Sorun Kangrene Dönüşmeden

Başbakan akil insanlar komisyonu gündeme geldiği sırada, bu heyetin işlevinin “psikolojik harekât” olacağını söylemişti. İktidar partisinin 45 milletvekilinin Güneydoğu’ya yaptıkları ziyaretin bu kapsamda planlandığı görülüyor.

21 Mart’ta Öcalan’ın manifestosunun okunmasıyla başlayan son birkaç haftalık süreçte, “psikolojik harekât” medya üzerinden yoğun şekilde yürütülüyor. Böylelikle kamuoyunda çözüm konusunda iyimser bir havanın oluşması, hükümetin alacağı kararlara halk desteğinin sağlanması isteniyor. Sürdürülen mektup trafiğinin ilk sonuçları tam olmasa bile ortaya çıkmaya başladı. Kim ne derse desin, Öcalan ve PKK fiilen siyasi muhatap konumuna gelmiş bulunuyor. Buna paralel olarak terör örgütü Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcisi olarak kabul edilmiş oluyor.

Oysa BDP’nin Güneydoğu genelinde aldığı oy oranı ortadadır; son seçimlere büyük bir hazırlık ve iddiayla girmelerine rağmen, BDP’nin desteklediği adaylar %37 oy alabildi. PKK’nın baskı ve tehditlerine rağmen halkın %63’ünün örgütün yanında olmaması üzerinde önemle durulması gereken bir tablodur.

Tehditlere boyun eğmeyen milyonlarca insanın varlığını görmezlikten gelmek, onları devre dışında bırakmak telafisi imkânsız bir hatadır. Kurullar oluşturmak, milletvekillerinden oluşan heyetler göndererek toplumun tansiyonunu kontrol etmeye çalışmak yerine, öncelikle PKK’nın yerel seçimlerde Iğdır Belediyesi’ni de kazanmaları üzerine sonuçları “Kürdistan’ın haritası belirlenmiştir” diyerek sahiplenmeye kalkıştığı bu bölgede yaşayan insanların nasıl bir ruh haleti içinde oldukları görülmelidir.

BDP’li milletvekilleri ve PKK’nın basındaki yandaşları, sempatizanları PKK’nın terör örgütü olmadığını, eylemlerinin terör değil, haklarının verilmemesi üzerine başlatılan bir isyan olduğunu üstüne basa basa tekrarlayıp duruyorlar. KCK ve belediyeler üzerinden çok organize bir kampanya yürüten örgüt, bölge halkına Türkiye Devleti’nin buralarda kalıcı olmadığını, bundan böyle artık sadece kendi sözünün geçeceğini anlatarak toplumu tamamıyla kontrolüne almak istiyor. Hükümet yetkilileri bu propagandaları kırma konusunu nedense fazla önemsemiyorlar. Tam tersine çeşitli vesilelerle bölgeye gelen yetkililerin, çeşitli sıfat ve meslekten insanların yaptıkları temaslarda, düzenlenen toplantılarda olabildiğince omurgasız, eyyamcı, anayasanın ruhuna ve özüne aykırı bir üslup ısrarla kullanılıyor. Doğal olarak bu durum örgütün işine yarıyor. Bunca zamandır terörist olarak ilan edilen, siyasi uzantıları elleri kanlı olarak nitelendirilip iki ay öncesine kadar muhatap alınmayan örgüte itibar gösterilmesi otuz yıldır teröre teslim olmayan bölge insanları üzerinde travmatik bir etki yapıyor. Sonuçta kafalarının karışması, yakın gelecekleriyle ilgili kuşkular, kaygılar doğması kaçınılmaz hale geliyor.

