Türklerin Birliği Neden Olmasın?
1990’lı yılların başında Avrasya’da küresel dengeleri derinden etkileyen siyasal deprem yaşandı. Sovyetler Birliği dağılırken, beş Türk Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştu. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu’nun “tarih makas değiştiriyor” dediği bu gelişmeler çoktandır unutulmaya yüz tutmuş olan “Türk Dünyası” olgusunu yeniden gün ışığına çıkardı. Türkiye’nin kardeş cumhuriyetleri tanıyan ilk ülke olması yerinde bir tavırdı. Batılılar Türk dünyasını bir etnik unsur olmanın ötesinde öncelikle geniş bir kültür havzası anlamına geldiğini çok önceden biliyorlardı. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni siyasi haritanın bu havzaya siyasi bir pozisyon kazandıracağını, bunun Türkiye’nin öncülüğünde olacağını düşündüler ve Ankara’nın atacağı adımları dikkatle izlemeye başladılar.
Ancak Türkiye’nin tarihi misyonunun hakkını verecek durumda olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Atatürk’ün ölümünden sonra Türk dünyası konusu devletin gündeminden resmen çıkarılmıştı. Okul kitaplarında Türkiye dışında milyonlarca Türk’ün yaşadığına dair bilgi verilmiyor, bu bölgeler tarihte var olan fakat günümüzde siyasi hâkimiyeti altında bulundukları ülkelere ait parçalar şeklinde anlatılıyordu. Böylece Türk dünyası ülkemizde 50 yıl boyunca Türk milliyetçilerinin dışında geniş toplum kesimlerinin haberdar olmadığı, Devlet’i yönetenlerin bundan söz edilmesini sakıncalı saydığı, dışişleri bürokrasimizin ilgilenmeye gerek görmediği bir konu olarak kaldı. Türk milliyetçilerinin ilgisi ise genellikle şiirlerle, romanlarla, destanlarla anlatılan, güncel tespit ve araştırmaları yapılamayan, fakat bir gün ulaşılacağı tahayyül edilen romantik bir hedef halinde yansıtılıyordu. Milliyetçilere yönelik 1944 ve 1980 davalarında Cumhuriyet savcılarının hazırladığı iddianamelerde, Türk dünyasından bahsedilmesi Türkiye’nin güvenliğini doğrudan tehlikeye atmak anlamını taşıyan maceraperest bir eğilim olarak nitelendiriliyor ve bundan söz edenler ağır şekilde suçlanıyordu.
Sovyetler Birliği’nin dağıldığı dönemde önce rahmetli Turgut Özal, arkasından Sayın Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilişkilerin gelişmesi için çaba gösterdiler. Milliyetçi camiadan gelen Namık Kemal Zeybek, rahmetli Ayvaz Gökdemir bakanlık dönemlerinde, Acar Okan, Umut Arık, Alaattin Korkmaz gibi üst düzey bürokratlarıyla birlikte ellerindeki bütün imkânları kullandılar. Ancak Türkiye’nin konuya ilişkin ciddi bir hazırlığının, temel politikasının, birikiminin olmayışı bütün bu çabaların etki alanlarının sınırlı kalmasına yol açtı. Özellikle ilk yıllarda devletin kurumları arasında kimin yetkili olacağı konusunda tam bir karmaşa yaşandı. Bu belirsizliğin yol açtığı çekişme ve rekabet ortamında kaynaklar doğru kullanılamadı. Devlet yetkililerinin kardeş cumhuriyetlere yaptıkları ziyaret ve görüşmelerde maddi imkânlarımız, kapasitemiz düşünülmeden vaatler yapıldı ve bunların çoğu yerine getirilemedi. Bu durum doğal olarak güvensizliğe yol açtı, Ankara’nın itibarı sarsıldı. İlişkilerin yoğunlaşmaması sonucu Türk Cumhuriyetleri farklı arayışlara girdiler; Rusya ve Çin tarafından hazırlanan bölgesel, siyasî, ekonomik ve askeri oluşumlara katıldılar. Bu sırada Türkmenistan tarafsız kalmayı tercih etti ve tutumunu Birleşmiş Milletler üzerinden onaylatarak bir statü olarak belgelendirdi.
