Eğitim Meselesi – 300 Yıldır Çözemediğimiz Temel Sorunumuz
Dr. Refik Saydam, 1939 yılında Sağlık Bakanı olarak görev yaparken ülkemizin içinde bulunduğu şartları anlatmak maksadıyla çok anlamlı bir ifade kullanmıştı: “Her şey A’sından Z’sine kadar bozuk”.
Bu tespit günümüzde Türkiye’nin eğitim meselesi için rahatlıkla kullanılabilir. Kökleri 17.yüzyıla kadar uzanan, Osmanlı’nın özellikle 19.yüzyılda sorunları görüp çözüm yolları aradığı bu konu, Cumhuriyet döneminde de 90 yıldır çözüme ulaşılmadan gündemimizin ilk sırasında duruyor. Bu beceriksizliğin hiçbir gerekçe ile tehir edilmesi, görmezlikten gelinmesi mümkün değildir.
Türkiye’nin bugünkü eğitim kalitesiyle kıyasıya yürütülen küresel rekabet ortamında ön sıralara yükselmesi mümkün değildir. En değerli hazinemiz olduğunda hemen herkesin hemfikir olduğu genç nüfusumuzu iyi eğitemediğimizden verimli kılamıyoruz; devreye sokamıyoruz. Tam tersine büyük kısmını yıllardır kaybetmeye devam ediyoruz. Kendimize model aldığımız Avrupa Birliği ülkeleri ile eğitime yapılan yatırımda büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Son yıllarda genel bütçeden eğitim ve sağlığa ayrılan tahsisat önemli ölçüde artmış olmasına rağmen, oluşan farkı kapatamıyoruz. Avrupa Birliği genelinde GSMH’nın % 5,5’i eğitime ayrılırken, Türkiye’de % 3,5’ğu ayrılmaktadır. Öğrenci başına o ülkelerde yılda ortalama 6.000 $ harcama yapılırken, Türkiye’de bu rakam 700 $’ın altındadır. Kısacası insan kaynaklarına yapılan yatırım hususunda AB ülkeleri Türkiye’den on kat fazla tahsisat ayırabilmektedir.
OECD ülkeleri arasında yapılan bazı araştırmalarda, çocuklarımız temel bilimlerde 18 ülke arasında sonuncu, matematikte 16’ncı görünüyor. Bazı üniversitelerimizin temel bilgilerle ilgili bölümleri öğrenci bulunamadığından öğrenim yapamamaktadır. Keza uluslararası Matematik ve Fen Araştırmasında Eğilimler (FTİMSS)’ın yaptığı araştırmalara göre Türkiye 49 ülke arasında matematik testinde öğrencilerin başarı ortalamasına göre 37. sırada yer alıyor.
AB ülkelerinde genç nüfusun % 1’i okuma yazma bilmezken, bu oran Türkiye’de % 12, 9 milyon 620 bindir. Bunların 20 binini kadınlar oluşturuyor. Oysa Cumhuriyet döneminin eğitim politikasının hedefi herkesin okuyup yazmasını sağlamaktı. Aslında bu önceliğin doğru olup olmadığı çoktan tartışılmalıydı. Çünkü okuyup yazma bilenler arasında ilk ve orta öğrenim görenlerin oranı % 82’dir. Ancak bunların eğitim seviyeleri çok yetersiz olduğundan durum değişmiyor. Oysa 1950’lerin başlarında Prof. Mümtaz Turhan’ın Türkiye’nin esas ihtiyacının birinci sınıf iyi eğitim almış insanlar olduğunu, sistemin ilköğretim seferberliğinden önce bu nitelikte insan yetişmeye yönlendirilmesi gerektiğini anlatan makaleleri, kitapları vardır. Ancak kitlesel eğitim tercih edildiğinden, akademik çalışmalar, ilmi faaliyetler, liyakatli ilim insanı yetiştirme gibi konular ikinci plânda kalmıştır. Bunlar için alan oluşturacak yüksek kaliteli bir üniversite ortamı oluşturulmamıştır. Üniversite sayısının son yıllarda hızla artması, 180’e yaklaşması, her ilde birer üniversite açılması kalite ve nitelik sorunları aşılmadığından sorunu çözmüyor. Çünkü gömleğin düğmesi daha baştan yanlış bağlanmıştır.
