Türk ocakları’nın 43. Kurultayında Nuri Gürgür’ün Yaptığı Konuşma

Türk Ocakları’nın kurulduğu 20.yy başları, Türk tarihinin en sıkıntılı dönemidir. Bu topraklardaki varlığımızı işgalci olarak görüp hazmedemeyen geleneksel Ehl-i Salip zihniyetini temsil eden Düvel-i Muazzama, tarihi emellerini gerçekleştirmek için son hamlelerini yapıyordu.İlk hedeflerine 93 Harbi’nde, arkasından yaşadığımız Balkan faciasında ulaştılar.Yüz yıllardır vatanlaştırıp üzerinde yaşadığımız Rumeli’deki topraklarımızdan bizi söküp attılar.Sıra Anadolu’ya gelmişti. Türk Milleti Çanakkale’den başlayarak canını dişine takıp direndi. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yürütülen milli Mücadele zaferle sonuçlandı. 9 Eylül’de İzmir’e giren, istilacıları denize döken muzaffer ordumuz, Anadolu’dan da tasfiyemiz için hazırlanan plân ve projeleri süngüsüyle parçalayarak tarihin çöplüğüne attı.

Aradan geçen yüz yıl zarfında, dünyada, bölgemizde ve Türkiye’de önemli gelişmeler, değişmeler yaşandı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına paralel olarak dünya dengeleri değişti, yeni güç merkezleri oluştu. Bizim açımızdan en önemli gelişme, Türk Dünyası’nın büyük bölümünün bağımsızlığına kavuşması, 5 Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasıdır.

Günümüzde Türkiye’nin önünde her zaman olduğu gibi büyük iç ve dış sorunlar var. Bunların bir kısmı dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmelerin ülkemize yansımasından kaynaklanıyor. Fas’tan başlayarak Pasifik kıyılarına kadar boydan boya uzanan milyonlarca km.lik geniş alanlarda kanlı çatışmalar hüküm sürüyor. Geçen yüzyılda iki defa birbirleriyle savaşa giren küresel güçler, büyük devletler bu tarz “Cihan Savaşı” niteliğindeki çatışmalarda muazzam kayıplar verdiklerinden, günümüzde birbirleriyle savaşmaktan dikkatle kaçınıyorlar. Zaten mevcut nükleer dengeler buna izin vermiyor. Hâkimiyetleri altına almak istedikleri alanlarda kontrollerindeki yerel güçleri taşeron olarak kullanıyorlar. Etnik, dini, mezhebi sinir uçlarını tahrik ederek bölgesel çatışmalar çıkarıyorlar. Bu çatışma alanlarının tamamına yakınının Müslümanların yaşadığı yerler olması rastlantı değil. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Somali ve Nijerya’ya kadar on binlerce insanın ölmesini umursamıyorlar. Çünkü onları Batı medeniyetinin dışında olmalarından dolayı insan bile saymıyorlar. Türkiye, bu kanlı çatışmaların sürüp gittiği Irak ve Suriye’nin bitişiğinde, diğerlerinin de yakınında olduğundan yaşananlardan olumsuz etkilenen ülkelerin başında geliyor.

Ancak sorunlarımızın daha  büyük  kısmı,  doğrudan kendi hatalarımızdan yani izlenen politikalardan kaynaklanıyor. İktidarın yaptığı yanlışlar, PKK terörü ve Suriye meselesinde olduğu gibi problemlere çözüm bulmak bir yana, daha da büyütüp ağırlaştırıyor.

Bütün bu iç ve dış sorunların yanında, aslında bunları doğuran, temelini oluşturan başka önemli bir meselemiz daha var. Okumuşlar ve aydınlar başta olmak üzere insanımızın beyni yıkanıyor, yoğun bir telkin ve propagandayla zihnî yapıları değiştirilmeye, dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu operasyonun, fikri, felsefi ve ideolojik yapıları farklı ama aynı maksada hizmet eden muhtelif ayakları bulunuyor.

