KUT’TAN MİLLÎ İRADEYE: TÜRKLERDE EGEMENLİK ANLAYIŞI
Türkler, dünya tarihinin en kadim milletlerinden biridir. Türk tarihi, büyük ölçüde Avrasya coğrafyasında cereyan etmiş ve bu coğrafyada Türkler, bilinen tarihî zamanlarda “konargöçer” veya “atlı göçebe” bir hayat tarzından “yerleşik tarımcı” topluma ve nihayet sanayi toplumuna geçmişler ve bu uzun tarih boyunca sayısı konusunda üzerinde mutabık kalınmayan devletler veya siyasi teşekküller kurmuşlardır. “Türklerde egemenlik anlayışı” gibi kapsamı çok geniş ve Türk tarihinin başlangıcından günümüze kadar uzanan çeşitli dönemleri üzerinde uzmanlık derecesinde bilgi sahibi olmayı gerektiren bir konuda, doyurucu ve özlü bir tahlil yapmak kolay değildir.
Devlet; halk, ülke, egemenlik ve teşkilattan oluşur. Tarihteki büyük Türk devletlerine baktığımızda Hunlarla birlikte gevşek bir kabileler konfederasyonu yapısından Osmanlılarda merkeziyetçi imparatorluğa uzanan bir çizgi gözlüyoruz. Hiç şüphesiz bu gelişme çizgisinde çeşitli kanallardan gelen etkiler rol oynamıştır. Osmanlıların son dönemlerinde ise Batı Avrupa’nın da etkisiyle modern devlet yapısı ve kurumları benimsenmiş; bu süreç, Cumhuriyet’te rejim açısından bir kopuşu da içererek devam etmiştir.
Türkler, tarihlerinde istiklale büyük önem vermişler; bazı fetret dönemleri hariç her zaman bağımsız bir devlete/devletlere sahip olmuşlardır. Türk egemenlik anlayışına göre hükümranlığın kaynağı ilahi idi. Tanrı, devleti yönetme işini Türk kağanı aracılığıyla yapıyordu. Bunun için de onu kut (siyasi iktidar), ülüg/ülüş (kısmet, pay, hisse) ve küç (güç) ile donatmıştır.
Bozkır geleneğindeki kut anlayışı, İslamlaşmayla birlikte yerini Allah’ın lütfu/Tanrı’nın takdiri/Tanrı tarafından teyit edilmiş olma anlayışına bırakırken özde çok önemli bir değişmeden söz edemeyiz. Zira her iki dönemde de Türklerde egemenliğin ilahi bir kökene dayandığı, yönetime kimin geçeceğini Tanrı’nın/Allah’ın belirlediği, yani egemenliğin takdiriilahiye bağlı bulunduğu anlayışı vardır. Fiiliyatta egemenliğin sahibini belirleyen şey, güç idi. Bu durum, 20. yüzyıl başlarında, Millî Mücadele Dönemi’nde Büyük Atatürk’ün çerçevesini çizdiği “millî irade” kavramıyla değişecektir.
Kut kelimesinin anlamı çok tartışılmış; saadet, mutluluk, baht, talih gibi anlamlarının aslında ikincil derecede önemli olduğu, hâkim anlamının devlet/devletlü olduğu üzerinde durulmuştur. Tanrının kut verdiği hükümdarın görevleri konusuna gelince mesela, Çin İmparatoru’na yazdığı mektupta Motun (Mete) şöyle diyor: “Şimdi kuzeydeki bütün ülkelerde dirlik ve düzeni kurdum. Şimdi silahları bir tarafa koymak, subay ve birliklerimi dinlendirmek, atlarımızı beslemek istiyorum... Çocuklarımız ve gençlerimiz büyüsünler, yaşlılarımız ise huzur içinde yaşasınlar.” Hükümdarın temel görevi, ilde düzeni sağlamaktı. İktisadi bakımdan halkın refahı da önemli bir görevdi. Bu durum, Göktürk Anıtları’nda şöyle anlatılır: “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli (kut) olduğum için, kağan olarak tahta çıktım. Kağan olup aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım.” Kitabelerdeki bu anlayış, Türk tarihindeki devletlere yansımıştır. Devlet başkanları, törenlerde halka yemek/ziyafet verme âdetini sürdürmüşlerdir.
Kut kavramı, hükümdar unvanlarına da yansır: Göktürklerde Tanrı-kutu Tan-hu, Kök Tengride Kut Bulmuş…, Ay Tengride Kut Bulmuş Alp Külüg Bilge Kağan; Uygurlarda İdi-kut. Hükümranlığın kaynağı ilahi olunca hükümdarlar da âdeta yarı kutsal bir nitelik kazanıyordu. Hükümdarlar kutsal soylardan gelirdi. Her Türk topluluğunda han/kağan sülaleleri vardı. Mesela Göktürklerde kağanlar Aşinaoğullarına mensuptu. Uygurlarda başlangıçta Yağlakar kabilesi kağan sülalesi idi. Oğuzlarda 24 boy, belli bir hiyerarşiye tabi idi. Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyet iddialarının arkasında, kendilerini Oğuz Kağan’a ve onun bu hiyerarşide birinci sırada yer alan torunu Kayı’ya bağlamak suretiyle Türk ve Moğol anlayışı içinde meşru hükümdarlar olduklarını ispatlama kaygısı yatar.
