Türk Ocaklarını Doğru Algılamak Yahut Kavga Değil Birlik Zamanı
Türk varlığının, Rumeli’den sonra, Anadolu’dan da tasfiyesine çalışıldığı bir dönemde milli varlığımızı korumakta kararlı olan dönemin genç ve yaşlı Türk milliyetçileri 1912 yılında bir araya geldiler. Bir teşkilat kurmanın, birlikte çalışmanın zarurî olduğunu gördüler; bu maksatla Türk Ocağı’nı kurdular.
Türk Ocağı’nın amacı, hedefi ilk günden itibaren tüzüğünde açıkça belirtilmiştir: “Türk kültürünün gelişmesine, Türk tarihinin öğrenilmesine, Türk milliyetçiliği düşüncesini benimseyen vatansever gençler yetiştirilmesine; Türk halkının milli şuur ve duygularının yükseltilmesine çalışmak.”
Türk Ocağı bu gayesine ulaşabilmek için rahmetli genel sekreterimiz Abdülhak Şinasi Hisar’ın çok güzel anlattığı gibi, tam bir “milli mektep” hüviyetiyle faaliyetlerini yürütmüştür. Bunun ne kadar doğru ve yerinde olduğu kısa zamanda ortaya çıkmıştır. Çanakkale Savaşlarında, Cihan Savaşının diğer cephelerinde, Milli Mücadelede bu “milli mektep”ten yetişen, feyz alan subaylar, askerler, aydınlar canları pahasına vatan topraklarını savunmuşlardır.
Türk Ocağı mensupları ve yöneticileri arasında o yıllarda çok sayıda İttihatçı olmasına, hatta Ziya Gökalp ve Hüseyinzade Ali Bey gibi isimlerin partinin genel merkezinde etkili şekilde yer almalarına rağmen Türk Ocağı faaliyetlerini siyasallaştırmadan, bir parti organı haline getirmeden fikrî ve kültürel zeminde yürütmüştür. Hatta 1918 de yapılan kurultayda, ittihatçılar Ziya Gökalp’i genel başkan yapmak istemişler, fakat Ocaklılar Gökalp’i çok sevmelerine, fikir ve düşünce kılavuzu telakki etmelerine rağmen, parti yönetiminde olmasından dolayı direnmişlerdir. Özellikle cepheden dönen genç Ocaklıların desteğiyle Hamdullah Suphi Bey görevini sürdürmüştür.
Bugün Türk Ocaklarının yanlış yönetildiğini, dik durmadığını, Türk Milletinin hukukunu savunmadığını öne sürmek, Ocağın bir asırdır benimseyip sürdürdüğü temel ilkelerini, çalışma tarzını, üslubunu, hedeflerini, kısacası misyonunu doğru algılamamak anlamına gelir. Eleştirilecekse bu temel esaslar değil, Ocağın geleneksel “milli mektep” özelliğini ne ölçüde yerine getirip getirmediğinin üzerinde durmak ve düşünmek gerekir.
Türk milliyetçiliği fikri, değişen Dünya ve Türkiye şartlarına paralel olarak görüşler, projeler, hedefler ortaya koyabiliyor mu? Milletimize şevk ve heyecan kazandıracak yeni bir medeniyet tasavvuru, içimizdeki etnik fitneyi de bastıracak milli bir huruç hareketi tahayyül edilebiliyor mu? Milli varlığımızın doğrudan tehdit altında olduğu çok çetin bir dönemde Ziya Gökalp “Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan” derken elbette bunun zorluğunu idrak edecek zekâya sahipti. Ancak bu hayal-gaye insanımıza yeni bir şevk ve heyecan kazandırdı, milletimizi ümitsizliğin girdabında boğulmaktan kurtardı.
Benzer bir hamleyi yapabilecek fikrî, kültürel, sosyal ve moral zemini var mı? Meselâ romanda, hikâyede, şiirde, musikide, mimaride yani milli kültürümüzü oluşturan ve besleyen başlıca alanlarda ne nispette varız, etkimiz ne? Türk milliyetçiliğini 80 öncesi çok çetin dönemlerde bile bütün bu alanlarda liyakatle temsil eden, ilgiyle okunan, yazılarıyla toplumda etkili olan isimleri vardı; bunların eksikliği şimdi neden telafi edilemiyor?