Her şeye rağmen ilki 1993’te yapılan Türkçe Konuşan Devlet Başkanları Zirve Toplantıları uzun süre seramonik bir gösteri şeklinde kalsa bile olumlu bir girişimdi. Keza 1992’de başlatılan 10 bin öğrenci getirme projesi, ortak alfabeye geçiş çabaları, Türkiye’nin desteğiyle Manas ve Ahmet Yesevi Üniversiteleri’nin açılması, TİKA’nın kurulup devreye girmesi olumlu gelişmelerdi. Kardeş Cumhuriyetlerin ilk dönemde büyük ekonomik sıkıntılar yaşadıkları sırada Eximbank üzerinden aktarılan krediler, hububat yardımları çok işe yaradılar.
Devlet başkanlarının 2009’da Nahçıvan’da yaptıkları toplantıda kararlaştırılan ve 2010’da İstanbul toplantısında gerçekleştirilen Türk Konseyi (Türk Keneşi) ilişkilerin kurumsallaşması açısından önemli bir olaydır. Özbekistan’ın katılmamasına, Türkmenistan’ın tarafsızlık statüsü nedeniyle gözlemci olarak kalmasına rağmen bu oluşum Türk Cumhuriyetleri arasında ilişkilerin belirli bir çerçeveye oturtulmasına zemin hazırlayabilir. Ancak teşkiline karar verilen organlar, belirlenen teşkilat şeması işler hale getirilmezse, kağıt üzerinde kalırsa, devlet başkanlarının bu toplantılarda yaptıkları heyecanlı konuşmalar, ümit verici mesajlar gösterişli birer retorik olmaktan ileriye gitmezse ilişkilerin bu günkü sönük halinin değişmesi mümkün olmaz.
Türk dünyası için tarihi bir açılım anlamına gelen son yirmi yılın muhasebesi yapıldığında, ilişkilerin yeterli seviyeye ulaşmadığı, bu tarihi fırsatın değerlendirilemediği, ilk yıllardaki heyecanın giderek kaybolduğu, rutin bir diplomatik temasa dönüştüğü görülür. Bu tablonun sürmesi halinde Türk halkları arasında geçmiş yüzyıllardan sürüp gelen kabilecilik, boyculuk duygularının yerine millet ve milliyet bilincinin, ortak tarih anlayışının oluşması sağlanamaz. Böylelikle her bir devletin siyasi sınırlarının belirlediği ve devletin adı üzerinden gelişen, sosyolojik olmaktan ziyade politik anlam taşıyan, devletlerin adıyla anılan milliyetçiliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur.
Avrupa devletlerinin kültür, inanç ve medeniyetleri üzerinden meydana getirdikleri Avrupa Birliği gibi yapılanmaların ortaya çıkması hayal olur. Sonuçta her devlet kendi yoluna gitmeyi tercih edeceğinden ortak projeler ve niyetler bir süre sonra unutulur.
Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri hatta daha da ötesinde Türk dünyası arasındaki ilişkilerin düşük düzeyde seyretmesinde Türkiye’nin yeterli çabayı göstermemesinin, sorumluluklarının gereğini yapmamasının büyük rolü olduğu açıktır. Ancak objektif bir tespit yaparak bu tabloyu doğru değerlendirebilmek için meselenin diğer yanını yani Türk Cumhuriyetleri’nin tarihi, kültürel, ekonomik ve siyasi durumunu doğru okumak gerekir. Bu yapıldığı zaman bütün her şeyin Türkiye’ye bağlı olmadığı, bizim inisiyatifimizin dışında başka faktörlerin de bulunduğu, bunların olumsuz etkilerinin tamamıyla ortadan kalkmadığı görülür.
Türk Dünyası yüzyıllar boyunca kuzeyden ve batıdan Çarlık Rusyası’nın, doğudan Çin’in kolonici saldırılarına, emperyalist baskılarına maruz kaldı. Doğu Türkistan’da 25 milyondan fazla Türk, Çin’in acımasız baskı ve eritme politikalarına karşı varlığını korumak için çırpınıyor. Günümüzde bütün şiddetiyle hüküm süren hukuk ve insanlık dışı uygulamalar karşısında uluslararası kamuoyu sessiz kalıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde küçük bir Hıristiyan grubunun en ufak baskıya maruz kalması halinde dünyayı ayağa kaldıran İnsan Hakları vb kurumlar, dünya medyası milyonlarca Türk’ün ıstırabını, katliamları görmüyor, duymuyor.
