Musibet, Nasihat ve Ders
Türk tarihinin en alçak ihanet girişimlerinden birine sahne olan 15-16 Temmuz gecesinin üzerinden üç yıl geçti. İpleri Okyanus ötesinden çekilen alçak bir güruh, başkent Ankara’da Meclis’i bombalamış; hain darbe girişimine karşı sokaklara çıkan yurttaşlara ölüm kusturmuş; Polis Özel Harekât’a karşı acımasız bir katliam yapmıştı. İstanbul’da da Boğaziçi Köprüsü’nde silahsız insanlara ateş açılıyordu. Bu hain işgal ve darbe girişimi, Türk milletinin sağduyusu ve cesaretiyle akamete uğratıldı. Cumhurbaşkanı’ndan milletvekillerine, ordumuzun ve polisimizin vatansever ve devlet otoritesine tabi unsurlarından sokaktaki insanına bütün Türkiye, bu ihanete karşı durdu. Türk Ocakları olarak biz de o gece, henüz Cumhurbaşkanı ile irtibat kurulmadan önce her türlü darbe girişimine karşı demokrasinin ve milletin yanında olduğumuzu dünyaya ilan etmiştik.
Bu hadise, devlet ve millet hayatımızda büyük bir sarsıntı ve tahribata yol açtı. Daha düne kadar Cumhurbaşkanı’nın canını emanet ettiği yaverleri ve ordumuzun üst kademelerine kadar çıkmış bir takım alçaklardan ibaret bir durum değildi bu. On yıllardır devletin üst kademelerinin de desteğiyle palazlanan ve zaman içinde iktidar partisiyle âdeta koalisyon ortağı gibi davranan bir “cemaat”, artık Devlet’i tamamen kontrol etme aşamasına geldiği düşüncesiyle 2010 Anayasa değişikliğinden itibaren iyice ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Önceki dönemde, iktidardaki, Ak Parti’ye karşı askerî çevrelerdeki bir takım hareketleri kullanarak Ergenekon adında hayalî bir yapılanma icat eden bu yapı, 2007 Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde ordudan (e-muhtıra) ve yargıdan (367 krizi) gelen müdahaleleri de kullanarak, askerî vesayeti kaldırma bahanesiyle Türk devletinin kuruluş ilkelerine karşı hücuma geçmişti. 2010 referandumu sonrasında ise yavaş yavaş Ak Parti liderliğiyle, daha doğrusu o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile bilek güreşine girişen “cemaat”, özellikle 17-25 Aralık 2013 süreciyle birlikte ipleri koparınca “paralel yapı” ile mücadele dönemi başladı. Bu mücadelenin ciddiyetle yapılmadığı aşikârdı. Nitekim 15 Temmuz’da yaşadıklarımız, ordu ve yargıda söz konusu paralel yapının ne denli güçlendiğini ve artık silahlı şiddete başvuran bir terör örgütüne, FETÖ’ye dönüştüğünü ortaya koymuştu.
15 Temmuz’dan sonra doğal olarak ve gayet haklı biçimde olağanüstü hâl ilan edildi ve mücadele bu şartlarda yürütüldü. Tahribat ve sarsıntı büyüktü, haklı-haksız ayırt etmek zordu. O dönemde aklıselime davet eden pek çok kişi ve çevre gibi biz de kuru-yaş ayırımına dikkat edilmesini vurgulamıştık. İhraçlarda yaşanan haksızlıklar, çoluk çocuğun mağdur edilmesi, FETÖ Borsası kurularak maddi durumu iyi olan kişilerin kurtarılması(!), buna mukabil hakkında hiçbir delil olmadığı hâlde işine iade edilmeyenler vb. gibi durumlara maalesef gereken özen gösterilmedi. FETÖ ihanet girişiminden gerekli dersin alınmadığını gösteren bir başka husus ise bu “paralel yapılanma”nın yol açtığı büyük tahribat ortadayken devletin, ileride benzer “paralel yapı”lar olması muhtemel oluşumlara göz yumması, hatta bazılarını âdeta desteklemesi oldu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, son 20-30 yıldır yaşadıklarımızın ve 15 Temmuz musibetinin muhasebesini henüz layıkıyla yapamadık zira OHAL şartlarında köklü bir anayasa değişikliği yaparak siyasi ve ideolojik yarılmayı devam ettirdik. Genel seçimler ve mahallî seçimler, yeni sistemin doğası gereği bloklaşmayı tahkim etti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin tekrarı ve seçimin açık ara muhalefet tarafından kazanılması, Türk siyasetinde yeni tartışmaları alevlendirdi. Hâlbuki bu süreci daha itidalli ve mümkün olan en geniş mutabakatı sağlayarak atlatabilirdik. Zira 1990’lardan günümüze etrafımızda oluşturulan kıskacın giderek daraldığını hissediyoruz. Irak’ın kuzeyinden sonra Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan yapının Türkiye için bir tehdit olduğu açık. Nitekim Türkiye, ordusunun büyük bir sarsıntıya uğradığı 15 Temmuz’un hemen ardından yaptığı Fırat Kalkanı Harekâtı ve daha sonraki Zeytin Dalı Operasyonu ile bu terör koridoruna dur demiştir. Bugünlerde Doğu Akdeniz’de aleyhimizde kurulan ittifaklar, sözde müttefik ABD’nin S-400 meselesi dolayısıyla Türkiye’ye yaptırımlar uygulayacağını açıklaması vb. de işimizin bir müddet daha zor olduğunun sadece birkaç göstergesi. İşte bütün bunlar bize, FETÖ gibi dışarıdan yönlendirilen yapılara ne denli duyarlı ve uyanık olmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Ergenekon, Balyoz süreçleri, devletin harim-i ismetine (Kozmik Odaya) girilmesi, 2010’dan sonra hukuk sistemimizin ağır bir yara alması, 15 Temmuz sonrası ordu başta olmak üzere devlet yapımızda yaşananlar, toplumda güven duygusunun zedelenmesi, eğitim ve din alanlarındaki büyük tahribat vb. öyle birkaç yılda kolaylıkla üstesinden gelinebilecek hususlar değildir. Elbette büyük bir badireyi atlattık ama bu depremin artçıları öyle kolay kolay bitecek gibi değil. Söz konusu yapının ABD ve diğer bazı devletler tarafından himaye edildiği gerçeğini de asla göz ardı edemeyiz. Türkiye, bu ve benzeri yapılar ve bunların yol açtığı meselelerle mücadeleyi doğru bir zeminde ve sağlam ilkelere dayalı olarak yürütmelidir. Bu çerçevede hukuk devletinin gereklerine, mülkün temelinin adalet olduğuna bilhassa dikkat edilmelidir.
15 Temmuz’un 3. yılında, darbecilere karşı komutanından aldığı emri, sonucun ölüm olduğunu bilerek tereddütsüz yerine getiren büyük şehit Ömer Halisdemir başta olmak üzere bütün 15 Temmuz şehitlerini rahmetle, gazilerimizi minnetle anıyorum.