Bunların   birleştikleri ortak nokta, hepsinin kozmopolit bir anlayışı benimsemiş olmalarıdır. Geçen yüzyılın başlarında Tevfik Fikret’in Abdullah Cevdet’in dillendirdiği, bütün dünyayı vatan sayan, millet yerine beşeriyeti koyan kozmopolit zihniyetin günümüzdeki temsilcileri, milli olan, millete ait bulunan Türklükle ilgili bütün değerlere husumeti varlık sebebi sayıyorlar. Bunları zihinlerden silmeye, toplumdan tasfiye etmeye çalışıyorlar. Türk olmaktan haz duymuyorlar, Türk olarak anılmak istemiyorlar, Türk milletine mensup olmayı gereksiz hatta yanlış buluyorlar. Türk Milliyetçiliğini itibarsız hale getirmeyi, kamusal alanda bütün izleriyle birlikte ortadan kaldırmayı, etkisiz kılmayı başlıca hedef yapıyorlar.

Bu kozmopolit ittifakın bir tarafında çoğu sol gelenekten gelen liberaller yer alıyor. Bunlar değişen dünya ve Türkiye şartlarında, 80’den önce savundukları görüşlerin başarı şansının kalmadığını gördüklerinden görüntülerini değiştirerek liberal kimliğe büründüler.

Diğer bir kesimi siyasal İslâmcılar oluşturuyor. Seyyit Kutup’ları, Hasan El Benna’ları, Muhammed Kutub’ları kendilerine rehber yapıyorlar; onların hazırlayıp örgütlendirdiği fikrî zemini, Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketini Türkiye’ye taşımaya çalışıyorlar.

Kozmopolit potanın bir başka unsuru bütün dünyada gündemden kalkan Marksist-Leninist ideolojiyi ısrarla sürdürmeye çalışan sınırlı sayıdaki komünistlerdir. Bunlar ideolojik beraberlikleri sebebiyle PKK’nın siyasetteki temsilcisi BDP ile işbirliği yapıp, ortak parti kuruyor, birlikte siyaset yapıyorlar.

Kozmopolit potada yer alan bütün bu kesimler ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketine sempatiyle bakıyorlar, meşru görüyorlar. Devlet karşıtlığı ve Türklüğe husumet çizgisinde birleştiklerinden, medya başta olmak üzere, pek çok alanda işbirliği yapıyorlar.

Bu ortak cephenin etki alanı son yıllarda giderek genişliyor. Sayıca az olsalar da, ellerindeki medya gücünü, propaganda vasıtalarını ustaca kullanarak üniversitelere, bürokrasiye sızıyorlar; siyaseti etkiliyorlar. Eğitim ve kültür politikalarını yönlendirebiliyorlar.

Türk eğitim sistemi bunların girişimiyle temel ilkelerinden uzaklaşmış, millilik niteliğini kaybetmiş, omurgasız nötr insan yetiştirmeyi hedef alan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bir genç, ailesinden, çevresinden yahut Türk Ocağı gibi milliyetçi kuruluşlardan ve yayınlardan özel bir tesir ve telkin almıyorsa zihnen devşirilmesi zor değildir. Milli değerlerden koparılıp, rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle “Batı’nın yeniçerileri” ne dönüştürülen okumuşların, aydınların yer alıp etkili olduğu siyasetin ve bürokrasinin Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm bulması mümkün değildir.

Türkiye, öncelikle sorunların esas kaynağı olan bu meseleye çare bulmak, insanımızı mankurtlaştırmaya yönelik girişimleri engellemek zorundadır. Bunu ancak meselenin önemini bilen, anlayan milli şuur sahibi sahibi aydınlar, yani Türk Milliyetçileri başarabilir. Her fikir, düşünce ve ideoloji onu benimseyen, temsil eden aydınların gösterecekleri çaba nispetinde hayatiyet kazanır. Türk milliyetçiliği fikrinin geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi, fikir ve düşünce alanından çıkarak, siyaset başta olmak üzere toplum hayatını her yönden etkileyecek hale gelmesi onu benimseyen insanlara bağlıdır. Türk milletinin bu yüzyılda yeni bir medeniyet hamlesi yapması, yeniden bir Cihan devleti haline gelmesi Türk Birliği’nin kurulması zor görünse de imkânsız değildir. Ancak milliyetçi camia olarak, öncelikle ciddi bir nefis muhasebesi yapmamız, kendi kendimize, bu ütopyaları, kızıl elmayı hak ediyor muyuz diye sormamız gerekiyor.

