Taksim’de Patlayan Öfkeyi Tarihin Aynasından Okumak
Geçen hafta Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve hızla ülke geneline yayılan bir öfke patlaması yaşandı. İktidar, bu olayları sıradan bir muhalefet gösterisi sayıp hafife alırsa büyük hata yapar. Türkiye’de siyasetin gerginleşmesine paralel şekilde, son yıllarda giderek çoğalan protesto gösterilerine şahit olduk. Özellikle üniversitelerde bakanların, iktidara mensup konuşmacıların katıldıkları toplantılarda belirli grupların tepkileri oldu. Ancak bunlardan hiç biri Taksim’deki gibi binlerce insanın katıldığı polisin aşırı şiddet kullanmasına rağmen engelleyemediği, ülkenin hemen her yerinde benzerlerinin yapıldığı bir toplumsal direnişe dönüşmedi. Olayların endişe verici bir çizgiye tırmanmakta olduğunu gören Cumhurbaşkanı, çok yerinde olarak müdahale gereğini duydu; dikkatli bir üslûp kullanarak hükümeti ikaz etti.
Hükümet yetkilileri yaptıkları ilk açıklamalarda olayların Taksim Meydanı’na ne yapılmak istendiğinin doğru anlaşılmamasından kaynaklandığını polisin çok fazla miktarda göz yaşartıcı gaz kullanmasının tepkilere neden olduğunu öne sürdüler. Siyasi polemiklerde alışılan söylemleri tekrarlayarak muhalefeti sorumlu ilan ettiler.
Oysa ortaya çıkan tablo bu tarz ifadelerle basite indirgenemeyecek derecede ciddidir. Toplum psikolojisine vakıf, yakın siyasi tarihimizi bilen, basiretli ve akl-ı selim sahibi siyasetçinin gerçekleri görmesi, doğru algılaması, iyi muhakeme etmesi, kendisini de cesaretle eleştirmesi, “nerede yanlış yaptım?” sorusunu sorabilmesi gerekir. Çünkü küçük çaplı yerel bir mesele birkaç gün içerisinde hızla büyüyerek toplumsal bir başkaldırıya dönüşüyorsa, ortada politik yorumlarla geçiştirilemeyecek çok yönlü sorunlar var demektir.
Geçenlerde bir araştırma şirketinin yaptığı araştırmada ilginç bir sonuç çıkıyor. Buna göre Türkiye’de insanların yüzde 25’i Başbakan Erdoğan’dan nefret ediyor; buna karşılık yüzde 35’lik bir kesim O’nun her dediğinin doğruluğuna inanarak bağlılık duyuyor. Zaten AK Parti’nin aldığı oyların önemli kısmını bu duygusal bağlılık oluşturuyor. Toplumun bu uç kesimlerinin dışında kalan kısmında bu derece keskin bir ayrışma olmasa bile Başbakan’ın kibirli olduğu, kendi iradesini mutlak saydığı, paylaşarak değil hükmederek yönetmek istediğini düşünen çok sayıda insan var.
Siyasetçiler, toplumun ruh halini doğru okumadıkları zaman, olayların akışını kontrol altında tutamazlar; çoğu kere gündeme hâkim olamazlar. Sonuçta istemedikleri gelişmelerle karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz olur.
Türkiye çok partili döneme geçtikten sonra bunu birkaç defa yaşadı. 27 Mayıs’tan başlayarak, 12 Mart ve 12 Eylül’de yapılan askeri müdahalelerin temel nedeni, dönemin iktidarlarının inisiyatifi ellerinden kaçırmalarıdır.
27 Mayıs 1960 darbesinden bir yıl önce Başbakan Menderes’in toplum nezdindeki itibarı zirveye çıkmıştı. Londra uçak kazasında sağ kurtulup Türkiye’ye döndüğünde, İstanbul’da ve Ankara’da kendisini on binlerce insan karşılamış, millet adeta bağrına basmıştı. Ancak aynı yılın yaz başlarında CHP’nin organize ettiği, İnönü’nün bizzat yönettiği “Bahar Taarruzu” adını verdikleri geniş kapsamlı politik operasyon, DP iktidarının psikolojisini bozdu. 1960’ın ilk aylarında Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nun kurulması fitili ateşledi. Bayar ve Menderes’in bu komisyonu hangi maksatla kurdurduklarını kendileri dahil, kimse tam olarak anlayamamıştı. CHP’nin meşru siyaset kurallarını bir kenara bırakarak, iktidarı mutlaka devirmek amacıyla çok sert ve yıkıcı bir muhalefet yaptığı doğruydu; iktidar kurulan tuzağı fark edemedi. Kendisini serinkanlılıkla, inandırıcı bir üslûpla anlatmak yerine, yanlış bir tutumla tansiyonu yükseltmeye çalışan Cumhuriyet Halk Partisi’ne yardımcı oldu. Özellikle basına yönelik baskı uygulamaları okumuş kesimlerde yoğun tepkilere neden oldu. Askeri ve sivil bürokrasinin, üniversite hocalarının ve gençlerin blok halinde Demokrat Parti karşısında yer almaları sonucunu doğurdu.
