Öcalan’ın Nevruz Manifestosu, Anlamı ve Amacı
PKK’nın Nevruz’u vesile kılarak büyük bir gövde gösterisi yapacağı biliniyordu. Nitekim beklenen oldu. 21 Mart’tan önce kırktan fazla merkezde düzenlenen gösterilerin finali Diyarbakır’da yapıldı. Olabildiğince fazla kalabalığın toplanması için seferber olan örgüt, toplantıyı bütün ayrıntılarıyla düzenlemek için hazırlık yaptı. Kimlerin hangi sırayla konuşacağı, Öcalan’ın mesajını kimlerin okuyacağı, toplantı başlarken PKK’yı temsil eden bir grubun bildiri okuması, yurt içinden ve dışından sempatizan isimlerin ve basın mensuplarının çağrılıp ağırlanmaları planlanırken, son zamanlarda bazı BDP toplantılarında görüntü amaçlı olarak bir kenara iliştirmeye başladıkları Türk bayrağına bu özel toplantıda yer vermemeyi tercih ettiler.
Öcalan’ın, mesajını kimlerle birlikte hazırladığını bilmiyoruz. Ancak her satırının özenle hazırlandığını, sadece örgütüne değil toplumun değişik kesimlerine siyasi iktidara ve Başbakan Erdoğan’a doğrudan hitap edildiğini, bu yönüyle tam anlamıyla bir “siyasal manifesto” olduğunu söyleyebiliriz.
Bu süreci coşkulu şekilde alkışlayan, hatta kutsayan, eleştirilmesini önlemekte kararlı görülen bilinen çevrelerin, gazete ve köşe yazarlarının canhıraş çabalarının oluşturduğu yoğun toz bulutu içinde Öcalan’ın sözlerinin tahlili pek az yapılabildi. Basının büyük bölümü mesajın anlamını objektif şekilde değerlendirmek yerine, “silahlara veda” manşetleriyle sorunun çözüldüğünü, silahların susup siyasetin konuşulacağı bir dönemin başladığını hükme bağladılar.
Oysa ne Öcalan daha önce 2009’da açıkladığı “yol haritası” ndan vazgeçmiş durumda, ne de örgütünde temel hedeflerinden sapma temayülü var. Esasen bu yılki Nevruz kutlamalarına slogan olarak “Öcalan’a özgürlük-Kürtlere statü” cümlesiyle çıkılması (21 Mart’ta bunun doğurduğu tepkileri dikkate alarak pankartlarına yansıtmama kurnazlığını gösterdiler) PKK’nın kararlılığını yoruma gerek kalmadan ortaya koymuştur.
Öcalan’ın önceki söylemlerinden farklı olarak, İslâmî ve tarihi motiflerle süslü, Milli Mücadeleyi, Çanakkale’yi, Osmanlı medeniyetini, bin yıllık birlikteliği özenle vurgulaması üzerinde dikkatle durulması gereken stratejik bir tercihtir.
İmralı’daki duruşmaları sırasında dillendirdiği, sonraki yıllarda bazı rötuşlarla geliştirdiği, 2009 yılında nihai şeklini verdiği, Marksist-Leninist görüşlerden, Stalinist yöntemlerden esinlenen bilinen teorilerinin yerine bu defa muhafazakâr ve mütedeyyin toplum kesimlerine sempatik gelecek bir dil kullanması, Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarından cümleler aktarması kendi tercihinden çok yapılan telkinlerin etkisi şeklinde değerlendirilebilir.