Bir gerçeği kabul etmek zorundayız; kendimizle barışık değilsek, içimizde kavgalıysak birbirimizle uğraşmaktan zaman bulup esas konulara dönemeyiz. Milliyetçi aydınlar olarak sayıca zaten fazla değiliz. Yıllardır bu toplumun “yalnızları” olmaktan kurtulamıyoruz. Enerjimizi iç çekişmelere tüketmek yerine, mağlup ve ümitsiz kalmamak için camia olarak birbirimize kenetlenmeye mecburuz. Birbirimizle dost olmayı, dayanışmayı, yardımlaşmayı başaramazsak, geniş toplum kesimlerine hiçbir zaman açılamayız.

Neden ferdî kalıyoruz; kolektif başarılar sağlayamıyoruz? Bir araya gelerek okullar, tesisler, kurumlar oluşturamıyoruz? Nefsimizin prangalarından kendimizi ne zaman kurtaracağız? Ne zaman duygularımızla değil, aklımızla hareket etmeyi, basiretli olmayı başaracağız? Galip Ağabey “asıl noksanımız yeterince sevmesini hâlâ öğrenememiş olmamızdır” demişti. Ve tek cümlelik anlamlı konferansında açıklamıştı: “Türk Milliyetçiliğinin en büyük meselesi Türk Milliyetçileridir.” Aradan çeyrek asır geçti, neler değişti yahut değişmedi ortada.

Türk milliyetçileri, hangi meseleleri varsa bunları aralarında konuşup tartışabilmelidir. Bunu yapmak yerine, milliyetçi camia içerisindeki insanların, bazı görüşleri kendilerine uymadığı için birbirlerini hırpalamaya, karalamaya çalışmaları; hatta daha da ileri giderek hainlikle suçlamaya kalkışmaları çirkindir, yanlıştır. Özellikle milliyetçi camianın belli yaşa gelmiş kıdemlilerinin, tecrübelilerinin bu yanlıştan kaçınmaları, arkadan gelen genç nesillere güzel örnek olmaları gerekir. Şunu unutmayalım; dostluklar zor kurulur, kolayca bozulabilir, nadide bir çiçek gibi bakım ve özen ister. Bu fani hayatta hiçbir dostumuzu kaybetme lüksüne sahip değiliz. Sosyal medya denilen dedikodunun, iftira ve tezviratın kol gezdiği fitne alanından uzak durmalıyız. Çünkü sosyal medya bu günkü kullanım tarzıyla, dostlukları tahrip ediyor; aynı camiadan insanları birbirine hasım haline getiriyor, düşman gruplar oluşturuyor. Buralara ayrılan vakit tam anlamıyla bir israftır.

Oysa zaman çok değerlidir, çabuk tükenen bir hazinedir. Geçen yıllarda bu toplantılarda birlikte olduğumuz pek çok dostumuz şimdi başka âlemdeler. 2008 de ki Kurultayımızda Ayvaz Gökdemir bu çatının altında Hakk’a yürümüştü. İki yıl önceki Kurultayımızdan bu yana Turan Yazgan, Cengiz Gökçek, Altan Deliorman, Necati Gültekin, Nevzat Kösoğlu; iki gün önce de 44 neslinden kalan son büyüğümüz Zeki Sofuoğlu ebedî âleme intikal ettiler.

