Devlet Yeniden Yapılanırken
Türk milleti, yeryüzünde asli kimliğini devam ettiren en kadim birkaç milletten biridir. Tarihte devamlılık, gelişme olduğu kadar değişme ve kopuşlar da vardır. Geçmişte var olmuş pek çok halk, kültür ve devletin -elbette ki sonrakilere devrettiği bazı miraslar olmakla birlikte- bugün esamisi okunmamaktadır. Yani tarih bir yönüyle kültürler, medeniyetler, devletler ve milletler mezarlığıdır. Proto-Türkleri saymasak dahi Hunlardan itibaren takriben 2200 yıllık bir devlet geleneğine sahip bir milletiz. Hunların ataları, İskitler (Sakalar) ve diğer bazı topluluklarla bunu 4-5 bin yıl öncesine de götürebiliriz. Ama burada konumuz bu değil.
Çin kaynaklarından devlet ve ordu yapılarını bildiğimiz Türkler, Orhun Yazıtları’nın ve diğer yazıtların açıkça gösterdiği üzere, 8. yüzyılda çok gelişkin bir edebî dile, yazılı kültüre, medeniyete sahipti. Bu kadim millet, bu yüzyıldan başlayarak ama asıl 10. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren büyük kitleler hâlinde İslam dinine girdi ve Karahanlı (Türk Hakanlığı)-Selçuklu-Beylikler-Osmanlı çizgisinde Türk-İslam medeniyetini inşa etti. Bu devletler, kuruldukları çağın icaplarına ve kuruldukları bölgelerin özelliklerine göre sistemlerini inşa edip geliştirdiler. Dolayısıyla Türk tarihinde olduğu gibi Türk devlet geleneğinde de devamlılık ve değişme özelliklerini bir arada görürüz. Osmanlı devlet teşkilatı ve geleneklerine baktığımızda Selçuklu mirasının izlerini hemen fark ederiz ama aynı zamanda “egemenliğin bölünmezliği” ilkesini de… Selçuklulardaki “ikta” ve “gulam” sistemleri, Osmanlılarda “timar” ve “kul” sistemi olarak devam eder ama önemli yeniliklerle birlikte. İslam ve Türk-İslam devletlerindeki divanlar çeşitli işlevlere sahipti (ordu divanı, maliye divanı, posta divanı vb.). Osmanlılarda ise merkezde “Padişah Divanı” (Divan-ı Hümayun) devletin icra, danışma ve yüksek mahkeme görevlerini üstlenmişti. Bu örnekleri çoğaltabiliriz ama bu kadarı yeterli.
Esasen Türk devletlerinde merkezî otoritenin güçlendirilmesi olgusu, Osmanlı öncesinde de var ama Selçukluların dağılışı ve Anadolu’daki Beylikler Dönemi, tam tersi sonuçlara yol açmıştır. Osmanlıların kardeş katli uygulamasında somutlaşan “hükümranlığın bölünmezliği” ilkesi, bu tarihî arka plana bir cevaptır. Osmanlı Devleti, altı asrı aşan ömründe temel ilkelerini ve çizgisini korumaya çalışmış ama şartlara uyum sağlamak için de “ıslahat” adı verilen yenileşme çabalarıyla canlılığını sürdürmeye gayret etmiştir. Neticede, 19. yüzyılda II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı ilga etmesiyle önemli bir kırılma ve değişim dönemi başlamıştır. 1839 Tanzimat Fermanı, bu değişimin resmen ilanı olsa da Tanzimat reformları esasen II. Mahmud devrinde ordu ve devlet teşkilatındaki ıslahatlarla başlamıştı. Sanayileşme ve ulus-devletleşme süreçlerinin meydan okumalarına karşı direnen geleneksel imparatorluklardan biri olan Osmanlı Yüce Devleti, nihayet Birinci Dünya Harbi sonunda fiilen, saltanatın kaldırılmasıyla da hukuken tarihe karışmıştır. Ancak, aslında devlet devam etmektedir ve 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti olarak tescil edilecektir.
