GEÇMİŞTEN YARINA MİLLET, MİLLÎ DEVLET VE MİLLİYETÇİLİK
Topluluk hâlinde yaşayan insanlar arasında o topluluğa aidiyet duygusunun varlığı, izahı gereksiz bir olgudur. Aile, sülale, oymak, aşiret, kavim gibi soyla bağlantılı olan toplulukların yanında din ve mezhepten meslek, kurum, mahalle, köy ve şehre; tutulan takımdan mezun olunan okula uzanan geniş bir kimlikler yelpazesinden bahsedebiliriz. Her bir insanın elbette bu manada farklı kimlikleri vardır. Birlikte yaşadığımız toplumda bu kimliklerin kesişen kümeler kadar çeşitlilik ve farklılıkları da söz konusudur. Bununla birlikte modernite öncesinde olsun modern çağda olsun toplumların ortak aidiyetleri belirli kategorilerle tezahür etmektedir: bir devletin tebaası olmak, bir dine veya mezhebe mensup olmak, bir kavmin veya kabilenin mensubu olmak… Modern anlamıyla “millet” olgusu ise, kimilerine göre yeni, kimilerine göre de kökleri kadim zamanlara uzanan bir varlığı ifade eder. İletişim ve ulaşımın o dönemdeki şartlarında elbette ki, objektif olarak aynı millete mensup olan insanların büyük kısmında bu millete aidiyetten ziyade, çağına ve yerine göre din, mezhep, tarikat, kabile, tabiiyet gibi aidiyetler ön plandaydı. Modernite ile birlikte ise insanlar giderek daha fazla bir biçimde ortak bağlarının güçlü olduğu topluluğun üst kimliği olarak bir millete ait olma bilincine, millî şuura sahip olmaya başladılar.
Tarihimizin en azametli devletlerinden sonuncusu olan Osmanlı Cihan Devleti’nin bilhassa 18. yüzyıl sonlarından itibaren artık geri çevrilemez hâl alan siyasi küçülme ve parçalanma süreci, 20. yüzyıl başlarında “üç tarz-ı siyaset”ten Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetlerinin büyük ölçüde geçerliliklerini yitirmesine yol açmıştı. Balkan ve Birinci Cihan Harpleri sonunda gelinen noktada ise artık o azametli devletin küllerinden yeniden doğması, Türklüğün sıkıştırıldığı yeni Ergenekon’da yeniden hayat bulması için yapılacak tek şey kalmıştı: Misak-ı Millî sınırları içinde millî bir devlet inşa etmek. Kısacası, Millî Mücadele sonunda bu topraklarda milliyetçilikten başka çıkış yolu kalmamıştı. Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki çıkış yolu arayışlarında Türkçülüğü ile öne çıkan büyük mütefekkir Ziya Gökalp, bunu şöyle ifade etmekteydi:
“İslâm âleminin son ümidi olan Osmanlı Devletini yüz seneden beri parçalayan manevî bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanıydı ve İslâmiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek yaptığı mazarratları [zararları] telafi etmeye çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir. (…) Artık bu silâhı istimal etmenin [kullanmanın] sırası İslâm âlemine geldi.”
Bundan hareketle Gökalp, şu kanaate ulaşır: İslam milletleri belki uzak gelecekte siyasi birlik kurabilirler ama bunun gerçekleşmesi için şartlar oluşana kadar Müslümanlar millî birliklerini, bağımsızlıklarını kuvvetlendirmek durumundadır. İslam milletlerinin büyük kısmının mahkûmiyet ve esaret altında olduğunu belirten Gökalp, İslam kavimleri arasında hâkimiyet ve mahkûmiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikrinin İslamlar arasında tefrika çıkaramayacağını, aksine milliyetçilik fikri güçlendikçe İslam ümmetçiliği fikrinin de güçlenerek var olan kültürü takviye edip sağlamlaştıracağını ileri sürer.