Öcalan 2009’da “Demokratik Çözümün Ad Düzeyinde Somutlaştırılması-KCK” başlığıyla temel stratejisini bir kere daha açıklayan üç aşamalı bir geçiş planı öngörmüştü:
Demokratik Cumhuriyet
Demokratik Özerklik
Demokratik Konfederasyon
Örgütün çeşitli birimlerinin ortak sözcük olarak sık sık ifade ettikleri “statü” isteği anayasal ve yasal düzenlemeler yapılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Öcalan’ın belirlediği esaslar paralelinde yeni bir siyasal ve toplumsal yapıya dönüştürülmesi anlamına geliyor. Öcalan’ın projesinin ilk iki ayağının tamamlanması için neler yapılmasını istediği açıktır:
- Anayasa’dan Türklükle ilgili kavramların çıkarılarak, vatandaşlık sıfatıyla sınırlı ve coğrafyaya dayalı bir tarif yapılması,
- Yerel yönetimlere otonomi kazandırmak üzere gerekli düzenlemelerin yapılması; bu bağlamda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki son çekincelerimizin de kaldırılması, valilerin yerelde halk oyuyla seçilmesi,
- Kürtçe’nin eğitim dili olarak kullanılmasının önünü açmak üzere Anayasa’nın 42 nci maddesinin kaldırılması.
PKK’nın statü sözcüğüyle ifade ettiği düzenlemelerin önümüzdeki aylarda AK Parti’nin Meclis’e sunması beklenen yeni anayasa tasarısında yer alıp kabul edilmesi durumunda isteklerinin büyük ölçüde yerine getirileceği ortadadır.
PKK’yı bir terör örgütü olarak değil, Türkiye Devleti’nin 90 yıldır haklarını gasp edip zulüm yaptığı bir halkın meşru direnci olarak gören (CNN’in 25 Mart 2013 tarihli Tarafsız Bölge programında itibarlı konuşmacı olarak ağırlanan Celalettin Çetin PKK’ın meşru haklarını savunan bir örgüt olduğunu açıkça ifade etti.), sempatiyle bakan bilinen çevrelerin ellerindeki büyük propaganda ve telkin mekanizmalarını nasıl kullandıklarını görüyoruz. Ayrıca siyasi iktidarın anayasada bu çerçevede bir düzenleme yapılmasına istekli olduğu biliniyor. Bu açıdan bakıldığında, Öcalan’ın projesinin ilk iki ayağının yakın zamanda gündeme getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Çünkü Meclis’te yeni anayasa hazırlama girişimi tıkanmış görünüyor. En geç Nisan ayı sonunda AK Parti kendi tasarısını Meclis’e getirecek, başkanlık sistemine geçilmesini sağlayacak bu tasarının referanduma sunulabilecek bir çoğunlukla yasalaştırılması amacıyla, BDP’nin desteğini arayacaktır. Öcalan’ın ve PKK sözcülerinin başkanlık sistemine destek verebileceklerini açıklamaları, bu konuda bir ön mutabakatın varlığı anlamına geliyor.
Öcalan projesinin üçüncü ayağı olan “demokratik konfederasyon”un anahtar sözcüğü olarak “misak-ı milli”yi kullanıyor. Bunun açık ifadesi Türkiye ile Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerini içine alan, başarılabilirse İran’ın batısında Kürtler’in yaşadığı alanı da kapsayan bir konfederasyon’un kurulmasıdır. Çok insanın, özelikle AK Parti’ye oy veren muhafazakâr kesimlerin yüreğini hoplatacak Osmanlılık vurgusuyla projenin bu ayağına siyasal bir açılım alanı kazandırılmaya çalışılıyor.
Etnikçi, Kürtçü hareketin nihai hedefi söz konusu dört bölgeyi içine alan “Büyük Kürdistan”ın kurulması olduğu bir sır değil. Bırakın Türkiye’dekileri, Irak’ın kuzeyinde devletleşme aşamasına gelen Barzani ve çevresindekiler de bu hedefin kendileri için vazgeçilmez olduğunu çeşitli vesilelerle söylüyorlar; ancak bunun bir zaman ve konjonktür konusu olduğunu belirtmek gereğini duyuyorlar.
