Dürbünün Tersinden Bakmak Yahut Bir Açılım Masalı
Suriye’de çatışmalar başlayıncaya kadar hükümet çevrelerinde Türkiye’nin bölgedeki gelişmelere hükmeden bir güç olduğu kanaati vardı. Komşularla sıfır sorun esası üzerinde yürütülen politikalar sonucu, Ermenistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin dışındaki komşu ülkelerle ilişkilerimizde ciddi bir sorun görünmüyordu. Bu tablo iki yıl gibi kısa bir sürede tümüyle değişmiş bulunuyor. Şam ile ilişkilerin kopmasına paralel olarak, Tahran’la da sıkıntılı bir döneme girildi. Bağdat’ın Şii yönetimi, Türkiye’nin Barzani ile yakınlaşmasına tepkili. Kahire’deki yeni yönetimi meşru saymadığımızı açıkladık. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri Türkiye’nin İhvan’a verdiği desteklerden tedirgin. Güney Kıbrıs ve Ermenistan’da ilişkilerde yumuşama ihtimali görünmüyor.
Dış politikada ortaya çıkan sorunlar yumağına, PKK’nın Suriye’nin kuzeyine hâkim olma amacıyla başlattığı atak önemli bir unsur daha ekledi. Üstelik bu konu, sadece bir dış mesele değil, Türkiye’nin güvenliğini ve bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren nitelik taşıyor.
Güney hudutlarımıza bitişik hat üzerinde PKK’nın alan hâkimiyeti kurmaya çalıştığı aylar öncesinden belliydi. Resulayn’da PYD’nin (Demokratik Halk Partisi) kontrol ettiği YPG (Halk Savunma Birlikleri) Selefiyeci El Nusra güçleriyle girdiği çatışmada üstünlük sağlayarak bölgenin kontrolünü eline geçirdi. Girişimini burayla sınırlı tutmayacağı, Nusra’nın savaşçılarının Halep ve Humus’ta yığılmasından yararlanarak hâkimiyet alanını genişletmeye çalışacağı anlaşılıyor.
Aslında bölgedeki bu gelişmeler, PKK’nın çok önceden belirlediği stratejik bir planın parçaları olması dolayısıyla sürpriz sayılmamalıdır. PKK hem Türkiye içinde hem de bölgede yıllarca önce belirlediği hedeflere ulaşmak amacıyla son derece ustaca ve kararlı adımlar atıyor. Bölgedeki politik karmaşadan, oluşan iktidar boşluklarından, çatışma ortamından azami derecede yararlanıyor. Değişen dengeleri kendi lehine kullanmayı başarıyor.
PKK’nın bu stratejik hamleleri kuşkusuz sadece kendi bilgi ve becerisinden, kendi aklından kaynaklanmıyor. Terör örgütünü bölge dengeleri açısından etkili bir faktör olarak kullanmak isteyen başta Washington ve Londra olmak üzere, uluslararası güç merkezlerinin bilgi ve istihbarat yardımları, yönlendirici telkinleri, her türlü maddi ve lojistik katkıları olmasaydı PKK sadece kendi kapasitesiyle bu manevraları başaramazdı.
Geçen ay Kandil’de yapılan ve terör örgütünün en üst kurulu olan Kongra-Gel toplantısında yeni görev yapıldı. Cemil Bayık ve Murat Karayılan yer değiştirdiler. Bunun yanı sıra yakın dönemdeki hedeflerini açıkladılar:
- Suriye’de demokratik özerklik ilanı,
- İran ile ateşkesin devam etmesi,
- Türkiye’de ikinci aşamada atılacak adımlar diye tanımlanan kararların alınması için hükümete baskı yapılması, kitlesel eylemlere başvurulması,
- Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşması.
“Tutum Belgesi” dedikleri metnin 6. maddesi şöyle: “Çeşitli güçlerden gelebilecek saldırılar karşısında gerillanın aktif savunmaya hazırlıklı olması”, 4.ve 5.maddelerde ise “Hükümet üzerinde siyasal baskı oluşturmak üzere halk serhildanları temelinde tüm toplumsal dinamiklerin harekete geçirilmesi; halk serhildanlarının tüm Türkiye’ye yayılması ve yoğun bir eylem ve örgütlenme çalışması içinde olunması.”
Öcalan’ın talimatları doğrultusunda haziran ayında Diyarbakır’da yapılan ve “Kuzey Kürdistan Konferansı” diye adlandırılan sonuç bildirisinde de aynı şeyler vurgulanmıştı.
