Cumhurbaşkanlığı
Dergimizin bu sayısı basıldığı sırada Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları alınmış olacak. Adaylardan biri ilk turda seçilmek için gerekli olan % 50’nin üzerindeki oyu alabilecek mi, hep birlikte göreceğiz.
İki aya yakın bir süreden beri yürütülen ve üç adayın katıldığı seçim kampanyasının en önemli özelliği, yarışın eşit şartlar altında yapılmayışı, asimetrik oluşudur. Adaylardan biri propaganda çalışmaları sırasında sınırsız denilebilecek kaynaklar kullanabiliyor, önemli bölümü devlete ait güçlü ve etkili geniş imkânlardan yararlanabiliyor. Muhalefet partilerinin çatı adayı ise bunlarla kıyaslanmayacak derecede mütevazı şartlarda yarışmaya çalışıyor. Teşkilatlarını seferber edebilecek gücü yok, daha doğrusu teşkilâtı da yok. Dolayısıyla sandık başlarında yeterli sayıda gözlemci bulundurma imkânından bile mahrum. O’nun ne son derece iyi organize edilen, profesyonelce ve bilimsel yöntemlerle işletilen, psikolojik harekât usullerini bile bir “harekât (operasyon)” merkezi, ne de buradan gelen talimat ve yönlendirmelerle yayın yapan resmi ve gayrı resmi gazete ve televizyonları, kurgulu yazarları ve bunların arkasındaki geniş sermaye desteği var. Son derece dar bir zamana sıkıştırılan bu orantısız kampanyanın seçmen üzerinde ne derece etkili olduğu 10 Ağustos’ta ortaya çıkacak.
Cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından seçilmesinden sonra anayasa ve sistem tartışmalarının başlaması, hatta yetki karmaşasının yaşanması kaçınılmazdır. Anayasamızda olmayan başkanlık yahut yarı başkanlık sisteminin fiilen uygulamaya konulması durumunda, hukukî bir zemini olmayan bu girişim doğal olarak tepkilere, sert tartışmalara yol açacak. Böylece devlet hiyerarşisinin en üst organı olan ve toplumun tamamını kucaklaması gereken “cumhurun başkanı” siyasi polemiklerin tarafı haline gelecek; şahsıyla birlikte makam da yıpranacak. Bunun ilk işaretleri seçim kampanyası boyunca görüldü. Son yıllarda ülke siyasetinde giderek yoğunlaşan kavgacı üslup, kampanya boyunca aynen devam etti. Siyasi tartışmaların günümüzdeki seviyesi, tarzı ve içeriği normal değildir. Bu hırçın ortam gerginlikleri tırmandırıyor, kutuplaşmalara yol açıyor. Toplum hayatının huzur ve güven içerisinde sürdürülmesini zorlaştırıyor. Giderek birbirinden nefret eden, her an nereye uzanacağı belirsiz öfke patlamalarına hazır bir yapı oluşuyor. Türk halkı, yıllardır engellenemeyen etnik ve mezhebî kamplaşmaların sıkıntılarını çekerken, bunlara ilaveten siyasal kabileleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
İktidarın bir buçuk yıl zarfında üç önemli seçimin yapılacağı bir süreçte, taraftarlarını kenetlemek, daha aktif ve kararlı hale getirmek, saflarını sıkıştırmak maksadıyla tansiyonu bilinçli şekilde yükseltme hesabı kısa vadede başarı olarak görülebilir. Bu yöntemle sandıktan istenilen sonuçlar alınabilir. Ama toplumun “bizden” olanlarını motive etmeye yönelik bu tarz tercihler, doğal olarak “ötekileri”ni de etkiliyor; öfke ve nefret duyguları kabarıyor. Demokrasilerin olmazsa olmazı anlamına gelen hukuki zemin, bağımsız yargı ve anayasal kurumlar tahrip ediliyor; kuvvetler ayrılığı yerine siyasal çoğunluğun her şeye egemen ve muktedir olduğu bir yapı oluşuyor. İleri demokrasilerde geçen yüzyıl başlarında gündemden kaldırılan bu Rousseau’cu anlayış ısrarla Türkiye’de geçerli kılınmaya çalışılıyor.