Her şeye rağmen vakit hâlâ geçmiş değildir. Küçük bir aşiretten bir cihan devleti tasavvuru ilk başta hayal görünüyordu; ama hakikat oldu. Bu muhteşem başarı tabii ki odalarda oturup dedikodu yaparak değil, cihan hâkimiyeti mefkûresini hayatının anlamı, varlık sebebi sayan, ufukların efendisi olan insanların, hakanların, ulemanın, ümeranın, kumandanların azmiyle, cehdiyle, iradeleriyle gerçekleşti. Nevzat’ın dediği gibi; medeniyetleri kuran amellerdir ve her medeniyet açılışı yeni bir iman hamlesinin veya tazelenmesinin eseridir. Yeter ki başarılacağına iman edilerek azmedilsin, niyet edilsin. Çünkü gerçekleşeceğine inanıyorsanız bütün rüyalarınız hakikat olur.

Şimdi rüyalarımızı gerçekleştirmek niyetiyle, hamle yapmanın tam zamanıdır.

***

TÜRK OCAKLARI KURULTAYI ÜZERİNE

Türk Ocakları’nın 43.Kurultayı yapıldı ve yeni yönetim kurulu seçildi. Prof.Mehmet Öz yeniden Genel Başkan oldu. Kendisine ve yönetimde yer alan arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz.

Bu kurultay döneminde delegelerin iradelerini etkileyip yönlendirmeye, Ocağı tarihi çizgisinden, üslup ve tarzından uzaklaştırıp siyasi kulvara çekmeye çalışanlar oldu. Her zaman belirttiğimiz gibi, her fikir, düşünce ve ideoloji için olduğu gibi Türk milliyetçiliğine hizmetin de iki alanı vardır. Siyaset bunların hayata geçirilmesi hedefinin “olmazsa olmazı”dır. Başka bir ifadeyle siyasette başarı sağlayamayan, devlet politikası haline gelmeden bir fikir ve düşüncenin amacına ulaşması mümkün değildir. Ancak bir siyasi hareketin başarılı olabilmesi için çok sağlam, tutarlı, istikrarlı bir entelektüel zemine, yüksek kültüre dayanması gerekir.

Politikacıların popüler söylemleri, sloganik ifadeleri kullanmaları pek yadırganmaz; hatta siyasetin doğasında bunlar olduğundan doğal karşılanır. Fakat fikri faaliyetlerin mahiyeti ve manası gereği düzeyinin farklı olması gerekir. Bilginin her konuda belirleyici olduğu çağımızda ilmî,  felsefî ve fikrî derinliği bulunmayan, ciddi bir zihnî mesaiden kaynaklanmayan görüş ve düşüncelerin ufuk açma kabiliyeti olmadığından etkileri günübirlik kalır.

Türk Ocağının kuruluşundan itibaren temel amacı milli şuur sahibi, milliyetçi aydınların yetişmesi, milli tarihimiz, sanat ve edebiyatımız, Türk dünyası gibi konularda yapılan yayınlarla, düzenlenen toplantılarla milli kültürümüzün yaşanır hale gelmesini sağlamak olmuştur. Türk milliyetçiliği fikri bunda başarılı olduğu dönemlerde siyaseti de etkilemiş, yönetimde, devlet hayatında uygulanır hale gelmiştir. Türk Ocağı Hamdullah Suphi Bey’in genel başkanlığında bunu başarırken aslî çizgisini, çalışma tarzını titizlikle korumuş, siyasi alanın dışında kalmış, siyaseti siyaset yapanlara bırakarak, politik bir kurum olmamaya özen göstermiştir. Bu doğru bir tavırdır. Çünkü aksinin olması Türk Ocağını aslî hüviyetinden uzaklaştırır, işlevini yapamaz hale getirirdi.

Aradan yüz yıl geçti, pek çok şeyler değişti. Sanayi çağından bilgi çağına geçildi. Türk Ocağı tarihi misyonunu yerine getirebilmek için, bir yandan faaliyetlerini değişen şartlara uygun hale getirip sürdürürken, diğer yandan asli çizgisini, çalışma üslup ve yöntemini titizlikle korumak zorundadır.