Çarlık Rusyası 16. Yüzyıl ortalarından itibaren sürekli şekilde güneye ve doğuya yayılmaya çalıştı. Önce Kazan, arkasından Kırım ve Astrahan Hanlıkları’nı ortadan kaldırdı. Hemen ardından Batı Türkistan, Sibirya ve Azerbaycan’a yönelen Rusya silah üstünlüğünü kullanarak, Hanlıklar arasındaki rekabet ve kavgalardan yararlanarak fazla zorlanmadan istilasını tamamladı.
Ruslar çok geniş bir coğrafyada dinleri, dilleri, kültür ve medeniyetleri kendisinden farklı olan Türk halkları üzerinde sadece silahlı güce dayanarak egemenliklerini sürekli kılamayacaklarını gördüler. Kazan’da Müslümanlık karşıtı bir eğitim merkezini yöneten Rus bilim adamı İlminskiy’nin önerileriyle hazırlanan ve farklı kimlikleri Rus kültürü içinde eritmeyi amaçlayan eğitim ve kültür politikalarını uygulamaya koydular. Buna karşılık Türk halkları arasında 19. yüzyılın ortalarından itibaren kimliklerini korumak amacıyla girişimler başlatıldı. Özellikle Kırım, Kazan ve Azerbaycan’da aydınlar arasında başlayan ve “Cedidciler” diye adlandırılan akımlar, Gaspıralı İsmail Bey’in başlattığı eğitim faaliyetleri Türkistan’a kadar yayıldı.
Cedidcilerin etkilerinin arttığı dönemde Bolşevik İhtilali’nin olması Türk halkları için büyük talihsizlikti. Lenin iktidarlarının ilk yıllarında bütün mazlum milletlere özgürlük verileceğini, her halkın kendini yöneteceğini vaat ediyordu. Bu sözlere güvenerek Bolşevik hareketine katılan ve devrimi destekleyenlerden biri de ulusalcı bir Tatar aydını olan Sultan Galiyev idi. Stalin onu Milliyetler Halk Komiserliği Yardımcılığı’na getirdi. Ancak Bolşevik iktidarına karşı başlayan direnişler bastırılıp, Komünist Partisi’nin iktidarı kalıcı hale gelince bu sözler unutuldu. Çarlık yönetimini devirerek iktidara gelen Sovyet yönetimi, Türk halkları üzerinde 70 yıl süren tarihin en katı, acımasız ve kanlı baskı rejimini kurdu. İşgalin sadece biçimi ve adı değişmişti. Komünist iktidar Türk dünyasında amacına ulaşmak için şiddeti meşru sayan ideolojik kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalan bir işgal gücü oldu.
Türk halklarını dini ve milli kimliklerinden uzaklaştırarak, rejime sadık ve uyumlu bir topluluk haline getirmekte kararlıydılar. Moskova 1920’lerin başında Türkistan adı altında bir idari yapı oluşturmak istedi. Ancak kısa süre sonra bunun sakıncalı olduğunu, milli birlik eğilimlerine yol açacağını görerek farklı bir uygulama başlattı. Bölgeyi Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan ile Tacikistan adı altında 5 parçaya ayırdılar. Bunu yaparken sınırları aralarında sürekli anlaşmazlıklar çıkacak, husumetler oluşacak tarzda belirlediler. Nitekim bu sinsi plan büyük ölçüde tuttu. Cumhuriyetler arasında bağımsızlıkları kazanmalarıyla birlikte hudutlardan geçiş meselesi gündeme geldi. Ekonomik çıkar çekişmeleri başta olmak üzere sorunlar ortaya çıktı. Eski kabilecilik geleneğinin etkisiyle oluşan gerginlikler zaman zaman şiddete, kavgaya dönüştü.
Komünist yönetimin Türklerin yaşadığı bölgelerde özellikle 1920-1940 yılları arasında eğitim, kültür, inanç ve ekonomik alanlarda ideolojik bir şiddet politikası uygulayarak kurallarını birleştirmeye çalıştı. Bir yandan kolhoz sistemini oturtmak, diğer yandan merkezi plânlamaya bağlı şekilde her bölgedeki sanayi üretimini kademelendirip nihai şeklinin verilmesini Moskova’ya bırakmak suretiyle ekonomiyi tümüyle kontrollerine aldılar.
Eğitim ve kültür politikalarında ise iki temel hedef 70 yıl süresince değişmedi:
- Dini inancı yıkarak, ibadethaneleri kapatarak, dini kitapları ortadan kaldırarak ateist nesiller yetiştirmek.