O günkü şartlarda her türlü şiddet ve baskıya karşı destansı bir mücadele veren, ülkücü kesimleri bir hayat pınarı gibi ferahlatan Peyami Safa’lar, Arif Nihat’lar, Yıldırım Niyazi’ler, Abdurrahim Karakoç’lar, M.N.Sepetçioğulları bugün yoklarsa, sadece siyaset konuşarak, polemik yaparak aydınlarımıza nüfuz edemezsiniz, gençler arasında fazla taraftar bulamazsınız. Bir insan yüksek kültür ihtiyacının anlamını, fikir ve düşünce hayatımızdaki önemini doğru algılamak, gereğini yerine getirmek yerine; günlük siyasi polemiklerin kolaycılığına, cazibesine kapılırsa, üstelik siyasi hedefleri, niyetleri bulunuyorsa, entelektüel niteliği ne olursa olsun hükümlerinde yanlışlık yapması kaçınılmaz olur. Çünkü sürekli politika konuşup, düşünüp tartışmaktan sağlıklı, soğukkanlı, etraflı düşünmeye zaman bulamaz; öfkesini kontrol altına alamaz.
Türk Ocakları adeta eldeki yemek malzemelerini en iyi şekilde kullanarak, en lezzetli yemeklerin yapılmaya çalışıldığı bir mutfaktır. Yemek hazırlandıktan sonra, yıllarca önce bir partinin genel başkanına da söylediğim gibi onu servise sunup, insanlara ikram etmek siyasetteki milliyetçilerin işidir. Bunun en güzel örneğini Mustafa Kemal Atatürk vermiştir. Dağılan Osmanlı Devleti’nin yerine milli devletimizin kurulması, Türk Ocakları çatısı altında yani bu mutfakta vücut bulan fikir, düşünce ve felsefe O’nun liderliğinde yürütülen milli mücadelenin sonucudur.
Milliyetçilik fikrinin başarısı için fikrî ve kültürel alanlar, bu konuda çalışma yapan Türk Ocağı gibi kuruluşlar ne kadar önemliyse, siyaset, siyasi parti ve siyasi çalışmalar da en az o kadar önemlidir. Siyasetçi elinde yeterli fikrî malzeme, görüşler ve projeler yoksa, doğal olarak barutu bulunmayan bir silah gibi sıkıntı çeker.
Türk Ocağı bu konuda şu hususa her zaman dikkat etmiştir: Siyaset siyasetçi tarafından, yani bu alanda hizmet etmeyi tercih eden kimseler tarafından yürütülür. Siyasetçinin nasıl hareket edeceğine, partinin ne yapacağına dışarıdan müdahale hem doğru değildir, hem de etik olmaz. Siyasetçinin elbette camiasındaki aydınlarıyla, düşünce kesimleriyle ilişkisinin olması, istişare etmesi gereklidir. Bu yeterli ölçüde yapılmıyorsa, fikrî muhitlerden yeterli derecede yararlanılmıyorsa ciddi bir eksiklik var demektir. Ancak bir düşünce kuruluşunun kendi alanının dışına çıkarak siyaseti yönetme anlamına gelecek müdahaleler yapmaya çalışması her iki alan için de zararlı ve yıpratıcı olur. Gereksiz polemiklere, kuşkulara yol açar. Elbette bunun tersi de varittir. Yani siyasetçi düşünce kuruluşuna hükmetmeye, kendine bağımlı kılmaya kalkışırsa aynı derecede yanlış yapmış olur; çünkü faaliyetler siyasallaşırsa esas anlamından uzaklaşır ve tıkanır.
