışımız var ve bu anlayıştan kaynaklanan davranış ve polemikler milletimizi yormuştur. Böyle bir durumdan siyasi çıkar sağlamaya çalışanların, beka meselesinin anlamını idrak ettiği şüphelidir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, siyasilerin, basın mensuplarının ve kanaat önderlerinin “iç savaş” gibi bir sözü sarf ederken yutkunmaları şarttır. Dışarıda bizim kutuplaşmamız, kendi kendimizle kavga etmemiz için uğraşanlar çok. Başta Sayın Cumhurbaşkanı’mız olmak üzere yetkili ve sorumlu şahsiyetlerin, milletimizi zaafa uğratmaya çalışan mihrakların tuzakları karşısında uzlaşma ve ortak akılda buluşma istikametinde gayret sarf etmeleri en halisane dileğimizdir.

Bu vesileyle milletimizin, bütün Türk ve İslam âleminin ve insanlığın huzur ve barışa kavuşacağı günleri görmemiz dileğiyle yeni yılı kutlarım.

 


[1] Erol Güngör, Dünden Bugünden-Tarih-Kültür Milliyetçilik, Ankara 1984, s. 16.

 

[2] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 261 vd.