- Rusça’yı eğitim dili yaparak ortak dil haline getirmek; Türk halklarını kendi dillerini konuşmalarını en aza indirmek suretiyle Rus kültürü içinde eritmek.
İlminskiy, Türkistan halkının okuyup yüksek eğitim görmelerini Moğol istilası kadar sakıncalı buluyor, ilkokul seviyesinde bir eğitimi yeterli sayıyordu. Bu görüş Sovyetler döneminde de devam etti. Moskova Rus kökenlilerin dışındaki Müslüman halklarını medeni saymıyor, aşağı görüyor, onları ancak kendilerinin yöneteceğine inanıyordu. Komünist rejimin amacı kendi ideolojisini benimseyen, otoritesi tartışılmayan bir devlet, merkezi çok milletli tek bir kültür yaratmaktı. Yüksek okullarda eğitim dili Türkçe olduğundan, çocuklarının geleceğini düşünen aileler onlara öncelikle Rusça’yı öğretmek ihtiyacını duydular.
Okullarda Türk çocuklarına kendi tarihlerine ait bilgi verilmezken, Sovyet vatanı, Sovyet ordusu, Lenin ve Stalin gibi Komünist liderler olabildiğince yüceltilerek öğretiliyordu. Bu resmi formatın dışında Türkistan tarihine ait bilgi yahut isimden söz etmek derhal karşı devrimcilik, burjuva milliyetçiliği, rejim karşıtlığı olarak nitelendirilip en şiddetli şekilde cezalandırılıyordu.
Bu uygulamalara karşı koymak mümkün değildi. Ekonomiyi merkezi planlamaya göre yönetmeye çalışmanın sonucu olarak, Türk halkları büyük acılar yaşadılar, sıkıntılar çektiler. 1930-33 yılları arasında milyonlarca Kazak Türk’ü açlıktan öldü. Zorla iskâna tabi tutulmanın sonucu olarak milyonlarca baş hayvan telef oldu. Türk halkları İkinci Dünya Savaşı sırasında da büyük kayıplar verdiler. Askere alınıp cepheye sürülen yüz binlerce Türk hayatını kaybetti.
Stalin’in 1935-1940 yılları arasında şiddet yöntemiyle rejimi yerleştirme politikası Türk dünyasında tam anlamıyla bir aydın kırımına dönüştü. Karşı devrimci, rejim muhalifi, halk düşmanı gibi yaftalarla binlerce aydın, yazar, halk önderi tutuklanarak ya kurşuna dizildiler yahut Sibirya’ya sürülerek yok edildiler. “Büyük Ziyalılar Kıyımı” diye adlandırılan bu uygulama sonucu Türk halklarının entelektüel varlığı büyük ölçüde kurutuldu. Azerbaycan’da sadece 1937’de 372 din adamı tutuklandı. Müslüman halkın örf, adet ve kültürleri yok edilerek Komünist Partisi’nin ilkeleri benimsetilmeye çalışıldı.
1927’de Sovyetler Birliği’ndeki medreselerin tamamı kapatılmış, mallarına el konulmuş, başta Kur’an olmak üzere bütün dinî yayınların yakılmasına karar verilmişti. Bu politikanın sonucu olarak camilerin tamamına yakını kapatıldı. 1927’de Azerbaycan’da 2000’e yakın cami varken kampanya sonucu bunlardan sadece 17’si kalmıştı. Zaten değil camiye gitmek, cenaze namazı kılmak, oruç tutmak bile büyük cesaret istiyordu. Rusya genelinde ise 1917’de 25 bin cami varken, 1970’lerde bu sayı gizli mescitler dahil 500’ü geçmiyordu.
Sovyetler’in eğitim ve kültür alanındaki en etkili operasyonlarından biri alfabe üzerinden yapıldı. Devrimin ilk yıllarına kadar Türk dünyasında kullanılan Arap alfabesinin yerine Latin harflerine geçilmesine karar verildi. Türkiye’nin 1927’de aynı kararı alması üzerine, 1927’de Kiril alfabesine geçilerek Türkiye ile kültürel ilişki kurulması engellenmiş oldu. Arka arkaya yapılan bu alfabe değişiklikleriyle Türk dünyasında yüzyılların birikimi olan, Arap alfabesiyle yazılan bütün eski eserler, yayınlar doğal olarak okunmaz hale getirildi.