Hiç şüphesiz bu sözlerin üzerinden bir asırdan ziyade vakit geçti. Gökalp’a göre dönemin İslamcıları, Türkçüleri, Osmanlıcıları tek bir derde çare bulmaya çalışmaktaydı: Devlet’i içinde bulunduğu durumdan kurtarmak, milleti tekrar ayağa kaldırmak. Dolayısıyla kısa ama yoğun tartışma dönemi olan II. Meşrutiyet Dönemi’ni çok iyi bilmek ve anlamak zorundayız. Günümüzün meselelerine çözüm yolları ararken geçmişi elbette inceleyeceğiz ama asıl odaklanmamız gereken, bu dönemin şartlarını ve geleceğin ihtimallerini sağlam bilgiye dayalı olarak tahlil ederek yeni çözüm teklifleri ortaya koymaktır.
Bu uzun girizgâhın en önemli sebebi, Türkiye’de millî devlet ve millet kimliği konusunda kısmen bilgisizlik kısmen de ideolojik ön yargılardan kaynaklanan savrulmalardır. Bunu yanında Türk Milliyetçiliğinin bugün Türk Milleti, Türk Dünyası, İslam Âlemi ve topyekûn insanlık için ifade ettiği mana ve teklif ettiği nizam konusunda bizatihi Türk milliyetçileri arasında yaşanan yaklaşım farklılıklarını veya daha doğru bir ifadeyle birbirine taban tabana zıt anlayışları da irdelemek mecburiyeti vardır.
***
Geçen ay içinde, kamuoyunda pek tartışılmasa da Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu tarafından yapılan bir açıklamada (8 Mayıs 2020) kimlik konusunda sarf edilen ifadeler, metnin müelliflerinin Türkiye tasavvuru hakkında fikir vermesinin yanında, bu konuda siyasi zeminde yaşanan kafa karışıklığının da bir göstergesidir. Açıklamadaki şu ifadeler çok çarpıcı olup Türk Ocakları olarak bu hassas konuda sarf edilen bu cümleleri, bir açıklama ile tenkit ederek düzeltilmesini talep etmiştik (18 Mayıs 2020).
“Türkiye Toplumu çok kimlikli bir toplumdur.”. “…bizim toplumumuz farklı kimlik gruplarının bir bileşkesidir. Dolayısıyla her kimlik grubu ayrı özellikler taşısa da toplumun bütünlüğünün bir parçasıdır.” “… toplumun yapı taşı olan bireylerimiz tek boyutlu ve tek kimlikli değildir. Her birey birden çok kimliğe sahip olarak çeşitli kimlik gruplarının kesişim alanlarında yer almaktadır.”. “Türkiye Toplumu ve onu oluşturan bireyler çok kimlikli olmakla birlikte başat aidiyetini tek kimlik üzerinden ifade edilmesi ihtiyacı doğduğunda hiçbir kimlik grubu tek başına toplumun çoğunluğunu oluşturmamaktadır.”.
Görüleceği üzere açıklamada Türk Milleti kavramı yerine çok kimlikli “Türkiye Toplumu” ifadesi öne çıkarılmıştır.
Yine geçtiğimiz günlerde (4 Haziran 2020) Veryansın TV’de yer alan bir haberde, eski başbakanlardan Sayın Ahmet Davutoğlu’nun 3 Mayıs 2020 tarihinde Karar gazetesine verdiği bir mülakatta şu sözleri sarf ettiği yazılmıştır (Bu haber, bugüne dek tekzip edilmiş değildir.):
“… Türkiye gibi ülkelerde Meclis niye çok önemli biliyor musunuz? Çünkü biz imparatorluk bakiyesiyiz. Biz yeknesak, tek bir kimlikle tanımlanabilecek, tek bir oryantasyonla, kültürel dokuyla tanımlanacak ülke değiliz. Şu anda Boşnak, Gürcü, Çeçen, Arnavut, Arap, Kürt, Uygur vatandaşlarımızın yansıdığı bir Meclis bu ülkenin birliğini temsil edebilir. Bir kişiyi seçerseniz, her şeyi ona devrederseniz o bütün kuşatıcı kimliğini barındırmayabilir. Nitekim bugün olan da bu.”