Her Türk milliyetçisi hangi alanda çalışıp yararlı olacağına kendi iradesiyle, aklıyla karar verir. Siyasi alanın buna uygun olacağını düşünenler gibi, siyasetin dışında kalmayı Türk Ocağı’nın merkez ve şubelerinde görev almayı tercih edenler de vardır ve olacaktır. Siyasi alanda aradıklarını bulamayan, yaptıkları muhtelif girişimlerden diledikleri sonucu alamayan bazı arkadaşların, Türk Ocağı üzerinden yeni bir hamle yapmaya niyetlenmeleri her bakımdan yanlıştır; Türk Ocağı’na haksızlıktır.

Ocak faaliyetleri elbette yeterli bulunmayabilir, eleştirilebilir; daha etkili olması için yol gösterilebilir; yönetime talip olunabilir. Bunları yapmak siyasi alanda olsun olmasın, her Türk milliyetçisinin hem hakkı hem de görevidir. Ancak bunlar yapılırken Türk Ocağı’nı tarihi yörüngesinden kaydırarak siyasi payanda konumuna getirmeyi, siyasete geçiş köprüsüne dönüştürmeyi istemek doğru olmaz.

Ocak’ta yönetici sıfatıyla görev yapanların siyasi yahut şahsi hesapları bulunmuyor. Güçleri yettiğince beceri ve kabiliyetleri nispetinde bu davaya hizmet etmeye çalışıyorlar. Ocağın maddi imkânları son derece sınırlıdır. Bu yeni bir durum da değildir. Çünkü milliyetçi camianın tamamına yakını en fazla orta gelir düzeyindedir. Ocak bu hükümet döneminde de olduğu gibi, yıllardan beri siyasi iktidarlardan, varlıklı kesimlerden destek almadan kendi yağıyla kavrularak faaliyetlerini yürütmektedir. Bunun iyi tarafı kimseye minnet duyulmaması, bağımsız kalınabilmesidir.

Yöneticiler elbette hata yapabilirler; hiçbir kul hatadan arî değildir. Bir yerde çalışma varsa hatanın da olması doğaldır. Ancak buna farklı manalar vermeye kalkmak, Ocak yöneticilerini ihanetle suçlayacak derecede şuursuzlaşmak, Truva Atı benzetmesi yapacak kadar saçmalamak tek kelimeyle ayıptır, çirkindir. İnsanları kırıp inciterek, vehimlerinin hakikat olduğuna iman edip üzerlerini çizmeye, hakarete kalkışarak davaya hizmet edilmez. Çaresizlikten, yetersizlikten, beceriksizlikten, aradığını bulamamaktan kaynaklanan bu tarz şizofrenik tepkiler milliyetçi camianın bölünüp ayrıştırılmasına yol açacağından son derece yanlıştır. Herkes ne yaptığını yahut yapacağını serinkanlılıkla gözden geçirmelidir. Sosyal medyada yer alan tezvirat ve iftiradan, hakaretten ibaret mesajlar muhataplarına kesinlikle zarar vermez; ancak bunları yapanları, yazanları vebal altında bırakır. Fikrî, manevî ve insanî açılardan sorumlu kılar.

Türk Ocağı hasbî hizmet alanıdır. İlkelerine, üslubuna saygılı olmak kaydıyla her Türk milliyetçisi Ocağın her kademesinde görev alabilir, Genel Başkan olabilir, hizmet verebilir. Bunu hiç kimse ne engelleyebilir, ne de düşünebilir. Bu yapılmayıp ta Ocağın siyasi arenada yer alması, polemiklerin içerisinde olması için bastırılırsa, kimse kusura bakmasın bu tarz çabalar destek bulmaz. Çünkü Türk Ocaklıların aklı selimi, basireti, iradesi  neyin doğru olduğunu görüp karar vermesi için yeterlidir.