Türk Ocağı’nın bu konulardaki bu hassasiyeti ve dikkati; temsil ettiği milliyetçilik fikrinin geniş toplum kesimleri tarafından benimsenmesi, bu olamıyorsa bile bu görüşlerin saygı görmesi bakımından çok önemlidir. 76 milyonluk nüfusumuz içerisinde devletimizin bütünlüğüne, milletimizin birliğine itirazı olmayan herkesle, her kesimle konuşmak, görüşmek, fikirlerimizi anlatmak zorundayız. Çünkü Türk milliyetçiliği itici değil, toparlayıcıdır. Hain olmadıkça kimseyi siyasi çizgimizde olmadığı için silip atamayız. İnsanımızın kafasını karıştırmaya yönelik o kadar çok şey yapılıyor ki; bu yoğun telkin ve propaganda furyası altında toplumun doğruyu görmesini temin etmenin ne kadar çetin bir şey olduğunu, milli şuur sahibi herkes, her gün yaşıyor. Kamuran İnan’ın yıllarca önce dediği gibi, aydınlar arasında bizdeki kadar çok sayıda haini bulunan dünyada bir başka ülke muhtemelen yoktur. Sabırlı, itidalli ve basiretli davranmak, öfkemizin esiri olmamak mecburiyetindeyiz.
Milli şuur sahibi, bizim düşüncemiz paralelindeki aydınlarımızın toplum içindeki oranının ne olduğu ortadadır. Mimar-Mühendisler ve Tabip Odaları, Barolar, Üniversite Kurulları v.b. yerlerdeki yıllardan beri sürüp gelen tablo hepimizi derin derin düşündürmelidir. Bizim kesimin gazete ve dergilerinin tirajlarını da bu tablo cümlesinden zikredebiliriz.
Bu sorun başka bir yönden Türk Ocakları faaliyetlerinde de yaşanıyor. Çeşitli zorluklara rağmen Ocak ayakta kalabiliyorsa, Türk Yurdu dergisi otuz yıldır kapanmadan yayınını sürdürebiliyorsa bu tamamen milliyetçilik fikrine gönül veren, şahsi ve nefsi hesabı bulunmayan, sözde değil özde dava adamı olan Türk Ocaklıların başarısıdır. Türk Ocağının 77 şubesinin her biri, kendi başına birer fedakârlık, adanmışlık, ülkücülük hikâyesidir. Ortak özellikleri meslekî ve maddî çıkarlarını, kariyerlerini bir kenara bırakarak, taşın altına ellerini sokmaya, zamanlarını tahsis etmeye gönüllü olmalarıdır. Bu insanlar görev almayı, sıfatlarını kartvizit görüntüsü yapmamışlar, fikirlerine, inançlarına hizmet vesilesi saymışlardır. Ancak bütün bu özelliklere sahip insan sayımızın yeterli olduğunu söylememiz ne yazık ki mümkün değil. Başta Ankara, İstanbul gibi en büyük iki merkez olmak üzere ülke genelinde zamanını ve imkânlarını tahsis edecek yeterli sayıda insanımız olmayınca, faaliyetlerin yükü belirli kişilerin omuzlarında yığılıp kalıyor.
Bu gerçekler ortada iken, görev üstlenen Genel Merkez yöneticilerine yardımcı olmak gerekirken, masa başında oturup hüküm vermek, zafiyet gösteriyorlar diye suçlamak her bakımdan yanlıştır. Ancak arka plânda başka bir niyet ve hesap varsa, o başka ! Türk Ocağı’nı “paralel bir siyasi parti” haline getirmeye niyetlenmek her bakımdan yanlıştır, bu tarihi kuruluşa haksızlıktır.
Bir başka önemli husus, Türk Ocağını kuruluşundan itibaren yönetenlerin gerek ülkemiz ve milletimiz, gerekse camiamız açısından sorumluluklarının ağır olduğunun bilinci içerisinde olmaları, tavırlarını belirlerken, duygularının değil akıllarının ağır basması, basiretli ve dikkatli olmaya özen göstermeleridir.