Hükümet 27 Mayıs darbesinden önce seçime karar verip bunu açıklasaydı, güç kullanarak iktidarı devirmek için yürütülen çalışmalar bir anda boşlukta kalacak, muhtemelen açığa çıkacaktı. Her şeye rağmen Menderes karizmatik bir liderdi, halkın çoğunluğu O’nu çok seviyordu. Seçimler yapılabilseydi sandıktan kimin çıkacağını aradan bir buçuk yıl geçtikten, idamlar yapıldıktan sonra 1961’in Ekim’inde silahların gölgesinde yapılan seçimlerin sonuçları göstermiştir. İktidarın iki başı Bayar ve Menderes duruma doğru teşhis koyamadılar; Ali Fuat Başgil gibi akl-ı selim sahibi insanların ikazlarını dikkate almadılar. Böylece Türkiye 27 Mayıs trajedisine sürüklenmiş oldu.
İktidarın basiretli bir yönetim sergilememesinin, farkında olmadan kontrolü elinden kaçırmasının nelere yol açtığının diğer iki örneği, 1971 muhtırası ve 12 Eylül darbesidir. 1969 seçimlerinde büyük bir halk desteğini arkasına alarak Meclis’te büyük çoğunluk sağlayan Başbakan Demirel daha sonra kendisinin de kabul ettiği gibi, tarihi bir yanlış yaptı. Partisi içinde oluşan gruplaşmayı önlemek yerine, bunlardan birisi lehine ağırlığını koydu. Diğer grup dışlanıp partiden kopunca Adalet Partisi bir daha belini doğrultamadı. Sokak ve meydanları ele geçirmeye çalışan, asker içinde örgütlenen radikal solcuların eylemleri tırmanıp, Silahlı Kuvvetler içerisinde müdahale girişimleri yoğunlaşınca iktidarı askerlere terk etmek zorunda kaldı.
Her siyasetçinin özellikle ülkeyi yönetenlerin yakın siyasi geçmişimizi iyi bilmeleri ve yaşananlardan ders çıkarmaları gerekir. Toplum hayatında çoğunluk her şeye muktedir değildir. Çoğunluğa fazlaca güvenmenin, yanlış ve gereksiz adımlar atmanın nelere yol açtığını defalarca yaşamış bir ülkeyiz.
Siyaset bilimlerinin araştırmaları şunu ortaya koymaktadır: İktidar sahipleri iktidar süresi uzadıkça ellerindeki kamu gücünü otoriter şekilde kullanmak isterler. Lord Acton bunu şöyle ifade ediyor: “İktidar bozar, daha çok iktidar daha çok bozar.” Bu sürece girilince toplumun yönetilmesi zorlaşır; çeşitli kesimlerden, özellikle okumuşlardan iktidara karşı tepkiler artar.
Bu süreci engellemenin yegâne yolu liderin gücünün esiri haline gelmemesi, nefsini kibir ve ihtirastan arındırması, mütevazı olması, farklı seslere ve görüşlere samimi olarak saygı göstermesi, kulak vermesidir. Davranışlarını sorgulama cesaretini gösteren bir liderin yanlış yapma ihtimali düşük olur.
İktidar bu süreci kontrol edemedi, doğru teşhis koyamadı. Dolayısıyla başarısız kaldı. Kitleler şiddetin sınırını aştıktan sonra yapılan açıklamaların yararı olmamıştır. Olayların başladığı ilk saatlerden itibaren, önlem olarak sadece güç kullanarak bastırma yöntemi tercih edilmiştir. Sorumluluğu polisin tutumunda ve onları yönetenlerde aramak son derece yanlıştır. Çünkü onlar kendi iradelerine göre değil yukarının talimatına, taviz vermeden, güç kullanarak olayları bastırma isteğine uymaya çalışmışlardır.