Osmanlı’nın 19.yüzyıl ortalarında başlattığı “darülfünun” girişimi, ülkenin içinde bulunduğu siyasal, ekonomik ve sosyal şartlar sebebiyle belli bir seviyenin üzerine çıkamadığı gibi, zaman zaman kesintiye uğradı. Oysa aynı dönemde bazı Avrupa ülkelerinde bu konuda çok farklı gelişmeler ortaya çıktı. Maarif meselesinin, yeni ve modern okullar açılmasının, ilmî faaliyetlerin önemini gören Prusya yönetimi, bu ihtiyacı karşılamak üzere önemli bir adım attı. Çünkü bu ülke Napolyon savaşlarında yenilmiş, varlığını sürdürebilmek için ciddi bir girişim yapmasının gerektiğini görmüştü. İyi ve kaliteli eğitim ihtiyacı meselenin kilit unsuru konumundaydı. Bu iş için kurulan Kültür ve Eğitim Bakanlığı’na Wilhelm Van Humbert getirildi. Bu zat kısa zamanda Prusya’nın okul sistemini tepeden tırnağa yeniden organize ederek, yeni bir üniversite nizamnamesi hazırlayarak 1810 yılında “Berlin Üniversitesi” ni kurdu. Bu üniversitenin özelliği eğitim ve araştırma faaliyetine çok önem verilmesiydi. Felsefeden doğa bilimlerine, mühendislikten ilahiyata ve sanata kadar bütün konular okutuluyordu. Hocalar ve öğrenciler sürekli araştırma içindeydi. Hiçbir teori veya fikir eleştirel aklın süzgecinden geçirilmeden kabul edilmiyordu. Dolayısıyla herkes zamanının önemli bölümünü ilmî çalışmalara ayırmak, konularını ciddiye almak zorundaydı. Bu anlayış taviz verilmeden uygulandığından vazgeçilmez bir gelenek halini aldı ve ülkedeki diğer üniversiteler tarafından da benimsenerek, hatta ABD gibi başka ülkelerde de örnek alınarak benimsenip genişledi.
Halen dünya çapında bir bilim insanı olarak saygı gören Prof. Fuat Sezgin, yıllarca önce araştırma yapmak üzere Almanya’ya gittiğinde, hocasıyla aralarında çok anlamlı bir konuşma geçiyor. Hocası Prof. Sezgin’e günün kaç saatini konusuyla ilgili çalışmalara ayırdığını soruyor; Fuat Sezgin 10-12 saat kadar deyince, hocası kesin bir dille bunun yetersiz olduğunu, ciddi bir bilim insanı olmak istiyorsa zamanının çok daha fazlasını ayırması gerektiğini söylüyor. Genç bir araştırmacı olarak bir Alman Enstitüsü’nde işe başlayan Fuat Sezgin bunun üzerine 24 saatinin 16-18 saatini işine tahsis ediyor; bunu hayatının vazgeçilmez kuralı yapıyor. Sonuçta bilim dünyasında günümüzde büyük itibarı ve saygınlığı olan, çalışmaları referans yapılan bir isim haline geliyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Van Humbert’in ilkeleri, yöntemi, temel felsefesi epeyce zaman önce benimsenip uygulanmaya başlandı; yüksek öğrenimin temeli ihdas edildi. Bunun sonucu olarak günümüzde bu ülkenin 50 kadar üniversitesi dünyanın en büyük üniversiteleri arasında ilk sıralarda yer alıyor. ABD yüksek akademik kalitesiyle dünyanın bilim ve teknoloji merkezi haline geldiği için küresel bir güç olmayı başarıyor.
Türkiye’de 1933 yılında darülfünundan üniversiteye geçilirken sayıları zaten az olan hocaların bir kısmı, düşünce yapıları beğenilmediğinden yeni yapılanmanın dışında bırakıldılar. Bu dönemde Nazi Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye gelen çeşitli branşlarda bilim adamları, üniversiteye alınmalarına rağmen ihtiyaç karşılanmadı. Bu nedenle doktorasını bile yapmamış olan bazı isimlere profesör unvanı verilerek boşluk doldurulmaya çalışıldı. İlim zihniyetinin ve yönteminin, ilmî kriterlerin yerine siyasi, felsefi ve ideolojik tercihler esas alındığından üniversitelerimizde ilim zihniyetinin oluşması, yerleşmesi ne yazık ki mümkün olamadı.
12 Eylül döneminde yapılan üniversite reformu ve çıkartılan YÖK Yasası çok eleştiriliyor; birçokları tarafından sorunların kaynağı olarak gösteriliyor. Ancak önemli bir husus genellikle atlanıyor. Bu yasa çıkarılıncaya kadar üniversitelerimizde laisist, Kemalist ve siyasal belirli kalıplara uymayan insanların akademik kariyer yapma imkânları son derece kısıtlıydı. Türk milliyetçiliği düşüncesini benimsediği için, şartları uygun olmasına rağmen profesör yapılmayan bir çok akademisyen haklarını ancak mahkeme kanalıyla alabilmişlerdi. Üniversitelerin bu bağnaz ve katı kalıplarının kırılması ancak YÖK Yasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra mümkün olabilmişti. Bu yasanın günün şartlarına, sayıları çok artan vakıf ve devlet üniversitelerinin oluşturduğu ortama göre yeniden düzenlenmesi bir ihtiyaçtır. Bu konu yıllardır konuşuluyor ve çözüm yolları aranıyor. AK Parti sözcüleri iktidarın ilk döneminde YÖK’ün ülkede hüküm süren bürokratik vesayetin başlıca aktörlerinden biri olduğunu öne sürerek eleştiriyorlardı. Son birkaç yıldır YÖK yönetimi tümüyle bu iktidarın belirlediği insanlardan oluşuyor. Ancak bir ara gündemde tutulan yeni YÖK Yasası’yla ilgili çalışmalardan artık bahsedilmiyor. Üstelik bu kurumun yönetimindekiler kendi aralarında kamplaştığından, rutin konularda bile karar alınması kolay olmuyor. Yüksek öğrenimde yaşanan bu tıkanıklık, doğal olarak sorunları katlayıp büyütüyor.