Bu kısa tarihî girizgâhın esbab-ı mucibesini merak edenlere meramımı kısaca şu şekilde ifade edebilirim: Zamanın ve şartların değişmesiyle devletin yapısında, kurumlarında değişikliklerin olması olağandır; bizim tarihimizde de örnekleri çoktur. Bugün, özellikle 15 Temmuz’dan sonra yaşadıklarımız, 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği ve nihayet 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerin sonrasındaki gelişmeler, Türk ve Türkiye tarihinde çok önemli ve kritik bir geçiş döneminde olduğumuzun işaretleri olarak değerlendirilmelidir. Olumlu veya olumsuz bir hüküm vermeden önce, bu olguyu doğru bir şekilde tespit, teşhis ve tahlil etmek durumundayız. Bu, 1923’te kurduğumuz Cumhuriyet’in yeni bir safhası mıdır yoksa bazı kişi ve çevrelerin yakın geçmişte açıkça -şimdi de zımnen- ifade ettiği gibi “90 küsur yıllık parantezin kapatılması” mıdır? Türk millî kimliğinin aşındırılması mıdır, yeni çağın şartlarında yeniden tanımlanması ve takviyesi midir? Türk devletinin üniter niteliğinin değişmesi söz konusu mudur? Bu soruları çoğaltabiliriz. Toplumdaki kutuplaşma eğilimi dolayısıyla bir kesim, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin ortadan kalkmakta olduğunu ve yeni bir rejime geçtiğimizi söylerken diğer kesim Devlet’in etkinliğinin artması, darbe devrinin kapanması açısından bir “sistem” değişikliği yapıldığını iddia ediyor. Bunlar, etraflı bir tartışmayı gerektirir; burada şu kadarını belirtmekle yetineceğiz: 1923’ten bu yana geçen dönem bir parantez değil, Türk milletinin yeniden dirilişi olan Millî Mücadele sonrasında kurduğumuz millî devlet yapısının, bir takım aksamalarla birlikte geçirdiği tarihî tecrübedir. Karşı karşıya olduğumuz beka meselesinin üstesinden gelmemiz, millî ve üniter devlet yapımızın değiştirilmesi ile değil güçlendirilmesi ile mümkündür.
Türk Ocakları olarak 15 Temmuz hain darbe girişiminin hemen akabinde, Türkiye’de çok kapsamlı ve geniş bir sistem değişikliğine gidileceği tespitini yapmış ve o çerçevede yeni dönemde hangi ilkelere göre hareket edilmesi gerektiği konusunda görüşlerimizi açıklamıştık. Daha sonra MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli’nin, “fiilî durumu hukukileştirmek” olarak tanımladığı sistem değişikliğine gidildi ve neticede yapılan halk oylaması ile Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi adı altında yeni bir yönetim sistemine geçildi. Beklendiği üzere ve Cumhurbaşkanı’nın yayımladığı karar ve kararnamelerin de gösterdiği gibi bu, hızlı karar verme düşüncesiyle icrayı güçlendiren ve yetkileri Cumhurbaşkanı’nda toplayan, Cumhurbaşkanı’nın “tek başına hükûmet” yetkisini haiz bulunduğu “yepyeni” bir yönetim sistemidir. Tarihimizde benzeri olmayan bu sistemin, ilan edilen amaçlarını ne ölçüde gerçekleştireceğini zaman gösterecektir.
Darbe girişiminden bir ay sonra (16 Ağustos 2016) yayımladığımız “Türk Devletinin Yeniden Yapılanmasında Yol Haritası” başlıklı açıklamamızda, “anlık tepkiler yerine etraflıca düşünülmüş bir yol haritasına” ihtiyacımız olduğu, bunu millî uzlaşma ile yapmamız gerektiği, hukuk devleti, kurunun yanında yaşın da yanmaması vb.nin yanında şunlar vurgulanmıştı:
“15 Temmuz’un bir başka önemli dersi de devlet kadrolarında istihdamda siyasi parti, grup, cemaat, tarikat vb. mensubiyeti yerine ehliyet, liyakat, devlet ve millete sadakat ölçütlerine riayet edilmesinin gerekliliğidir. (…) Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere, ‘din eğitiminin eğitim sistemi içindeki yeri’ konusu serinkanlılıkla değerlendirilmelidir. Toplumumuzu hem sinsi yapılara hem de radikal-selefi akımlara karşı dirençli kılacak, kendi geleneğimizi geleceğe taşıyacak bir anlayışı güçlendirmeliyiz. (…) Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi doğrultusunda, üniter millî devlet yapısından taviz vermemeliyiz.”
Bütün bu süreç boyunca adalet, liyakat, istişare kavramlarıyla hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı prensiplerinin altını çizmeye, yeni sisteme geçildikten sonra da bu çerçevede devlet yönetiminde “denge” ve “denetleme” mekanizmalarının layıkıyla düzenlenmesi hususunu vurgulamaya özen gösterdik. Bunlar, bizim kadim devlet yönetme ilkelerimiz olduğu kadar modern devlet anlayışının ulaştığı seviyenin de göstergeleridir.