Gerek İstanbul’da, gerekse yurdun diğer bölgelerinde çıkan olaylarda marjinal diye ifade edilen sol ve Marksist fraksiyonların büyük rolü olduğu doğrudur. Çünkü bu grupların varlık nedenleri, amaçları, yöntemleri 1917 Bolşevik devriminden bu yana hep aynı olmuştur. Duyguları kışkırtarak, iktidarın yanlışlarından yararlanarak kitleleri harekete geçirmek, yönlendirmek, şiddet çizgisine taşıyarak toplumsal başkaldırı haline getirmek suretiyle düzeni yıkmak. Türkiye’deki radikal sol unsurlar 1970’lerde bu yöntemi kullanmak için yoğun çaba göstermişler fakat başarısız kalmışlardı. Onların takipçileri günümüzde geçmişi hortlatarak, dünyada tarihin çöplüğüne atılmış bulunan Marksist-Leninist ideolojileri canlandırarak, gençliği peşlerine takarak, yıkıp yakarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partililere ve ülkücü gençlere açıkça talimat vermiş, olaylar içinde yer almamalarını istemiş, millet-devlet çatışması yaratılmak istendiğine dikkat çekmiştir. Buna karşılık ana muhalefet partisi yöneticileriyle, milletvekilleriyle, teşkilatlarıyla tam tersine bir tutum sergiledi. Olayların toplumsal başkaldırı haline dönüşmesinin ortaya çıkaracağı büyük sorunları görmezlikten gelerek meseleyi bir siyasi hesaplaşma aracı olarak kullanmayı tercih etti.
Ancak olayların hızla tırmanmasının, şiddet boyutu kazanmasının, binlerce insanın katılımıyla kitleselleşmesinin esas nedenlerini doğru belirlemek gerekir. Radikal sol grupların ve ana muhalefet partisinin tutumları bir yere kadar elbette etkili olmuştur. Fakat iktidar toplumu geren, meydanlara koşmaya sevk eden öfkenin sebebini başka yerlerde aramalıdır. Bugün büyükşehirler, özellikle İstanbul ve Ankara arsa, arazi ve inşaat üzerinden yürütülen bir rant pazarına dönüşmüşlerdir. Yerel yönetimlerin bu pazardaki rollerinin ne olduğunu herkes görüyor. Bu yüzden Taksim Meydanı’nda düzenleme yapmak istenince arkasında hangi hesapların yapıldığını bilmemekten kaynaklanan güvensizlik insanları tepkiye yönlendiriyor. Bundan daha büyük kuşkular açılım süreci konusunda yaşanıyor. İnsanlar Öcalan’la nelerin müzakere edildiğini, PKK’nın çekilmesiyle birlikte yaşanacak ikinci aşamada hangi isteklerinin karşılanacağını bilmediklerinden tedirgin oluyorlar. Bu topraklarda bin yıldır var olan milletin, onun oluşturduğu kültür ve medeniyetin adı olan Türklüğün sıradan bir etnik kimliğe dönüştürülmek istenmesinin, milletini sevme anlamına gelen milliyetçiliğin ayaklar altında görülmesine katlanamıyorlar. İçki satışıyla ilgili yasanın içeriğinin yeterli şekilde anlatılmaması seküler hayat tarzını benimseyen kesimlerde hayat tarzlarına müdahale olarak algılandı. AK parti iktidarına başından beri duydukları kuşkular pekiştirilmiş oldu. Benzer bir durum 3.köprünün adı üzerinde yaşandı. Her an diken üstünde duran alevi kesim, bilinen isimler tarafından kışkırtıldı. Bu ismi doğrudan kimliklerine yönelik hakaret ve küçümseme sayarak ayağa kalktılar. Bu kadar büyük bir projenin böylesine bir dikkatsizlikle gölgelenmesinin mantıkî bir izahı olabilir mi? Bu konudaki dikkatsizliği telafi yolları neden aranmaz? Mesela büyük üniversitelerin Türkoloji enstitülerinden birine Şah İsmail adını vermek suretiyle hem bilimsel açıdan bir gereği yapmış hem de alevi yurttaşlarımızın duygularını onarmış oluruz.
Başta gençler olmak üzere toplumun değişik kesimlerinde tedirginliğe, güvensizliğe yol açan nedenler sonuçta ortak bir potada buluşuyor; bir öfke patlamasına neden oluyor.
Marjinal sol grupların varlığı şimdiye kadar toplumsal bir boyut kazanmadı. Çünkü 70’li yıllardan günümüze taşımaya çalıştıkları ideolojilerinin, Türk toplumunda bir karşılığı, kitle tabanı yoktur. Ancak iktidar farklı görüşlere saygı göstermeme alışkanlığını sürdürerek, milli hassasiyetleri hafife alarak toplum psikolojisini doğru algılamadığı taktirde kontrolü elinden kaçırabilir. Olayları birkaç çapulcunun eseri olarak nitelendirmek siyasi bir tercih olabilir. Fakat bu tavır meselenin sosyolojik ve psikolojik mahiyetini görmemek anlamına gelir.
Sadece öfkesinin güdümünde olan bir toplumsal hareketin hayırlı bir sonuç vermesi mümkün değildir. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada bu tarz kalkışmaların nelere yol açtığını herkes biliyor. Herkes aklını başına almalı, önümüzdeki yıl yapılacak seçim hesaplarını bir kenara bırakmalı, ülkenin huzurunun ve güvenliğinin ortak sorunumuz olduğunun bilinci içerisinde tercih yapmalıdır.