Stalin İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Nazi Almanya’sına karşı direnmek, toplumsal bir seferberlik yapabilmek için rejimin katı kurallarında yumuşamaya gidilmesini uygun buldu. Bu bağlamda insanların dini inançlarının gereğini kısmen de olsa yapabilmelerine imkân tanındı. Ancak Stalin’in ölümünden (1953) kısa bir süre sonra iktidara gelen Kruşçev (1955-1964) döneminde rejimin ateist karakterinin gevşetilmesinin ideolojik sorunlara yol açtığı gerekçesiyle polisiye baskılar yeniden artırıldı; dinsizlik propagandası hızlandırıldı. Okullarda dinin bilimle, çağdaşlıkla bağdaşmadığı, Tanrı’nın eseri olduğu yolundaki ateist telkin ve propagandalar yoğunlaştırıldı. Bu tutum Müslümanların yaşadığı bölgelerde de yaygınlaştırıldı. İslâm’ın Türklerin esas dini olmadığı, Kur’an’ın Allah kelâmı sayılmayacağı ısrarla tekrarlandı.
1979’da başlayan Afganistan savaşı, Sovyetler Birliği’ni sadece askeri, politik ve ekonomik bakımlardan değil, inanç açısından da büyük ölçüde etkiledi. Afganistan’a gönderilen birliklerde yer alan Türk kökenli askerler, Müslümanlarla karşılaştılar. Bunların arasında kendileri gibi Özbeklerin, Türkmenlerin olduğunu gördüler. İslâm inancı askeri birliklerde yaşanan ilişkilere paralel olarak, Türk bölgelerinde canlanmaya başladı. Kazakistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan’da milli ve dini kimliklere dayalı örgütler ortaya çıktı. Aslında rejimin ateist uygulamaları insanların dinle bağlantılarını tamamıyla koparmayı başaramamıştı. İslâm geleneksel aile bağları çerçevesinde nesiller arasında aktarılarak kısmen de olsa sürdürülmüştü. Ayrıca halkın önemli kısmının kırsal alanda yaşaması da rejimin propaganda etkisini azaltmıştı.
Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri’nde halkın büyük çoğunluğu esas itibariyle Müslüman olduğunu biliyor, ancak bunun gereklerinin ne olduğu konusunda yetersiz kalıyordu. Mesela bu yıllarda Türkiye’den Türk Cumhuriyetleri’ne gidenler, Votka’nın besmele çekilerek içildiğini şaşkınlıkla görüyorlardı. Alfabe değişiklikleriyle İslâmi yayınların elde edilmesi, okunması imkânsız kılınmış, Türk halklarının tarihleriyle, medeniyetleriyle ilişkileri büyük ölçüde kesilmişti.
Türk Cumhuriyetleri Çarlık Rusya’sından Sovyetler dönemine aktarılan ve rejimin katı kurallarıyla çok daha sert ve etkili şekilde uygulanan asimilasyon-eritme politikaları sonucu 200 yıl boyunca, her bakımdan büyük kayıplar yaşadılar; çok acılı bir dönemden sonra bağımsızlıklarına kavuştukları sırada bu kültür vandalizminin sonuçları her alanda hissediliyordu. Bu durum doğal olarak toplumsal, ekonomik ve idari yapıyı olumsuz etkiledi. Adeta yürümeyi unutturulmaya çalışılan insanların yeni ortama bir anda uyum sağlamaları mümkün değildi.
Türk Cumhuriyetleri’nde demokratik devlet geleneğinin bulunmayışı, Komünist sisteme göre düzenlenen bürokratik yapı devreden çıkarken çeşitli sorunlara yol açtı. Yeni yapının inşasında hızlı hareket edilmemesi, gerekli hukukî ve yasal şartların hazır olmaması doğal olarak büyük bir boşluk yarattı. Eski rejimin yönetim anlayışı uzun süre terk edilemedi; piyasa ekonomisine geçilmesi, toplumun üretime ve ticarete yönlendirilmesi gecikti. Bu bocalama döneminde enflasyon yükseldi, sanayi işletmeleri çalıştırılamadı, işsizlik ve sıkıntılar arttı.