08 Nisan’da Hürriyet gazetesinde köy korucularıyla yapılan mülakatı sorumluluk duygusuna sahip herkes, özellikle devleti yönetenler dikkatle okumalıdırlar. Devlet 1985 yılından itibaren teröristlerle daha etkili mücadele yapabilmek için geçici köy koruculuğu sistemini kurdu. Halkın güvenlik güçlerine yardımcı olması amacıyla uygulamaya konulan proje kapsamında, bir süre sonra 22 ilde 48 bine ulaşan köy korucularının sayısı, son yıllarda yeni katılım yapılmamasına rağmen gönüllülerle birlikte 70 bini buldu. Bu rakam aile bireyleriyle birlikte 700 bin kişinin sistem içinde yer aldığı anlamına geliyor. Gazeteye konuşan korucuların temsilcilerinin son derece açık ve net bir sorusu var: “Devlet PKK ile barışıyor, peki biz ne olacağız?”; devamında bu soruna çözüm bulunmaması durumunda nasıl bir çıkmazla karşı karşıya kalacaklarını anlatıyorlar: “Her tarafımız kameralarla dolu ve evimizde bile silahla oturuyoruz. Hepimiz huzur istiyoruz. Kim istemez ki? Güneydoğu’da korucunun fonksiyonu askerden daha önemlidir. Asker, polis, birkaç yıl kalıp gidiyor. Ama biz hep buradayız. Benim 22 şehidim var. PKK polisi, askeri, kaymakamı serbest bırakıyor ama korucuyu bırakmaz. Bir kez hedef durumuna geldik. Barış güzel de barıştan sonra korucuların durumu ne olacak?” Bir diğeri içinde bulundukları çaresizliği şu sözlerle anlatıyor: “Ben 20 yıllık korucuyum. Teröre teslim olsaydık korucu olmazdım. Barış süreci gelirse kan davasına dönüşebilir. Bu durum önümüze gelecek biliyorum. Adamın oğlu dağda ölmüş ve biliyor ki biz o gün operasyondayız. Dolayısıyla bunu bizden biliyor. Hemen yanı başımızda Diyarbakır’dan Batman’dan Beyazsu’ya pikniğe gelenler var. Ben daha çocuklarımı Beyazsu’ya pikniğe götüremedim.” Bir başkası bu sistemin kendilerini nasıl kilitlediğini, köylerine kısılıp kaldıklarını şöyle anlatıyor: “Çocuklarımızı okutamıyoruz. Ben köyden ilçe merkezine gönderemediğim için liseden sonra çocuklarımı okutamadım. Kaçırılır diye korkuyordum. Bu sürecin en fazla mağduru da koruculardır.”

PKK’nın Kandil’deki yöneticileri Öcalan’ın ilettiği talimatları “stratejik plân” diye nitelendiriyorlar. Bazı çekincelerin olmasına rağmen, Öcalan ve devlet temsilcileri arasındaki görüşmelerin sonuçta belirledikleri hedeflerine ulaşacakları zemini hazırlayacağına inanıyorlar. İmralı’da nelerin konuşulup nasıl bir mutabakat sağlandığını az sayıda insanın dışında kimse bilmiyor. Ancak örgütün elebaşıları Öcalan’a güveniyorlar; geri adım atmayacağına inanıyorlar. O’nun siyaset kanallarını kullanarak daha ileri bir hamleye hazırlandığını düşünüyorlar. Suriye’de PYD’nin kontrolüne aldığı bölgedeki hâkimiyetlerini güçlendirerek sürdürmek üzere, Türkiye’nin vakit geçirmeden teminat vermesini talep ediyorlar.

Bu isteğin anlamı açıktır; Türkiye’de önümüzdeki aylarda yapılmasını bekledikleri anayasal ve yasal düzenlemelerle eyalet sisteminin en esaslı ayağı olan bölgesel özerkliği elde etmeyi bekliyorlar. Buna paralel olarak Suriye ayağının da devreye girmesi durumunda, İran tarafından gecikme olsa bile, Öcalan’ın tahayyül ettiği dört bölgede devletin devre dışı bırakıldığı konfederal yapının kurulacağını hesaplıyorlar.

PKK, akıl aldığı, her türlü desteği sağladığı uluslararası güç merkezlerinin yönlendirmesiyle “stratejik” diye nitelendirilen büyük bir hamleye hazırlanırken, Türkiye’de “sorun çözülüyor, barış geldi geliyor” havası yayılarak toplum adeta hipnotize ediliyor. İnsanların düşünme melekeleri uyuşturuluyor. Bölge insanı hazin bir terk edilmişlik duygusuyla PKK’nın insafına bırakılıyor.

Öte taraftan şehit astsubay İlhan Hamlı’nın annesi 76 yaşındaki Bedriye Hamlı Başbakan’ın “helalleşelim” çağrısına yüreğinden kopup gelen isyanla haykırıyor: “Sayın Başbakan şimdi helalleşme zamanı diyor, biz kimsenin kanını akıtmadık. Kimsenin de canını almadık. Kiminle neyi helalleşmemiz isteniyor? Sanki evimizin camını kırdılar, sanki bahçemizden habersiz erik çaldılar. Bu neyin helalleşmesi? Benim ciğerimi söktüler, beni ciğersiz bıraktılar. Biz kimseye bir şey yapmadık, biz kimseye düşman olmadık. Kimse benim şehidimin kanıyla helalleşme kalkışmasın. Bu hak kimsenin değil. Ne akil insanlar, ne de başkası bu hakkı kendisinde görmesin. Şehitlerimizin kanıyla kimse helalleşemez.”

Masa başında siyasi beklentilerle projeler üreterek, Türklük olgusunu yok sayarak, etnisiteye indirgeyerek, kurucu unsur olduğunu inkâr ederek hesaplar yapmak kolay görünse bile bu tahayyüllerle sorunun çözülemeyeceği ortada. Tam tersine gerçekler görmezlikten gelinerek keyfi adımlar atılmaya çalışıldıkça toplumsal boyutu daha da derinleşir; kangren haline gelmesi kaçınılmaz olur.

Nuri GÜRGÜR