Öcalan’ın siyasal hedeflerini içeren köklü bir yapısal değişiklik yapmayı amaçlayan projeleriyle bağlantılı şekilde PKK’nın ülke dışına çıkması konusu şu sıralarda Türkiye gündeminin ilk sırasında yer alıyor. Ülkemizin ve milletimizin geleceği hususunda hassasiyeti olan herkesin siyasi eğilimlerini bir kenara bırakarak, yapılan telkinlerden sıyrılarak 21 Mart’tan önce başlatılan ve Nevruz’da zirve yapan politik, psikolojik ve toplumsal operasyon girişimini doğru okuması gerekiyor.
- Öcalan 21 Mart’tan itibaren Türkiye Devleti’nin siyasal muhatabı haline getirilmiştir. Kendi ifadesiyle otuz senelik isyanın lideri bir terörist olmaktan çıkartılarak meşruiyet kazandırılmıştır.
- Böylece sorunun çözümü için Devletin muhatap aldığı, müzakere yaptığı baş aktör konumuna getirilmiştir.
- Bu aşamadan sonra örgütün “Öcalan’a özgürlük” sloganıyla pekiştirdiği ve vazgeçilmezlikleri olarak sık sık dillendirdiği “ev hapsi” konusunun yakın zamanda gündeme getirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
- KCK tutuklu ve hükümlülerinden önemli bir kısmının salıverilmeleri için yasal formül aranacaktır.
- Kimse söylenenleri örtmeye çalışmasın. Öcalan açıkça “çekilin” talimatı vermedi. Silahlı mücadelenin sonuna gelindi şeklinde rahatlıkla her yöne çekilebilecek bir ifade kullandı. Terör örgütünün Kandil’deki yönetimi adına konuşan Murat Karayılan da dostu olan bir gazeteciye verdiği mülakatta siyasi, psikolojik ve askeri bakımdan çekilmenin hızlı olmayacağını, alt kademelerinin ikna edilmesinin kolay olmadığını açıkça söyledi.
- Aynı Karayılan kısa bir süre önce şöyle demişti: “Kürt özgürlük hareketi ilk kez kendi öz gücüyle çözümü zorlayacak, başarıya gidebilecek şartlara sahip bir konjonktürle karşı karşıya. 2003’ten 2011’e kadar anti-Kürt ittifakı vardı. Devletlerarası ittifaklar bozuldu. Halen Kürt özgürlük hareketi daha geniş manevra alanına sahip.” Bu ifadeler yakın gelecek için neleri tasarladıklarını anlatıyor; silahlı mücadele yöntemiyle sonuç alacaklarından emin olarak konuşuyor. Örgütün elebaşılarına egemen olan bu görüşün değişmesi için Ankara’dan hedefleriyle örtüşecek, beklentilerini karşılayacak bir şeyler almaları, en azından bunların verileceğine inandırılmaları gerekmiyor mu?
- Öcalan’ın BDP heyetiyle yaptığı son görüşmenin basına yansıyan kısımlarındaki ifadeleri, bunların anlamını görmezlikten gelmek en hafifinden aymazlık olur: “Gerillayı çekildiğimiz alanda daha güçlendireceğiz. Çekilmek gerillayı bitirir görüşüne katılmıyorum. Suriye’de 50 bin, İran’da 40 bin, Irak’ta 10 bin var….. Ne ev hapsi ne de af; bunlara gerek kalmayacak, hepimiz özgür olacağız. Başarılı olmazsam 50 bin kişiyle halk savaşı olacak.”
PKK’nın siyasetteki uzantısı olan partinin ısrarla Meclis’te komisyon kurulmasını istemesinin amacı açıktır. Yasama organının PKK’yı muhatap alması yani resmen tanıması Cenevre anlaşması bağlamında ona meşruiyet kazandırmak olacaktır.
Bu tarz kurnazlıklarla, örtülü ve açık tehdit ve şantaj yöntemiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni geriye dönülmez bir noktaya taşımaya çalışan örgütün, silah bırakmak, dağdan inmek, siyasi yöntemi samimi olarak benimsemek eğiliminde olduğunu öne sürenler dürüst davranmıyorlar; Türk halkını kandırmaya, direncini kırmaya çalışıyorlar.