On beşinci yüzyılda Osmanlılar da Oğuz geleneğini canlandırdılar; bir yandan gazi önderler olarak dini yayma görevini, meşruiyetlerinin temel vasıtası olarak kullanırken bir yandan da Anadolu Selçuklularının meşru varisleri olduklarını öne sürdüler. Bu üç meşruiyet kaynağının yanında Osmanlıların Sünni İslam dünyasının lideri konumuna gelmesiyle 16. yüzyılda cihanşümul egemenlik iddiaları somut bir temele istinat etti.
Buna mukabil, 16: yüzyıl Osmanlı tarihçisi Mustafa Âlî, cihanşümul hükümdarlar olarak İskender, Cengiz ve Timur’u sahipkıran olarak adlandırır. Sekiz yıl kadar kısa bir süre değil de daha uzun yaşasa I. Selim de sahipkıran olurdu. Cihanşümul olan hükümdarlar iki türdür: 1. Soydan gelme olanlar, 2. İktidarı silah gücüyle ele geçiren ve böylece Tanrıdan yardım aldıkları kanıtlanan kişiler (müeyyed min ind-Allah).
Osmanlı hükümdarlarının da Tanrı tarafından yardım edilmiş, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğuna inanılıyordu. Bir siyasetnamede (Şeyhoğlu, Kenzü’l-Kübera) bu bir hadiseye atfen şöyle ifade edilir:
“Padişah Allahu ta’ala hazretinin kölgesidür yir yüzünde ki ana sığınur dükeli mazlum (…) Resul hazreti aleyhisselam ki sultana Tangrı kölgesi didi; heman girü halife ve na’ib dimek olur.” Yani Padişah, yeryüzündeki bütün mazlumların gölgesine sığındıkları, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Hz. Peygamber sultana Tanrının gölgesi demiştir ki, halife ve naip demektir.
Osmanlıların yenileşme devrinde hanedan/saltanat yönetimi dışındaki yönetim sistemlerine dair bilgileri de genişledi. Esasen klasik devirde de, ilişkide bulundukları Venedik vb. devletler dolayısıyla “cumhur idaresi”nden haberdar idiler. Osmanlıların mahallî yönetimlerinde ve bilhassa kentlerde âyan ve eşraf denilen kesimin yönetime etkileri de bilinen bir husustur. Tanzimat Dönemi’nde ise yönetimde temsil uygulamalarının giderek yerleşmesi, meşruiyet anlayışı bakımından önemli sonuçlar doğuracaktır. Ama bu bakımdan en mühim sıçrama veya kopuş, aşağıda değineceğimiz gibi, daha Millî Mücadele’nin başında Atatürk’ün ortaya koyduğu “irade-i milliye (millî irade)” kavramı olmuştur.
Türk devletlerinin teşkilat yapısında hükümdar, danışman veya nazırlar ile danışma meclisi niteliğindeki kurumlar (kengeş, kurultay, divanlar, meşveret meclisleri ve parlamentolar) önemlidir. İslamiyet Öncesi Dönem’in kurultayları danışma ve önemli işleri karara bağlama açısından etkiliydi. İslamiyet Dönemi’nde, İran geleneğinden İslam devletlerine geçen divan teşkilatı gelişti. Büyük divanın yanında bir çeşit bakanlığa benzetebileceğimiz divanlar da vardı. Bu divanların yürütme, danışma ve yargı işlevleri vardı. Mesela Osmanlılarda, 17. yüzyıl ortalarında eski gücünü kaybedene dek Divan-ı Hümayun, hem hükûmet organı hem danışma meclisi hem de en yüksek yargı organı ve temyiz mercii idi. Daha sonra Paşakapısı ya da Bab-ı âli denilen Sadrazam konağı, icra açısından öne çıkarken danışma işlevi daha ziyade bir nevi genişletilmiş Divan-ı Hümayun olan meşveret meclislerince üstlenilir oldu.