PKK’nın Türkiye’de paralel devlet kurmak istediği, çözüm sürecinden de bunu anladığı ortada iken, hükümet sözcülerinin ve iktidara destek veren yazarların hâlâ farklı bir tablo sunmak istemeleri, eleştirileri “çözüm sürecini baltalamaya çalışmak, çatışmanın devamı için felaket tellallığı yapmak, akan kanın devamını istemek” (Y.Akdoğan, Star, 16.07.2013) diye nitelendirmelerinin haklı bir tarafı yoktur.
Örgütün Öcalan’dan sonra gelen iki isminden Murat Karayılan hükümete ültimatom vererek “bir hafta içinde adım atılmazsa süreç tıkanır” diyebiliyor. Cemil Bayık ise “Kürt kendini savunmayacak mı, süreç ilerlerse Kürtlerin asayişleri de, polisleri de, savunma kuvvetleri de olacak. Bunlar sadece Türk’ün hakkı değildir” sözleriyle yapmak istediklerini özetliyor.
Nitekim Güneydoğu’da son aylarda yapılan YDG-H gösterileri, yol kesip adam kaçırmalar, şantiye baskınları, şehitlik açılışları amacın ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Buna rağmen seçim hesaplarıyla ümit tacirliği yapmaya çalışmak trajikomik bir ısrar oluyor.
Ülkeyi yönetmekle sorumlu olanlar vakit geç olmadan gerçekleri görmeli, PKK’nın belirlediği hedeflerinden en ufak bir sapma niyeti taşımadığını anlamalıdırlar. Yedi aydır kan akmamış olması olup bitenleri görmezlikten gelmeyi gerektirmez. Özellikle son aylarda Kuzey Suriye’de meydana gelen gelişmelerin politik sonuçları sadece burasıyla sınırlı kalmayacak, Türkiye’nin 30 yıldır çözemediği PKK sorununu daha da ağırlaştıracaktır.
PKK artık Kuzey Suriye’de fiili bir devlet yapılanmasına geçmiştir. Kandil’de alınan özerklik ilanı kararının bir süre için ertelenmesi Washington’un telkinlerinin ve mevcut konjonktürün sonucudur. Ancak her an kararın yürürlüğe konulması muhtemeldir.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün “Kürt bölgesi oluşumundan kaygılıyız” açıklamasının yapıldığı gün, PYD’nin bir hamle daha yaparak Suriye’nin Musul’a açılan kapısını ele geçirmeye hazırlandığını öğreniyoruz. Elde ettiği bu mevzilerle PKK’nın özgüveni doğal olarak artıyor. Nihai hedef olarak belirledikleri dört parçalı Kürdistan oluşumunun en önemli ayağı olan belirli bir coğrafyada siyasal egemenlik imkânı bulmuş olmaları askerî, politik ve ekonomik bir kapasite edindikleri anlamına geliyor. PKK bunu kuşkusuz sadece Kuzey Suriye’de değil, başta Türkiye olmak üzere diğer “parçaların” üzerinde de dilediği gibi kullanacaktır. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Türkiye’nin aleyhinde olan hiçbir gelişmeye izin verilmeyeceği şeklindeki açıklamasının yıllardır yaşadıklarımızın, gördüklerimizin ışığı altında inandırıcı bir yanı bulunmuyor.
Batı Suriye’li muhalifleri ve İhvan’ı gözden çıkarmış durumda. Washington radikal İslâmcı yönetimleri kontrol edemeyeceği endişesiyle Esed’in yönetiminin en az bir süre daha devamına karar vermiş görünüyor. Bunun aynı zamanda İsrail’in ve Musevi lobisinin de tercihi olduğu ortada. Bölgede Sünni-Şii gerginliğinin sürmesi, bu eksende çatışmaların olması, İslâm ülkelerinin güçlerini bu soruna yönlendirmeleri İsrail’i büyük ölçüde rahatlatacaktır. Ayrıca yönetimlerin “dost eller”de olması Suudi’ler ve Körfez ülkelerindeki hanedanlıkların devamı anlamına geliyor. Diğer yandan hem enerji kaynakları, hem de bölgenin jeopolitiği üzerindeki ABD hâkimiyeti teminat altına alınıyor. ABD ve İsrail mevcut şartların aleyhlerine bozulmaması için İran konusunu bile askıya almış durumdalar. Bu durum doğal olarak Tahran’ın bölgesel etkinliğini giderek güçlendiriyor. Kurulan Şii-Nusayri (Alevi) güç birliğinin etkileri Hatay ve çevresinde şimdiden görülmeye başlıyor.