Bu ifadeler, Davutoğlu’nun “etnik parlamento” istediği şeklinde bir yorumla okuyucuya aktarılmıştır.
Bu açıklamalar, Türkiye’de “Kürt Sorunu” olarak ifade edilen meseleye çözüm bulmak adı altında öteden beri millî devlet yapısıyla bağdaşmayan teklifleri dillendiren çevrelerin bakış açısını yansıtmaktadır. Buna karşı şu soruları sorarak başlamak uygundur:
Bugün devlet yapısı ve millî doku açısından bakıldığında genelde dünya ve özelde ise Türkiye nasıl bir manzara arz etmektedir? Gelecekte devlet ve toplum yapısı bağlamında nasıl bir durumla karşılaşmamız söz konusu olabilir? Millî devletlerin gelecekteki yeri ne olacaktır? Bu sorulara geçmeden evvel millet ve milliyetçilik hakkındaki bazı klasik görüşleri hatırlatalım.
Genel olarak kabul gören bir tanıma göre “millet”; ortak bir kültüre sahip, kesin olarak belirlenmiş bir toprağa bağlanmış, ortak bir geçmişi bulunan ve ortak bir gelecek tasavvuru olan ve de kendi kendini idare etme hakkı iddia eden bilinçli bir insan topluluğudur. Bu tanımın unsurları şöyle ortaya konabilir: ortak geçmiş, ortak kültür, belirli bir toprak parçası veya vatan, ortak gelecek tasavvuru ve kendi kendini idare etme bilinci yani millî irade.
Renan’a göre, “Bir millet, tarihin derin karışıklıklarından hâsıl olan mânevi bir varlıktır, toprak şeklinin tâyin ettiği muayyen bir grup değil, mânevi bir ailedir. (…) Bir millet bir ruhtur, mânevi bir varlıktır. Bu ruhu, bu anânevi varlığı, hakikatte bir olan iki şey teşkil eder. Biri mazide, öteki hâldedir. (…) Bir milletin varlığı, (…), her gün yapılan bir plebisittir.”.
Ziya Gökalp ise, Türkçülüğün Esasları adlı kitabında, millet konusunda farklı bakış açılarını tek tek ele aldıktan sonra şu hükme varır: “Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder.”.
Ezcümle “millet”, tarih içinde yoğrulan ve ortak tarih, inanç, kültür ve dile dayalı sosyo-kültürel bir yapıyı ifade eder. Bu varlığın oluşumunda hangi unsurların ne derecede etkili olduğunu tarihî arka plan, bulunulan coğrafyanın stratejik konumu, uluslararası konjonktür vb. faktörler belirler. Günümüzde, millî devlet ve milliyetçilik meselesinde, yukarıda işaret edilen parametrelere, çağdaş gelişmeler ışığında bakmak icap eder.
Gerek millet gerekse bir millete dayanarak kurulan millî devlet kavramlarını katı kalıplar çerçevesinde değerlendirmekten ziyade, değişen tarihî tecrübelere göre geniş bir yelpazede ele almak, yani hem zaman hem de mekân parametreleri açısından farklılık ve gelişmeleri göz önünde bulundurmak makul bir yaklaşımdır. Mesela Türkiye’de, Cumhuriyet’in çeşitli dönemlerinde ve farklı bakışlar açısından farklı tanımlar yapılmıştır. Kuruluş aşaması, esas itibarıyla Osmanlı mirasının Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman “anasır”ı temeline dayanan Cumhuriyet’in millet kavramı, 1928’den sonra ve bilhassa 1930’larda Tarih ve Dil Kurumlarının da kurulmasıyla Osmanlı mirasının reddi istikametinde gelişti. Anadolu’nun kadim tarihi ve Türklüğün İslam’dan önceki devirlerine atıfta bulunulurken bazı aşırılıklara gidildi. Burada hem Osmanlı’dan hem de İslam medeniyetinden bilinçli bir uzaklaşmanın yanında, Anadolu toprakları üzerindeki iddialara karşı, bu toprakların kadim Türk yurdu olduğunun kanıtlanması gayreti de rol oynamıştır. Çok partili hayata geçilmesi ve demokrasinin gelişmeye başlamasıyla birlikte Anadolu’nun kadim kültürleri ve Selçuklu-Osmanlı geçmişine bakışta önemli değişmeler olmuştur.