Türk devlet geleneğinde en önemli dönüm noktalarından birisi 19. yüzyılın ikinci çeyreğidir. Tanzimat’ın hemen öncesinden başlayarak icra makamı olarak kabine, danışma ve yargı kurumları olarak da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Darü’ş-Şura-yı Seraskerî gibi kurumlar ortaya çıktı. Zaman zaman ikiye ayrılıp tekrar birleşen Meclis-i Vâlâ hem reformları planlayan hem de temyiz makamı olan bir meclisti. Onun çeşitli şubeleri zamanla kurumlaştı. Bugünkü Danıştay, Sayıştay ve Yargıtay gibi kurumların nüvesini teşkil etti. Temsil açsısından ise Muhassıllık meclisleri, Vilayet Meclisleri gibi Tanzimat kurumları ve daha sonra Meclis-i Mebusan önemli kilometre taşlarıdır. II. Abdülhamid’in Meclis’i kapatmasına karşı gizli cemiyetler meşrutiyetin yeniden ilanı yolunda faaliyetler gösterdi ve neticede 1908’de bu gerçekleşti. Zaman zaman darbeler, baskılar vb. ile kesintiye uğrasa veya tek parti yönetimi ile sakatlansa dahi o tarihten günümüze kadar ülkemizde millî iradeye ve millî egemenliğe dayalı yönetim anlayışı kökleşmiştir.
Birinci Cihan Harbi sonrasında işgallere uğrayan vatan topraklarının bağımsızlığı için millî güçler (kuva-yı milliye) harekete geçecektir. Daha sonra, Müdafaa-yı Hukuk ve Redd-i İlhak cemiyetleri etrafında toplanan direniş hareketleri, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı, ardından Havza, Amasya, Erzurum, Sivas güzergâhındaki faaliyetleri neticesinde tek merkezden, Heyet-i Temsiliye eliyle yürütülen bir Millî Mücadele’ye dönüşecektir. Bu, Millî Mücadele’nin en önemli ve temel vasıflarından birinin millî iradeye dayanmasıdır. Nitekim kongreler sonunda Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte, sınırlar içinde kalan ve ezici çoğunluğu Müslüman olan vatan topraklarının bölünmez bütünlüğü, istiklalin sağlanması ve hilafet ve saltanatın korunması için “kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim” (millî güçleri etkin ve millî iradeyi egemen) kılmanın esas ve merkezî hükûmetin millî iradeye tabi olmasının zorunlu olduğu, hükûmet dış baskılar yüzünden vatanın belirli yerlerini terk ederse buna karşı her türlü tedbirin alınacağı gibi hususlar vurgulanmıştır.
Bilahare, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir.” ilkesi benimsenmiş ve böylece örtük olarak Cumhuriyet’e geçişin işareti de verilmiştir. Bu Anayasa’nın birinci maddesi aynen şöyledir: “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. [Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir.] İdare usulü, halkın mukadderatını [geleceğini, kaderini] bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir[dayanır].” 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken maddeye “Türkiye Devleti’nin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir.” cümlesi eklenecektir.
İkinci maddede ise “İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.” denilerek yürütme ve yasama yetkilerinin milletin biricik ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisine ait olduğu vurgulanmıştır.
Tabiatıyla millî iradenin tecelli ediş şekli, seçme ve seçilme haklarının kapsam ve mahiyeti, o günden bugüne önemli değişikliklere uğramıştır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu yönündeki düstur da zamanla olduğu gibi tekrarlansa da sadece Meclis’e ait olması bakımından sınırlanmıştır: 1961 Anayasası’nın ilgili maddesi şöyledir:
“Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Mevcut anayasada da ifadeler aşağı yukarı aynıdır:
“Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Yasama yetkisinin “Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinin” olduğu ve bu yetki devredilemez olduğu da Anayasa’nın hükümlerindendir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılını idrak ederken millî iradeye ve milletin egemenliğine dayalı yönetim düzenimizin, 15 Temmuz darbe girişiminin yol açtığı sarsıntıları ve olumsuzlukları aşarak ve çağdaş gelişmelere paralel olarak demokratik hukuk devleti istikametinde güçlenmesi en büyük dileğimizdir. Millî Mücadele’mizin temel amacı “tam bağımsız” bir Türkiye inşa etmekti. Devletlerarası ilişkilerde elbette belirli konularda karşılıklı ilişkilerin yol açtığı bağımlılıklar vardır ve süper güçler dahi başka güçlerle ittifaklar yaparlar. Ancak, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan dış borçlar, Düyun-ı Umumiye, kapitülasyonlar vb.nin verdiği zararları acı bir şekilde tecrübe etmiş olan milletimiz, Millî Mücadele’de ve Lozan Antlaşması’nda bu konularda kesinlikle taviz vermemiştir. Manda ve himaye kabul edilmemiş, kapitülasyonların kaldırılması konusunda asla geri adım atılmamıştır. Günümüzde de millî irade ve millî egemenlik ilkeleriyle birlikte en çok dikkat etmemiz gereken kurucu ilkenin “istiklâl-i tam” (tam bağımsızlık ilkesi) olduğunu asla unutmamalıyız. Irak’ın kuzeyinden Doğu Akdeniz’e uzanan hatta karşı karşıya olduğumuz tehditlerin, vatanımızın bütünlüğü ve devletimizin bağımsızlığı bakımından arz ettiği tehdit ve tehlikeleri, kuva-yı milliye ruhuyla bertaraf etmek için önümüzdeki süreçte iç siyaset çekişmelerini en aza indirmek hepimizin üzerine düşen görevdir.