Küçük illerde bile üniversite bulunması, bunun başarı sayılması siyasi bir retorik olmanın ötesinde fazla bir anlam ifade etmiyor. Çünkü nicelik olarak ortaya çıkan bu artış, nitelik sorununu çok daha büyütüp derinleştiriyor. Pek çoğu tabela üniversitesi olan, “yüksek lise seviyesi” nin üzerine çıkamayan, yeterli sayıda liyakatli akademisyenin olmamasından dolayı öğretim üyesi bulmakta, öğrenim yapmakta zorlanan, araştırma ve ilmî faaliyet için gereken altyapıdan mahrum olan bu kuruluşların, ilim hayatımıza nasıl bir katkı yapacağı açıkça konuşulmalıdır.
İlk ve orta öğretimde de durum ne yazık ki parlak değil. Sınav sistemi son on yılda on defa değiştirildi. Aynı süre zarfında beş yeni Milli Eğitim Bakanımız oldu. Her gelen bakan, selefi sanki farklı iktidar mensubuymuş gibi, onun karar ve uygulamalarını büyük ölçüde bir kenara bırakarak işe yeniden, sıfırdan başlamayı tercih etti. Bakanlık kadrolarından sistemin temel unsurlarına kadar her şey çok sık ve köklü şekilde değiştirildi. Bunun sonucu olarak eğitim gibi kendine mahsus özellikleri bulunan bir alanda gereken tecrübe ve birikime sahip olacak zamanı bulamayan, mesleki formasyonları, alanları farklı olan insanlar Bakanlığın ana kademelerinde görev yapmak durumunda oluyorlar. Bu durumun sonucu olarak tıkanıklıklar yaşanması, birbiriyle çelişen kararlar alınıp uygulamaya konulması kaçınılmaz hale geliyor. Sonuçta günümüz ve geleceğimiz için birinci derecede öncelikli bu alan kilitleniyor, verimli bir eğitim sağlanamıyor.
Geçen yıl üzerinde geniş şekilde tartışılacak zaman bırakılmadan çıkarılan 4+4+4 Eğitim Yasası’nın bir yıllık uygulanmasında ortaya çıkan sonuçlar konunun aceleye getirildiğini gösteriyor. Muhtemelen önümüzdeki dönemlerde bu Yasa yeniden ele alınıp yeni bir düzenleme yapılacaktır, ancak bunun yapılması kaybedilen zamanı ve öğrencilerin yaşadığı kaygıları telafi edecek mi?
Sayın Başbakan, “dindar nesiller yetiştireceğiz” dedi. Bu niyet, İmam Hatip Okulları’nın daha itibarlı hale getirilmesi, bu okullardaki öğrenci sayısının hızla artmasına yönelik olarak ifade ediliyorsa esas ihtiyaçlar göz ardı ediliyor, gerçekler gözden kaçırılıyor demektir. Halen sayıları 12 milyondan fazla olan ilk ve orta öğretim öğrencisi, yaşanan eğitim karmaşası içerisinde adeta kendi kaderlerine terk edilmiş durumdadır. Felsefesi, ilkeleri, hedefleri net olarak belirlenmeyen, 1973’te çıkarılmış olan Temel Eğitim Yasası’nın esasları bir kenara bırakılırken, yenisi ikame edilmeyen bir sistemin içerisinde öğretmen ve idarecilerin öğrencilerine ne anlatacağı biliniyor mu?
