Psikolojik Harekât-Tehlikeli Bir Belirsizlik Örneği
Başbakan Erdoğan “Akil İnsanlar Komisyonu” konusu gündeme geldiğinde heyetin işlevinin “psikolojik harekât” olacağını söylemişti. 21 Mart’ta Öcalan’ın manifestosunun okunmasıyla başlayan süreçte, girişim medya üzerinden yoğun şekilde sürdürülüyor. Yedi bölgede görev yapmak üzere gruplandırılan heyet üyelerinin ziyaret ve görüşmeleri, isimleri önceden belirlenen kişi ve kuruluşlarla ufak salonlarda yapılan toplantılar yahut özenle seçilen ev ziyaretleri şeklinde olabildiğince lokalize tutuluyor. Böylelikle tepkiler en aza indirilmek isteniyor. Buna rağmen oluşabilen tepkileri ise gazetelerde yer verilmeyerek örtülmeye çalışılıyor.
Diğer yandan PKK’lıların silahlarını Türkiye’de bırakarak sınırlarımız dışına çıkmaları konusunda hükümet yetkililerinin açıklamalarıyla Kandil’den duyulan yahut BDP’lilerin söyledikleri örtüşmüyor. PKK açıkça eylem yapmamayı ve çekilme konusunu silah bırakmak ve dağdan inmek olarak değil, hükümete taleplerinin yerine getirilmesi için verdiği bir mehil olarak görüyor: “Eğer PKK’ya “sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de demokratikleşme yapacağım” diyorsa ve PKK’da buna uyuyorsa, şimdi adım atma sırası hükümetindir.” (Selahattin Demirtaş; Taraf, 22.04.2013)
Peki istedikleri yerine getirilmediği yahut yeterli bulmadıkları taktirde ne olacak? PKK’nın siyasetteki sözcülerinden S.Demirtaş bunun cevabını çok net şekilde veriyor: “Kandil’dekiler ‘eğer üzerimizde bir baskı oluşursa yeniden Türkiye’ye silahlı bir şekilde dönmek zorunda kalabiliriz, durumu daha da kötüleştirebilir bu’ diyorlar”
Zaten BDP’lilerin İmralı’da Öcalan’la yaptıkları görüşmenin basına sızan bölümlerinde O’da aynı şeyi ifade etmiş, “gerillanın çekilmekle bitmeyeceğini, tam tersine çekildiği alanlarda çok daha güçleneceğini” söylemiş, çözüm olmadığı taktirde 50 bin kişinin katılacağı “halk savaşı”ndan bahsetmişti. PKK’nın Kandil’deki yöneticilerinden Mustafa Karasu örgütün bir haber ajansına yaptığı açıklamada beklentilerini daha açık anlatıyor: “Türkiye’nin demokratikleşmesi zorunlu hale gelmiş; koşulları, ortamı var. Bunu gerçekleştirmek için hamle yapıyoruz. Karşı tarafı demokratik kurtuluşa itmek için hamle yapıyoruz. O bakımdan bu geri çekilmenin tabi ki tarihsel, siyasal ve hamlesel değeri var. Yoksa sadece bir geri çekilme olarak veyahut silahlı mücadeleyi bırakıp bir yere gitme, güneye çekilme değil kesinlikle. Bir projenin parçasıdır.”
Oysa hükümet çevrelerinden yapılan konuya ilişkin açıklamalarda ve sürece canhıraş şekilde destek veren medyadaki yazı ve haberlerde çok farklı bir tablo sunuluyor. Birkaç aydır silahların susmuş olması, çatışma haberlerinin gelmemesi, cenazelerin olmaması PKK’nın sınır dışına çekilmeye hazırlanması sürecin başarıyla yürütüldüğünün işaretleri olarak gösteriliyor. Ancak PKK bu eylemsizlik sürecini stratejik bir hamle yaparak, silah yoluyla elde edemediği hedeflerine siyaset ve müzakere yöntemiyle ulaşmak üzere kullanmaya çalışıyor.
Bu maksatla 21 Mart’ta Diyarbakır’daki Nevruz toplantısını bir zafer kurultayına dönüştürmek, burada oluşacak psikolojik ortamı bölge geneline yaygınlaştırarak tabanını genişletip tahkim etmek amacıyla sistemli bir çaba sürdürüyor. Çünkü son iki yılda “devrimci halk savaşı” ilan ederek Hakkari ve Şırnak başta olmak üzere, “alan hakimiyeti” sağlamayı düşlerken, güvenlik güçlerimizin düzenlediği operasyonlar sonucunda, ağır kayıplar vermişti. Bu operasyonlar nasıl bir gafletin sonucu olduğu hâlâ belirsiz olan Uludere olayı üzerine kesilmeseydi, örgütün beli muhtemelen kırılacaktı.