Ne yazık ki İslâm ülkeleri Batı emperyalizminin yüz yıldır üzerlerinde kurduğu hâkimiyete son verecek, kaynaklarını belirli bir zümrenin elinden kurtararak halka yayacak şuura, politik akla, basirete sahip değiller. Bölgede demokrasinin yerleşeceği ortamın bulunmamasından, çatışmaların ve gerginliklerin sürmesinden en büyük zararı Türkiye görüyor. ABD’nin Irak’a yaptığı iki operasyon doğrudan PKK’nın işine yaradı. Örgüt bir taraftan her türlü silah ve teçhizatı edinmek imkânını bulurken, diğer taraftan Kandil ve çevresindeki dağlık alanda dilediği faaliyeti yapabildiği, kale gibi tahkim ettiği bir güvenlik alanı elde etti. Bugün de aynı durum yaşanıyor. PKK Öcalan’ın yönlendirmesiyle Suriye’deki çatışmalarda doğrudan taraf konumunda olmadı. Esed ve muhalifleri arasında tercih yapmak yerine, gelişmeleri gözlemleyerek elverişli zamanı kolladı. Muhaliflerin yıprandığı, Esed’in çekildiği anda harekete geçerek Batı Kürdistan dedikleri alanda egemenliğini kurdu. Şimdi bunu güçlendirmek, KCK sözleşmesinde belirtilen siyasî ve idarî sistemi oluşturmak için çalışma başlatıyor.
Şimdilik Barzani ile rekabete girmekten kaçınan PKK’nın, bir süre sonra Kuzey Irak’ta Barzani’yi bertaraf etmek isteyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Hazırlıkları yapılan Erbil’deki Kürt konferansının Barzani tarafından düzenlenmekte oluşu, PKK’nın inisiyatifi sürekli ona bırakacağı anlamına gelmez. İki tarafta bu örtülü rekabetin er geç gün ışığına çıkacağını biliyor, ancak erken bir çatışmanın gelişmekte olan Kürtçülük hareketine zarar vereceği bilinciyle açık bir tavır almamaya özen gösteriyor.
Ülkemizdeki eski ve yeni solcular, liberaller, kozmopolitler ve hükümete yakın duran siyasal İslâmcılar Kürt milliyetçiliğinin yurt içindeki ve bölgedeki gelişmelerini Türkiye açısından kesinlikle tehlike saymıyorlar, hatta Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerinden Kürt siyasal varlığının oluşmasını, devletleşmesini Türkiye’ye yeni bir politik ve ekonomik havza kazandıracağını öne sürüyorlar. Bu görüşler Öcalan’ın Türk kamuoyunu rahatlatmak amacıyla Nevruz manifestosunda dile getirdiği yeni Misak-ı Milli tanımlamasıyla bir ölçüde örtüşüyor.
Hükümet, PKK sözcülerinin Kandil’den yaptıkları, BDP’lilerin de tekrarladıkları devletin gerekli adımları atmadığına ilişkin suçlamalarını, tehdide varan açıklamalarını önemsemez görünüyor. Ancak hükümete yakın çevrelerden yakında önemli adımların atılacağı yeni paket hazırlıklarının yapıldığı haberleri çıkıyor. Diğer taraftan çatışmasızlık ortamının sürmesine öncelik verildiğinden, PKK’nın Güneydoğu bölgesinde yürüttüğü faaliyetlerin üzerinde fazla durulmuyor. Kandil’le ilişkilerin gerildiği anlarda İmralı’ya giden BDP’liler önderlerinden aldıkları mesajları örgütün üst yönetimine iletince ortam yumuşuyor. Bu tiyatro sahnelerinin ne zamana kadar tekrarlanacağı bilinmez ama bu Pollyanna’cılık gerçeklerle örtüşmüyor.
Ortada sadece Türkiye ile sınırlı olmayan üç komşu ülkeye yayılan geç kalmış bir Kürt milliyetçiliği, pan-Kürdist bir siyasal hareket var. Öcalan’ın da, Barzani’nin de ve son dönemde Suriye’deki oluşumun lideri Salih Müslim’in de söyledikleri, PKK’nın her vesileyle tekrarladıkları ortak amacın ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Bir millet olarak ortaya çıkmak, millî birliği sağlamak, birinci aşamada dört parçada yaşayan Kürtlerin bölgesel özerkliğini, otonom yönetimlerini kurmak; uluslararası şartların elverişli olduğu bir ortamda Büyük Kürdistan hedefine ulaşmak. Öcalan’ın talimatıyla başlatılan ve üçüncüsü önümüzdeki aylarda Erbil’de yapılacak olan Kürt konferansları bu maksatla düzenleniyor.