Bu çerçevede, 15 Temmuz musibetinden gerekli dersleri çıkartmak konusunda maalesef yetersiz kaldığımızı da tespit etmeliyiz. 15 Temmuz, birdenbire vuku bulmuş bir hadise değildir; hepimizin gözleri önünde cereyan eden birtakım gelişmelerin bir sonucudur. Bundan ders alarak önümüzdeki dönemde yapılacak çok şey var. Mesela, ifrata da tefrite de kaçmadan devlet, dinî veya “dinî görünümlü” yapıların faaliyetlerini açık, şeffaf ve denetlenebilir ve hesap verebilir bir şekilde yürütmelerini sağlayacak tedbirleri almalıdır. Toplumun din eğitimi ihtiyacının istismarına açılan kapıları mümkün mertebe kapatacak tedbirler alınmalıdır. Kendi tarihî geleneğimizi ve anlayışımızı çağın bilgileri ve gerekleriyle buluşturacak mekanizma ve programlar geliştirilmelidir. Din, toplum ve ahlak meselesi çok önemlidir. Liberal lafazanlıklarla bu alanların başıboş bırakılması doğru değildir. Nitekim, boş bıraktığınız alanı kimlerin nasıl doldurduğunun bir başka örneğini de son günlerde tekrar müşahede ediyoruz.
Devlet makamlarını, yargıyı, orduyu, polisi dinî cemaat veya kendimize yakın başka grupların mensuplarına teslim etmek açık bir yanlıştır. Burada şuna dikkat etmek lazım: FETÖ’yü örnek gösterip bütün dinî grupları toptancı bir yaklaşımla töhmet altında bırakmak da yanlış, belirli tarikat veya cemaatlere mensup olmayı avantaj hâline getirmek de… Devletin bu konudaki ölçüsü, devlete talip olan cemaat, tarikat veya başka türlü yapılara asla müsaade ve müsamaha edilmemesi olmalıdır. Tabiatıyla, kendi kulvarlarında, ahlak ve din eğitimi verdikleri, hayır hizmetleri yapmakla sınırlı kaldıkları sürece faaliyetlerine müsaade edilmesi gerekir. Devlet yönetiminde görev yapanların görevlerini yaparken sıralı amirleri dışında herhangi bir makam veya kişiden emir alması, devletin devlet olma vasfına aykırıdır ve kesinlikle kabul edilemez.
Ordumuzun yapısında, eğitim düzeninde ve hiyerarşide önemli değişiklikler yapılmaktadır. Bunların önemli bir kısmı 15 Temmuz olmasaydı da gündemimizde olması gereken hususlardır. Ancak, bir yapının Türk ordusuna bu kadar yoğun ve etkili bir biçimde sızmasının ve darbe yapabilecek kapasiteye ulaşmasının sebeplerini iyi tahlil etmek zorundayız. Buna karşı tedbir geliştirirken de ordunun bazı köklü geleneklerini, atama ve terfi mekanizmalarındaki problemleri “İskender’in kılıcı” ile değil, daha etraflıca düşünülmüş tedbirlerle halledebiliriz. Diğer alanlarda olduğundan daha fazla olarak orduda hiyerarşinin önemi malumdur; bu çerçevede, atama ve terfilerde kıdem ile liyakat ve başarının uygun bir sentezine dayalı bir sistem geliştirilebilir.
Devlet yapılanması -bir ölçüde seçimlerin acele yapılmasından dolayı- gereğinden fazla hızlı bir şekilde yeniden tanzim edilirken muhalefetin ve ilgili çevrelerin görüşlerinin alınmaması da ileride problemlere yol açacaktır. Bu bağlamdaki eksiklerin zaman içinde giderileceğini temenni ediyoruz. Üst düzey yetkililerin atamalarında kurumların yapılarına göre, istişare sonucunda belirlenen “atama kriterleri” getirilmesi, liyakat ilkesinin ve emaneti ehline verme düsturunun gereğidir. Mesela, devlet üniversitelerinin rektörleri için önce ihmal edilen “3 yıl profesör olarak görev yapmış olmak” temel bir şarttır; bunun yanında akademik ve idari faaliyetlerden belirli bir puantaj sistemi getirilebilir (Genel müdürlük için kamuda veya özel sektörde belirli kademelerde idari görevlerde bulunma şartı vs.).