Türkiye içeriden ve dışarıdan sistematik şekilde yürütülen bir etnik tuzakla karşı karşıyadır. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler ile bazı evrensel değerler vasıta kılınarak ülkenin bütünlüğü, milletin varlığı, devletin temel kuruluş felsefesi ve ilkeleri yoğun şekilde hırpalanmaya çalışılıyor. Bölücü etnik fitneyi yürütenler maksatlarını, hedeflerini açıkça ifade ediyorlar. Milli değerlere husumet noktasında bu kesimdekilerle paralel görüşlere sahip olan, kozmopolitizmi benimseyen bazı siyasi, ideolojik ve dini çevreler de aynı dili kullanıyorlar. İsminin başında profesör unvanı bulunan bir kişinin tarihi, kültürel ve sosyolojik olguyu bir kenara bırakması, Türk milletinin varlığını inkâra kalkışması akademik bir faciadır. Milletimize olduğu kadar bilim zihniyetine de saygısızlık anlamına gelen bu davranışın yapıldığı günlerde, bölücü örgütün bir toplantısında Türk bayrağının indirilmesi ülkemizde hüküm süren “zihniyet ortaklığı” nın tipik bir örneğidir. Okullarımızda kozmopolit, milli değerlere soğuk bakan nesiller yetiştirmeyi tercih ederseniz, dindar nesiller edinmek bir yana Gezi Parkı olayları sırasında ortaya çıkan reaksiyonel, nihilist, inkârcı tablolarla daha sık karşılaşırsınız.
İlk ve orta eğitimin temel unsuru, her şeyden önce öğretmendir. Çocukluktan gençliğe evrimle döneminde öğretmeninden etkilenen, okuma-öğrenme alışkanlığı kazanan bir genç, onun telkin ve yönlendirmesiyle hayatı kavramaya, anlamaya, kısaca kişilik kazanmaya başlar. Böylece üniversiteye başlarken artık belirli bir kıvama gelmiş demektir. Yolunu, hedefini kendi karar ve iradesiyle bulur, yürüyüp gider; ta ki bu özelliklere sahip öğretmeninin olması şartıyla.
Kişilik mimarı demek olan bu nitelikteki öğretmenlerin sayısı ne yazık ki giderek azalıyor. Öğretmenliği cazip ve itibarlı bir meslek haline getirmeden, onlara özel bir eğitim yöntemiyle belirli bir formasyon vermeden bu mesleği yapan insanlarda bulunması gereken nitelik meselesini çözemeyiz. Başka alanlarda iş bulamadığından öğretmen olma durumunda kalan insanların bir kısmında, hâlâ pek çok insanın kafasında birer efsane gibi yer tutan eski “muallim”liğin tavrını, ahlâkını, disiplinini göremememiz bu günkü şartlarda şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Meslek giderek profesyonel bir zihniyetle yürütülmek durumunda olunca, 40 dakikalık ders çokları için mecburen katlanılan bir külfet haline geliyor. Sonuçta öğrenciler teker teker ilgilenilmesi, yoğrulması gereken birey değil, kitle olarak görüldüğünden, “talim ve terbiye” anlamında fazla bir şey kazanmadan diplomalarını alıp gidiyorlar. Öğretmenlik bir an önce bu çıkmazdan kurtarılmalı, hak ettiği ilgiyi, desteği ve saygıyı bulmalıdır. Bir süre önce Bakanlık tarafından yapılan Müdür Yardımcılığı sınavının sonucu mesleğin niteliği açısından son derece düşündürücüdür. Bu sınava giren 55 bin 728 öğretmenden sadece % 27’si başarı puanı olan 70’i geçebilmiştir. Hizmet içi eğitimin yetersizliğini ortaya koyan bu durumun doğal sonucu olarak, orta öğretim kurumları sınavında üç yılda yaklaşık 175 bin öğrenci “sıfır” puan aldı.
Eğitimde esas olan insanın beynine bazı bilgileri tıka basa doldurmak değildir. Araştırma yapmayı öğrenmek, grup çalışmaları yapabilmek, inisiyatif koyabilmek, verimli düşünmek, okumayı sevmek, okuma alışkanlığı kazanmak gibi nitelikler ancak metotlu bir okul döneminde öğretmenin etkisiyle edinilebilir. Kuru, ezberci ve muhtevadan uzak eğitim yapısının sonucu, aileden de özel bir etki ve yönlendirme alınamıyorsa, kültür değerlerinden yoksun, kafaları karışık nesillerin oluşmasıdır. Üniversitelerde yaşanan dersleri takip edememe, anlamama gibi sıkıntıların temel sebebi, orta öğrenimin yetersiz olmasıdır. 300 yıldır sürüp gelen ve doğrudan geleceğimizi ilgilendiren bu temel sorunun çözümlenmesi bazı siyasi ve şahsi hesaplara dayalı olarak alelacele çıkarılan yasalarla, günübirlik değişen kararlarla mümkün olmuyor. Oysa ülkemizde konuyu, özelliklerini iyi bilen, mesleki tecrübeye sahip bulunan yeterli sayıda eğitimci, uzman ve akademisyen mevcuttur. Bu insanlarla hiçbir saplantıya girmeden irtibat kurularak, istişare edilerek, görüşlerine saygı gösterilerek çözüm yolları aranmalıdır.