2009 yılında başlatılan ve 2013 Nevruz’undan bu yana yeni bir formatla sahnelenen “açılım süreci” sorunu çözmek bir yana, çok daha derinleştirdi. PKK Güneydoğu’da terör eylemleriyle elde edemediği psikolojik bir hava yakaladı. Sadece örgüte bağlı olanlar değil bütün Kürt kökenli yurttaşların temsilcisi konumuna getirildi. Bölgede 30 yıldır bütün baskılara rağmen PKK ile işbirliğine yanaşmayan yurttaşlar, köy korucuları ve aileleri, aşiretler yalnız bırakılmış olmanın şaşkınlığını yaşıyorlar. Örgüt geniş propaganda imkânlarını kullanarak bölgede Türk devletinin gidici olduğu, buraları artık PKK’nın yöneteceği havasını yaygınlaştırıyor. Nevruz’dan bu yana dağa çıkanların sayısının önemli ölçüde arttığı resmi ağızlardan açıklanıyor. Sadece bu durum bile PKK’nın samimi olmadığını, barış sözcüğünü taktik amaçla kullandığını ispatlıyor.
Terör örgütü silahlı eylemlere ara verirken bunu usluca düşünülmüş stratejik bir manevra olarak yapıyor:
- Böylelikle üzerindeki “terörist örgüt” tanımlanmasından kurtulmayı, Batılılar nezdinde haklarını elde etmek için mücadele veren meşru bir hareket olarak kabul görmek istiyor.
- Silahlı mücadele yöntemiyle, Türkiye Devleti’ni yenemeyeceğini, “Devrimci Halk Savaşı”nı kazanamayacağını 2011-2012’de büyük kayıplar verme pahasına bir kere daha deneyip anladı.
- Silahlı yöntemin örgüt şemasında çok önemli işleri olan KCK’ya karşı yasal kovuşturma yapılmasına yol açtığını, şehir yapılanması için oluşturulan örgütün faaliyetlerinin engellendiğini gördü.
- Silahlı eylemsizlik kararının ilanıyla birlikte, KCK şehirlerde organize oldu. Bölgesel özerkliğin kurumsal yapısının oluşumu hızlandırıldı. Örgüte yeni katılanlarla PKK “özgüvenlik güçleri” dahil kendi bürokrasisini kurma projesini uygulamaya koydu.
- Çeşitli vesilelerle sık sık düzenlenen gösteriler, toplantılar teröristlerin kıyafet ve silahlarıyla katılmaları sonucu tam bir örgüt gösterisine dönüştürülüyor. Önümüzdeki aylarda daha geniş kalabalıkların katılımıyla düzenlenmesi planlanan “serhildan”ların hazırlığı yapılıyor.
- Devlet sürekli çözüm sürecinin tıkanmakta olduğu tehdidi altında tutularak paralize ediliyor. Bölgedeki valiler, adli makamlar hükümetin telkinleriyle yapılanları olabildiğince görmezlikten gelerek, yasaları uygulamayarak “meseleyi büyütmemeyi” tercih ediyorlar.
- PKK sözcüleri ve BDP’li siyasetçilerle birlikte, örgütün basındaki, üniversitelerdeki sempatizan ve yandaşları devamlı olarak “örgüt sözünü tutuyor, ancak hükümet barış için adım atmıyor” şeklindeki suçlamalarla baskı yapıyorlar, isteklerine cevap veren düzenlemelerle adımlar atması için hükümeti zorluyorlar.
SONUÇ: PKK propaganda tekniklerini etkili kullanarak bir yandan gündeme büyük ölçüde hâkim olurken, diğer yandan devlet organlarını çalışamaz, yasaları uygulanamaz hale getiriyor. Bölgede paralel devlet inşası yönünde adım adım ilerliyor. Türk kimliğinin telaffuzu bile barışa engel diye gösterilip bastırılmaya çalışılırken, Kürt kimliği basının büyük kısmında, okumuşlar arasında adaletli ve vicdanlı olmanın gereği görülüp yüceltiliyor. Son dönemlerin en kıdemli Kürt milliyetçilerinin başında gelen, bölgede federatif yönetime geçilerek Kürt yönetiminin kurulmasını sürekli savunan, bunu partisinin programına koyan Şerafettin Elçi’nin adının Şırnak Havaalanı’na verilmesi soruna dürbünün tersinden bakıldığının somut bir örneğidir.
Öcalan Nevruz manifestosunda çekilme kararından kimsenin endişesi olmaması gerektiğini, bunun “gerillaya derinlik ve genişlik kazandıracağını” açıkça ifade etmişti. Dedikleri oluyor; Türkiye Kandil’den belirlenen gündemin takipçisi olmaya devam ederken, Ankara’da belirsizlik ve kararsızlık hüküm sürüyor; sorun giderek ağırlaşıyor.