Çünkü siyasi iktidarlar gelir geçer. Ama devletimiz “ebed müddet”tir, devlet kurumlarımız devamlıdır. Siyasi iktidarın millî meselelerimize ilişkin tutumlarında beğenmediğimiz, karşı olduğumuz taraflar olduğu zaman; bunları eleştirmek, ilgili kişilere, kesimlere, kamuoyuna duyurmak hususunda Türk Ocağı Genel Merkezi neler yapması gerekiyorsa bunları azami ölçüde yerine getirmiştir. Yayınlarımız, bildirilerimiz, konuşmalarımız, temaslarımız, bu konulara ilişkin toplantılarımız ortadadır. Ancak ne yazık ki; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, söylenenlerin, yazılanların içeriğine bakmadan, tartışma gereğini duymadan sadece bazı yayın organlarının belli maksatlarla attığı başlığı hakikat sayıp tam bir “kesin inançlılık” psikolojisiyle hareket etmeyi tercih edenler bunlara bakmak gereğini bile duymuyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti herkesten önce milliyetçilerin eseridir. Devletin kurumları Türk Milletinindir. Millî devletimizin temelini Türk Ocağı zemininde oluşan fikir ve felsefenin oluşturduğunu söylerken, bunu anlatmış oluyoruz. İktidardaki partinin politikalarını beğenmeyip eleştirirken, bu karşıtlığı devletimiz ve kurumlarımızla ilişkilerimizden farklı tutmak mecburiyetindeyiz. Türk Ocağı bu dikkati gösterdiği için meselâ 1990 ile 2004 arasında, 7 ayrı hükümetin, 8 farklı başbakanın gelip geçtiği dönemde, 14 defa Türk Dünyası Gençlik Kurultaylarını düzenlemeyi başardı. Bunu her defasında 6 ayrı Bakanlık, 8 devlet kurumuyla ilişki kurarak, gerekli devlet desteğini temin ederek başardı. Her yıl çeşitli bakanlıklara, kurumlara sunulan projelerimiz vardır. Birçok şubemizin bulundukları yerin Valileriyle, Belediye Başkanlarıyla, Üniversiteleriyle, Vakıflar İdaresiyle ilişkileri, bunlardan çeşitli talepleri olmaktadır. Meselâ son olarak İstanbul şubesi Sultanahmet’te harabe haldeki tarihi bir binanın Ocağa tahsisini sağladı; burasının tamirat masrafının tamamı Valilik kanalıyla Özel İdare tarafından üstlenilerek onarılmaya başlandı. Bir yıl içerisinde şube İstanbul’un bu tarihi semtinde ikinci bir mekâna daha sahip olacak.
Üzülerek ifade etmek gerekiyor ki; Galip Ağabey’in mezar taşında yazılı olduğu gibi “birbirimizi yeteri kadar sevmiyoruz”. Milliyetçi aydınlar meseleleri neyse oturup, konuşup, medenice tartışmak yerine, kalemlerini, dillerini kılıç gibi kullanarak birbirlerine sallamayı sürdürürlerse, hasımlarımızın bir şey yapmasına gerek kalmadan yapmak istedikleri gerçekleşmiş olur. Tarih boyunca Türk Devletlerinin yaşadığı birçok felaketin temel nedeni, içeride yaşanan nifak ve kavgadır. 16 devleti kurduk diye övündüğümüz kadar, onların devamını neden sağlayamadığımızı da bütün yönleriyle düşünmeliyiz. Türk Dünyasının büyük kısmının 22 yıldır bağımsızlığına, özgürlüğüne kavuşmuş olmasına rağmen, hâlâ sen-ben çekişmesi, hizipçilik kavgaları içerisinde yerimizde sayıp duruyoruz. Balkanlardan Kırım’a, Doğu Türkistan’dan Irak Türkmenlerine kadar henüz özgürlüğüne kavuşamamış bulunan Türk topluluklarında da aynı hazin tablo birebir yaşanıyor. Türk dünyasına öncelikle Türkiye Türkleri olarak biz model olmak durumundayız. Bunu iyi taraflarımızla yahut yanlış davranışlarımızla yapmak bize kalmıştır. Türkiye’deki milli şuur sahibi aydınlar, milliyetçi kesimler birbirleriyle ihtilaflı olurlarsa, aralarında gerekli sevgi, saygı ve dayanışmayı sağlayamazlarsa Türk dünyasına örnek olmak bir yana milli bütünlüğümüzü nasıl sağlayabiliriz; etnik fitneyi nasıl söndürebiliriz? Hemen her Türk milliyetçisini belirli bir gençlik dönemlerinde etkileyen Atsız’ın “Bozkurtlar” romanını bir kere daha hatırlayarak, iç çekişmelerin, kavgaların, duygusal tavırların hangi felaketlere yol açtığını, Göktürk Kağanlığı’nda nasıl acılar yaşandığını yeniden düşünmenin tam zamanıdır.