Dünyanın, temelleri daha önceye dayansa da, özellikle 1990’lardan itibaren içine girdiği hızlı küreselleşme süreci çerçevesinde, iki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkması, “medeniyetler çatışması” tezinin ortaya atılması, zaman içinde İslamofobi’nin yükselmesi, etnik ve mezhebî çatışmalarla vekâlet savaşlarının yoğunlaşması vb. süreçler, siyasi coğrafyanın yeniden tarif ve tanzimine yönelik hamleleri de beraberinde getirdi. Teknolojideki baş döndürücü gelişmeler, Çin’in yükselişi vb. de bu süreci belirlemede en etkili faktörler arasındadır.
1990’larda küreselcilik propagandası, millî devletlerin ortadan kalkacağı, sınırların anlamsızlaşacağı, küresel değerlerin hâkim olacağı gibi özellikle gelişmekte olan ülkeleri ayartacak iyimser gelecek rüyaları herkesi etkilemişti. Dünyayı yeniden tanzim senaryolarını yazanlar, kâh medeniyetler çatışması kâh küreselcilik tezleriyle kendi hegemonyalarını tahkim etmenin yollarını ararken bu süreçte önlerindeki en büyük engellerden birinin millî devlet olduğunu elbette biliyorlardı. İşe, henüz gerçek manada millî devlet olamamış, zamanında sınırları cetvelle çizilmiş, etnik ve mezhebî fayları hassas, Irak gibi ülkelerden başladılar. İmparatorluk bakiyesi millî bir devlet olarak güçlü gelenekleri ve kurumları olan Türkiye, zaten 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan beri sıkı “gözetim” altında tutulmakta; ambargolar, terör örgütleri eliyle kafasını kaldırmaması için sürekli içeride meşgul edilmekteydi.
Bu genel çerçevede, 21. yüzyılda özellikle kadim İslam coğrafyasındaki devletler teker teker iç savaşlarla paramparça edildi. Müslümanların kaynakları ve kanları üzerinden “vekâlet savaşları” ile derin düşmanlık tohumları ekildi. Şunun altını kalınca çizelim: Bunları söylemek, her şeyi komploya bağlamak değildir. Büyük devletlerin büyük hesapları da komploları da olur. “Bizim Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ne işimiz var?” diye soranların; buraların daha yüz yıl kadar öncesinde “bizim topraklarımız” olduğunu, bugün ayrı devletler olsak da bu ülkelerle tarihî, kültürel bağlara sahip bulunduğumuzu unutmamaları ve ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in, Fransa’nın, İtalya’nın, İngiltere’nin buralarda ne aradığını sormaları gerekir. Irak ve Suriye, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, Libya ve Doğu Akdeniz ise denizlerdeki kıskacı bertaraf etmesi için hayati önemi haizdir.