Türkiye, Cumhuriyet döneminin en ciddi iç ve dış sorunlarıyla karşı karşıyadır. Güney hudutlarımız boydan boya her türlü soruna davetiye çıkaran bir kevgire dönmüş durumda; giren çıkan belli değil. Ülkemizdeki bir milyondan fazla Suriye’li mültecinin varlığı, altından kalkılması imkansız bir yük haline gelmiş bulunuyor. Son zamanlarda bazı şehirlerden gelen çatışma haberleri durumun vahametini ikaz niteliğindedir. Yüksekova, Şemdinli ve Çukurca gibi ilçeleriyle birlikte, başta Hakkari olmak üzere Güneydoğu’nun birçok yerinde PKK, bir süre önce açıkladığı “özerklik inşa süreci”ni sistemli şekilde sürdürüyor. İki milletli eyalet sistemine geçiş projesinin alt yapısını adım adım gerçekleştiriyor. Hükümet “şehit cenazeleri gelmiyor, çözüm süreci başarıyla yürüyor” söylemiyle gerçekleri görmezlikten gelmeye çalışırken, siyasal Kürtçülük projesi bilinçli şekilde yürütülüyor.
49 vatandaşımızı aylardır elinde tutan IŞİD, İstanbul’da bayram sabahı yüzlerce insanın katılımıyla gövde gösterisi yapabiliyor. Bu örgütü terörist olarak nitelendirmekten ısrarla kaçınılırken, ülkemizden örgüt saflarına katılımların sürdüğü görülüyor. Bazı milletvekillerinin İstanbul’da IŞİD’e ait kamp yerlerinin bulunduğu, emniyet ve jandarmanın bunlara ilişmemeleri konusunda talimat verildiği yönündeki soruları ilgili makamlarca cevapsız bırakılıyor.
Türkiye’de aylardan beri pek az ülkede örneği görülen çok yoğun bir propaganda ve algı operasyonu yürütülüyor. Özel bir dikkati ve merakı olmayan, araştırma gereği duymayan, sadece gazetelerdeki haber başlıklarıyla ve resmi beyanlarla yetinen bir kişinin bunlardan etkilenmemesi mümkün değil. Bu operasyonu yürüten psikolojik harekât merkezinin güdümünde bir düzineye yakın gazete ve televizyon, onlarca köşe yazarı yüklendikleri misyonun gereğini yerine getirmek için çalışıyor. Tam bir ekip düzeni içerisinde belirlenen hedeflere koro haline yüklenilince plânlanan sonucun alınması zor olmuyor. Üstelik bunlarla da yetinilmiyor. Aynı merkezin kurdurup yönettiği internet siteleri vasıtasıyla sosyal medya yoğun şekilde kullanılıyor. Bu alanın hukuki denetiminin imkânsız derecede zor olmasından, yapanların açığa çıkmamasından yararlanılarak insani, ahlâki, vicdani kriterler bir yana bırakılarak hedefteki kişiler, kurumlar tam anlamıyla linç ediliyor.
10 Ağustos’ta sandıktan nasıl bir sonuç çıkar bilemeyiz; ama sonuç ne olursa olsun Türkiye’nin geleceği ve bütünlüğü, milli varlığımızın korunması için bu anormal ortamın değişmesi, hukuki düzenin kurulması gerekiyor. Yargının yürütmeye eklendiği bir düzenin demokrasiyle ilgisi kalmaz. Otoriterleşme eğiliminin, karizmatik ve vazgeçilmez liderlik saplantılarının önlenemez şekilde güç zehirlenmesine yol açtığının dünyada sayısız örnekleri bulunuyor. Bununla ilgili olarak siyaset biliminde yıllardır tespitler, tahliller yapılıyor. Bütün bunları yok sayarak biat kültürüne dayalı kendimize özgü bir rejim kurulmaya kalkışılırsa bu eğilimin büyük sıkıntılara yol açması kaçınılmaz olur; bundan herkes zararlı çıkar.