Yönetim kadroları, başta devlet başkanları olmak üzere, tümüyle komünist dönemde görev yapan insanlardan oluşuyordu. Dolayısıyla eski rejimdeki gibi, devlet başkanlarının tek söz sahibi olduğu, merkeziyetçi, otoriter yapı devam etti. Kendiliğinden örgütlenme alışkanlığı bulunmayan bu toplum yapısında sivil toplum ve özgür siyaset alanlarının kurulması kolay değildi. Esasen yönetenler de bunu istemiyorlardı. Ekonomide ve yönetimde dinamik rol üstlenen bir orta sınıfın, topluma öncülük yapacak bilinçli ve birikimli bir aydın kesimin eksikliğinin etkileri açıkça görüldü. Aradan 20 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, demokratik sisteme geçilmesi için ciddi çaba harcayan Kırgızistan’ın dışında tabloda fazla bir değişiklik olmadı.
Yönetimlerin bu yapısı modern piyasa ekonomisine geçişi geciktirebildiği gibi sivil toplum ortamının doğmasını, sivil muhalefetin oluşmasını engelledi. İktidarlarının tehlikeye düşeceğinden endişe duyan yönetimler içlerine kapanmayı, dünyadan izole olmayı tercih ettiler. Bu durum doğal olarak hem kendi ülkelerinde hem de Türkiye’yle ilişkilerinde olumsuz etkilere yol açtı.
SONUÇ: Türk dünyasının önünde artık iki yol var: Ya son yirmi yıllık dönemde yaşanan durgunluğu, ilgisizliği, duyarsızlığı yeni bir vizyonla, heyecan dalgasıyla aşacak, tarihi bir hamle yapacak, yahut mevcut durumu olağan sayıp sürdürmeye çalışacak. Bu tabloya razı olmak Türk halklarının gelecekte de şimdiki gibi küresel sistemin periferisinde kalmalarına, “alttakilerden” biri olmalarına, kaynaklarının Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in dediği gibi sistemin egemen güçleri tarafından sömürülmesine yol açar. Türk Cumhuriyetlerinin ekonomik potansiyeli, zengin yer altı kaynakları bölgeyi küresel “büyük oyuncular” için hedef haline getiriyor. Rusya Sovyetler’in dağılmasından sonra kısa bir dönem askıya aldığı bölgesel egemenlik hesaplarını Putin’in hırslı ve kararlı ataklarıyla yeniden sahneye koyuyor. Diğer yandan Çin sadece Doğu Türkistan’la yetinmek niyetinde değil. Batı Türkistan Çin’in emperyal hedefleri, ekonomik ve demografik hesapları açısından “yakın” bir hedeftir.
Türkiye bir an önce kendini toparlamalı, tarihi ve milli misyonunun bilinci içerisinde etkili adımlar atmaya başlamalıdır. Çok yerinde bir girişim olan Türk Keneşi (Türk Konseyi) şimdiki gibi kağıt üzerinde kalan, işlevi olmayan sıradan bir diplomatik ilişki olmaktan çıkarılmalı, ortak bir vizyonu ve amacı bulunan, Türk dünyasının geleceğini hazırlayan bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Hem Türkiye’de hem de Türk Cumhuriyetleri’nde ilişkilerin gereken seviyeye ulaşmamasına yol açan sorunlar, engeller, kusurlar ortadadır. Ancak bunlar aşılamayacak şeyler değildir. Yeter ki konunun Türk Dünyası için ne anlam taşıdığı, Türk halklarının refahı, mutluluğu, güvenliği açısından ne derece önemli olduğu iyi anlaşılsın. Avrupa devletlerini ortak bir çatı altında buluşturan birliği kendi imkanlarımız ve şartlarımız çerçevesinde belirleyeceğimiz bir modele göre başarmamız mümkündür. Kararlı bir şekilde el ele verilirse, Türk dünyasının kaynaklarının, siyasal ve ekonomik potansiyelinin ortaklaşa kullanılması başarılırsa, tarihimizin, inancımızın ve kültürümüzün sunduğu imkânların hakkı verilip iş birliği yapılırsa günümüzdeki küresel rekabet ortamında Türk halkları olarak kendimize onurlu, saygın ve güvenli bir yer bulacağımızdan, bu yüzyıla damgamızı vuracağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.
Bunun gerçekleşeceğine inanmayanlar, bir hayal olduğunu öne sürenler 20 yıl öncesine kadar Türk dünyasının varlığına da inanmıyorlardı. Unutmayalım, yeterli cesaretiniz varsa, gerçekleşeceğine yürekten inanıyorsanız bütün rüyalar hakikat olur.