Tarih bize, yıkılmaz sanılan yapıların yıkılabildiğini, aşılmaz sanılan surların aşılabildiğini öğretiyor. Hiçbir büyük güç, tek başına var olamaz; şu veya bu şekilde başkalarına muhtaçtır. Onun için bizlere düşen, asla ve katiyen teslimiyetçi ve sürekli tavizkâr bir yaklaşımla değil; basiretli, gerçekçi ve kararlı bir yaklaşımla meselelere çözüm aramaktır. Başımıza gelenlerde kendi sorumluluk payımıza mazeret aramak, bir anlamda kadercilik ve teslimiyettir. Yel değirmenlerine saldırmak ve herkesi düşman ilan etmek de aynı derecede yanlıştır. Millî devlet yapısını güçlendirmek, milletlerarası alanda işbirliklerine mani değildir. Nitekim son küresel salgın, Korona virüsü belası, dünyada millî devletlerin hem önemini hem de geçerliliğini bir kez daha ortaya koydu. Mesele küresel boyutta olmakla ve milletlerarası dayanışma tezahürleri görülmekle birlikte, devletler sınırlarını kapatarak çözümü millî ölçekte sağlamaya çalıştılar. Bütün dünyayı kontrol etmeye azimli küresel güç odaklarına karşı, fertlerin hürriyeti ve milletlerin istiklali ancak millî devlet yapılarının güçlü olması ve milletlerarası dayanışma ile mümkündür. Bu bağlamda Türk Milleti ve Türk Devleti, tarihî tecrübesiyle bir örnek ve öncü olabilir. Yapmamız gereken; geçmişte cihan hâkimiyeti, nizam-ı âlem kavramlarıyla ifade edilen görevimizin bugünün şartlarında, eşit ve bağımsız millî devletlerle “karşılıklı çıkar ve saygıya dayalı adil bir dünya düzeni ülküsü” şeklinde yeniden değerlendirilip ortaya konulmasıdır. Bunun için öncelikle tarihî ve kültürel derin bağlara sahip olduğumuz üç ekseni dikkate almalıyız: Türk devletleri, kadim İslam coğrafyası ve Balkanlar. Türkiye, elbette çok yönlü dış siyasetini sürdürmelidir; bu kapsamda dengeli davranmak durumundadır; ancak bütün bunları, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz bakış açısıyla yürütmelidir.
Milliyetçiliğimizin mahiyeti konusunda giderek dikkati çeken bir hususa, özellikle işaret etmek gerekir: Günümüzde “seküler” milliyetçilik adı altında, tarihi ve medeniyeti dikkate almayan bir yaklaşım, özellikle gençler arasında propaganda ediliyor. Kişilerin şahsi hayat tarzları, inanç dünyaları elbette kendi bilecekleri iştir ancak bu, şahsi zevklerini milliyetçilik olarak takdim eden yeniyetme düşünürlerin “sekülerlik” sihirli kelimesinin arkasına sığınarak milletin maneviyatı ve mukaddesatı üzerinde alaycı ifadeler kullanmalarını meşrulaştırmaz. Geçmişi elbette diriltemeyiz ama o bizim kimliğimiz ve kültürümüzdür. Değişerek devam edeceğiz ama aslımızı ve imanımızı inkâr etmeyeceğiz. Biz, ne Hunlar devrindeyiz ne Osmanlı çağlarındayız. Biz, o tarihî zincirin bugündeki halkalarıyız. Türk-İslam medeniyeti ve bu medeniyetin zirvesi olan Osmanlı, bizim medar-ı iftiharımızdır. Ama o da artık geride kalmıştır, biz ondan ilham ve ibret alırız. Dinî değerlerimize sahip çıkan milliyetçileri Arapçılıkla itham eden zihniyetten, ne Türklüğe ne de insanlığa yararlı bir tasavvur çıkar. Türk milliyetçisi olmak, başka milletleri tahkir etmeyi gerektirmez. Zaten bu zihniyetle hareket edersek Osmanlı’yı, Selçuklu’yu, Karahanlı’yı, Gazneli’yi, Uygur Hakanlığı’nı, Hunlar’ı, adında Türk bulunan Göktürk Kağanlığı’nı bile dışlarsınız. Çünkü bunların hepsinde farklı din ve kültürlerle etkileşim vardır. Cihan devleti olmanın tabii neticesi budur. Başka kültürlerle etkileşim başka, kimliğini yitirmek başka şeydir.