PKK’nın “çekiliyoruz” diyerek bir kısım elemanlarını ülke dışına çıkarması durumunda bir süre sonra istekleri tam olarak karşılanmadığı için “biz barış için elimizi uzattık, ancak Devlet her zamanki gibi bizi oyalıyor” diyerek eylemlerini tekrar başlatmaması için engel var mı? Irak’tan, İran’dan her zaman yaptıkları gibi bölgeye girip yerleşmelerini nasıl önleyeceksiniz?
PKK’nın isteklerinin kabulü durumunda Türkiye, Öcalan’ın belirlediği yol haritasının üçüncü aşaması olan “demokratik konfederalizm”e getirilmiş olmayacak mı? Eylemsizlik kararına karşı ödenecek bedel bu mu olacak?
“Barış geliyor, silahlar susuyor, analar artık ağlamayacak” gibi demagojinin ötesinde ciddiyeti olmayan söylemlerle Türkiye’yi dönüştürme girişimine vatan, millet, bayrak, tarih gibi bizi biz yapan milli ve manevi değerlere sırtını dönmüş, dünya vatandaşlığını, milliyetsizliği hayat felsefesi olarak benimsemiş bir grup sözde aydının, politik hesap ve ihtirastan gözü körelmiş bir kısım siyasetçinin dışında, milletimizin ezici çoğunluğunun “hayır” diyeceğinden, karşı çıkacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Siyasi hesaplarla yanlışta ısrar son derece ciddi tehlikeleri çağrıştırır. 30 yıldır süren terör eylemlerinin yol açtığı acılara, sıkıntılara, maddi, manevi, insani kayıplara rağmen toplumsal bir ayrışma şimdiye kadar çok şükür olmadı. Türklüğün bir medeniyet kimliği olduğunu kabul etmeyen çevrelerin, siyasetçilerin onu herhangi bir etnik kimlik olarak tanımlamaya çalışmaları, yeni anayasayı bu anlayışa göre düzenlemek istemeleri, ırkçı-etnikçi Kürt milliyetçilerini kesinlikle tatmin etmez. İbn-i Haldun’un asırlarca önce işaret ettiği “bedevi” karakterli bu hareket, maksimize ettiği taleplerinden geri adım atmaz.
Millet adının Türk Milleti, bayrak adının Türk Bayrağı olması bin yıllık tarihimizin sonucudur. Bu sosyolojik olgunun inkârı gerçeği değiştiremez. Öcalan Nevruz manifestosunda bin yıllık tarihimize vurgu yaparken, bu süre zarfında kurulup hüküm süren Selçuklular’da, Osmanlılar’da egemenliğin kendilerinin talep ettikleri gibi etnisite temelli paylaşım konusu olmadığını, Yavuz Sultan Selim Han’ın İdris-i Bitlisi ile bir paylaşım anlaşması yapmadığını, birer Türk hakanlığı olan bu devletlerde var olan bütün etnik unsurların bu ortak kabul çerçevesinde siyasal bir talepleri olmaksızın huzur içerisinde yaşadıklarını inkâr ediyor.
Türkiye önümüzdeki iki yıl zarfında yapılacak seçim hesaplarıyla, başkanlık tutkusuyla, siyasi hırslarla yanlış bir yöne çekilmeye çalışılırsa, bu tarihi bir facia olur. Üç yıl önce Habur’da yaşananlarla kıyaslanmayacak derecede ağır ve kalıcı toplumsal yıkımlara yol açar. Kimliksiz ve omurgasız, devletle ontolojik problemleri bulunan sözde aydınların çıkışları dileriz iktidarı yanıltmaz.
Etnikçi-ırkçı Kürtçülük hareketini yönetenlerin ne dedikleri, neleri amaçladıkları iyi anlaşılırsa, İmralı’dan, Kandil’den duyulan mesajların şifreleri doğru okunursa, toplumumuzun kahir çoğunluğunun kimliği inkâra kalkışılmazsa sorunlarımızın çözülmesi zor olmayacaktır.