Sözün özü, bu kadar kapsamlı bir yeniden yapılanma sürecinde demokratik hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ve denge-denetleme mekanizmaları açılarından, zorunlu olarak uygulanan OHAL döneminde ihmal edilen eksiklerin en kısa zamanda giderilmesi için, Türkiye Büyük Millet Meclisine büyük görev düşmektedir. Yürütmenin etkinliği elbette çok önemlidir, ama yasama ve yargının yürütmeden bağımsız olarak kendi işlevlerini yerine getirmesi de aynı derecede hayatidir. Yargının ve hukuk sisteminin, kendi ilke ve kuralları çerçevesinde bağımsız ve tarafsız bir yapıya kavuşması elzem bir husustur. Yönetimde liyakat ilkesinin hayata geçirilmesi ise, yukarıda işaret edildiği üzere, ancak makam ve mevkiler için bir takım ölçüt setlerinin uygulanmasıyla mümkün olabilir. Halkın seçtiği ve yürütme yetkisini tevdi ettiği Cumhurbaşkanı’nın, bu ölçütleri sağlayanlar arasından tercih ettikleriyle çalışması da gayet olağandır.
Seçimler, Yeni Sistem ve Türk Ocakları Üzerine Bir Derkenar
Bu süreçte Türk Ocakları, yukarıda belirttiğimiz çerçevede, tüzüğü ve gelenekleri doğrultusunda meselelere yaklaşmaya ve çözüm önerilerini sunmaya devam etmiştir. Bazı dostlarımız, bizden bir siyasi parti gibi davranmamızı beklemiş olabilir. Ancak biz, Türk milletini ilgilendiren her meselede olduğu gibi siyasi konularda ve sistem meselesinde de görüşlerimizi açıkça ortaya koymakla birlikte, partiler arası siyasi mücadelenin tarafı olmadık. Üyelerimizden farklı siyasi parti tercihinde bulunanlar olabilir ve vardır. Siyaset yapmak her Türk yurttaşı gibi onların da hakkıdır. Türk Ocaklarının tüzel kişiliğini temsil eden yöneticilerin ise bu haklarını, ancak görevlerinden ayrılarak kullanmaları söz konusudur. Bu çerçevede, Türk Ocakları Genel Merkez Yönetimi, eleştiri hakkını mahfuz tutarak, seçimlere katılan ve Türk milletinin birliğinden yana olan bütün partileri kutladığı gibi, seçilen Cumhurbaşkanı’nı ve bilahare göreve getirdiği Bakanlar Kurulu üyelerini de kutlamıştır. Bu, Türk Ocağının millî iradeye saygıyı mündemiç milliyetçilik anlayışının, devlete saygısının tabii bir sonucudur. Hasbi bir anlayışla Türk milletine hizmet ederken Ocak’ın mehabetine gölge düşürecek, Ocak’ı siyasi tartışmaların içine çekebilecek tartışmalardan uzak durduk. Devlete ve millete saygımız, devletimizin ve milletimizin geleceği için doğru bildiklerimizi söylememize engel olmadı; olmayacak. Eleştiri ile hakareti ayırt edemeyenlerin, Türk Ocaklarının vakur üslubunu anlamasını da bekleyemeyiz.
Türklük ve milliyetçilik konularında daha önce yaptığımız açıklamalar ortadayken, yıllardır Irak ve Suriye Türkmenleri başta olmak üzere mağdur ve mazlum soydaşlarımız için yürüttüğümüz kampanyalar devam ederken, bir kutlamayı bahane ederek bizi Türk olmamakla suçlayan bir siyasetçi ile ona hak verirken bize küfredenleri akıl, izan ve insafa davet etmenin beyhude bir çaba olduğu biliyoruz. Bizler, siyasi veya başka türlü bir ikbal arayışının değil, Türk milletinin istikbali davasının peşinde olduk. Türk Ocakları, bundan sonraki süreçte de yapıcı eleştirilerini sürdürecek, doğru bulduğu politikaları desteklemeye de devam edecektir. Bizim için asıl mesele, Türk milletinin varlığı, Türk devletinin bekasıdır. Milliyetçiliğin yükselişinin tescil edildiği bu seçimlerden sonra Türk milliyetçisi entelektüellere ve sivil toplum kuruluşlarına düşen görev, yeni neslin ihtiyaçları ve beklentileriyle uyumlu bir geleceği inşa etmek için meselelerimizin çözüm yollarına dair somut çözüm önerileri geliştirmek ve bunları siyasilerin gündemine getirmektir.