Son olarak Ayasofya tartışmasını da bu bağlamda, kısaca değerlendirmek uygun olacaktır. Meseleyi, siyasi çıkar sağlama basitliğine indirgemeden tarih ve gelecek şuuruyla ele almalıyız. Bu aynı zamanda millî ve bağımsız devlet olma vasfımız, millî şahsiyetimiz ve dış siyasetimiz açılarından değerlendirilmelidir. Ayasofya’nın Atatürk tarafından Batı’ya, Hristiyan dünyasına bir jest olarak müze yapılmış olduğu tarihî bir vakıadır. Bunu tartışmak doğru değildir. Dönemin şartlarında ve o zamanın zihniyetine göre “gülüyle dikeniyle almak durumunda olduğumuz” Batı medeniyetinin bir parçası olmak için böyle bir hamle olağan görülmüştür. İstanbul Fatih’i de kendi döneminin anlayış ve uygulamaları çerçevesinde, şehirdeki Hristiyanlara din ve inanç özgürlüğü tanımış ve fethedilen şehrin en büyük mabedi olan Ayasofya’yı da cami olarak ilan etmiştir (Burada Ayasofya’nın kadim tarihi ile ilgili izahata girmeyeceğim ama Osmanlılar kenti aldığında kilise idi.). Bugün, tartışmanın bir tarafındakiler “medeni dünyanın ne diyeceği” hususuna ziyadesiyle önem veriyor; “Ortak kültür mirası” söylemi ağır basıyor. Dünyada kilise iken cami, cami iken kilise yapılan belki yüzlerce yapı var; mesele İstanbul ve Ayasofya olunca neden hassasiyet yükseliyor? Bunun cevabı açıktır; insanlığın ortak mirası, evrensellik ve benzeri söylemler işin cilasıdır. Ne kadim Hristiyan toprağı olan Anadolu’nun ne de “Konstantinopolis”in Türkler tarafından fethi hazmedilmiştir. Medeniyetlerinin temelinde Grek-Roma mirası ve Hristiyanlığın yattığı düşüncesi, inananıyla inanmayanıyla Batılıların iliklerine işlemiştir. Bizim bugün yapmamız gereken ise, tıpkı Fatih ve Atatürk gibi büyük liderlerimizin yaptığı gibi, şartları iyi değerlendirerek şahsiyetli bir duruşla meselelere yaklaşmaktır. Peki, o zaman ne yapacağız? Fatih’in vasiyetini mi, onun vakfiyesindeki şartları değiştiren Cumhuriyet’in kurucusunun tasarrufunu mu esas alacağız? Şahsi görüşüm, vakfiyenin gereğinin yerine getirilmesidir. Bunu, Türk’e yakışır bir vakarla, Fatih gibi kendisini Türklerin Hakanı, Müslümanların Halifesi ve Romalıların Kayser’i olarak gören bir cihan hükümdarının vasiyetinin gereği olarak yapmalıyız.
Yazıma son verirken merhum Erol Güngör’ün çok önemli gördüğüm bir sözüyle bu ay, 48. vefat yıldönümünde andığımız Büyük Türkiye rüyasına bütün hücreleriyle inanan dava adamı merhum Dündar Taşer’in, kim olduğumuzu hatırlatmak sadedindeki bazı ifadelerini hatırlatmak isterim. Güngör şöyle diyor:
“Milliyetçilik, millî kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı hâline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri hâlinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.”
Taşer ise, “Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz. (…) Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’dir. (...) Hâlbuki şimdi, biz bir cihan devletinin kalıntısı üzerinde cihan hâkimlerinin evlâtları olarak utanıyoruz.” diyerek bugün bile hâlâ üzerimizden tam olarak atamadığımız o aşağılık duygusuna isyan ediyordu.
Geçmişimizden alacağımız manevi güce işaret etmek, kendimizden utanmak yerine kendimize güvenmek için sarf edilen bu gibi sözleri iyi anlamak lazımdır. Ne hesapsız kitapsız aşırı bir özgüven ne de bizi biz olmaktan çıkaran aşağılık duygusu… İfrat ve tefrit yerine itidalde karar kılmak durumundayız. Geçmişimizi hatasıyla savabıyla sahiplenmek, doğrularından ilham, hatalarından ibret almak suretiyle bugünümüze çekidüzen verip geleceğimizi inşa etmeye odaklanmalıyız. Milliyetçiliğin de vatanseverliğin de gereği budur. Milliyetçilik bir duruştur, bir tavırdır. Elbette ki ülkemizin ve milletimizin değerleri konusunda yeri geldiğinde tepkimizi ortaya koyacağız, onları savunacağız ama yarına yeni şeyler söylemek için tepkiden çok etkiyi, savunmadan ziyade girişimciliği esas almamız gerektiği de açıktır.