Militanlarının sarsılan morallerini düzeltmek ihtiyacını duyan örgüt, Nevruzdan bu yana amacına büyük ölçüde ulaşmış görünüyor. AB Parlamentosu Genel Kurulu’na giden Ahmet Türk “savaşı kaybetmedik, siyaseten de kaybetmeyiz” diyor ve ekliyor “sokakta kazandık, masada da kazanırız.”
Kürtçü hareketin liberal kanadında görünen ve bazı çevrelerin makul ve demokrat bir kişilik örneği sayıp itibar gösterdiği Bejan Matur meselenin özünü tevile kaçmadan açıklıyor: “Kürt sorunu iddia edildiğinin aksine bir kültürel haklar ve eşitlik sorunu değildir. Belli bir coğrafya parçasına ait olmaya ve o coğrafyaya hükmetmeye dair, insani, ontolojik bir ihtiyaç yatıyor Kürt sorununun temelinde.”
Öcalan ile nelerin görüşüldüğünü, eylemsizlik ve çekilme kararının pahasının ne olduğunu şu ana kadar pek az kişi biliyor. Buna rağmen medyanın büyük bölümü, birçok akademisyen ve siyasetçi bilmedikleri bir konuda hüküm veriyorlar; silahlı dönemin kapandığını, sorunun çözüldüğünü ilan ediyorlar.
Oysa PKK cenahından yapılan açıklamalar oluşturulmaya çalışılan bu iyimser tablonun tam tersini işaret ediyor. Gülten Kışanak eylemsizlik sürecinde ne yapacaklarının talimatını iyimserlerimizin gözlerinin içine bakarak açıkça veriyor. “Kürt halkının önderiyle devlet müzakereye başladı, şimdi sıra bizde. Öyle serhildanlar (başkaldırılar) yapmalıyız ki Sayın Öcalan’ın eli güçlensin. Öyle düşünceler söylemeliyiz ki anayasada Kürt halkının kimliği kabul edilsin, ana dilimizi, haklarımızı, hukukumuzu anayasada yazdırma zamanıdır. (Hürriyet, 23.04.2013)
23 Nisan’da Milli Egemenlik Bayramı bürokrat ağırlıklı rutin kalıplara sıkıştırılıp kutlanırken, BDP’nin egemenliğin bölüşülmesini içeren teklifi Anayasa Komisyonu’nda görüşülmeyi bekliyor. Başka bir ifadeyle milli egemenliğin ilanından 93 yıl sonra aynı çatı altında egemenlik bölüşülmek isteniyor. Teklifte sık sık slogan olarak tekrarladıkları “statü” deyimi siyasi ve hukuki bir çerçeveye oturtularak, egemenliğin bölüşülmesi, Türkiye’nin anayasa üzerinden ayrıştırılması konusu Meclis’in gündemine sokuluyor. Teklifleri kabul görürse yasama yetkisi TBMM ile birlikte bölge meclislerine, yürütme yetkisi de başbakan ve hükümeti ile bölge başkanı arasında paylaşılmış olacak.
Kim ne derse desin Öcalan ve PKK resmen kabullenilmese bile artık siyasi muhatap haline gelmişlerdir. Ahmet Türk bu fiili durumu tescil ettirmek için ABD’den PKK’nın terör listesinden çıkarılmasını istedi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi daha erken davranarak BDP’nin Marksist müttefiklerinden E.Kürkçü’nün teklifiyle bu isteği yerine getirdi.
Bu arada PKK kırsalda eylemlerine ara verirken bütün gücüyle şehirlere yönelmiş bulunuyor. Yapılan operasyonlarla bir ara hızı kesilen KCK, yeniden hayat buluyor; hızla eleman derliyor, onları eğiterek oluşturmayı planladıkları bürokrasilerinin kadrolarını hazırlamaya çalışıyor.
PKK’nın ve Öcalan’ın muhatap haline gelmeleri terör örgütünün bölgede 30 yıldır bütün çabalarına rağmen elde edemediği nüfuz alanını, toplumsal psikolojiyi edinmesine yol açıyor. Başka bir ifadeyle PKK bölge halkının, Kürt kökenli bütün vatandaşların temsilcisi konumuna geliyor.
Oysa BDP’nin Güneydoğu genelinde aldığı oy oranı ortadadır; son seçimlere büyük bir hazırlık ve iddiayla girmelerine rağmen, BDP’nin desteklediği adaylar %37 oy alabildi. PKK’nın baskı ve tehditlerine rağmen halkın %63’ünün örgütün yanında olmaması üzerinde önemle durulması gereken bir tablodur.
Tehditlere boyun eğmeyen milyonlarca insanın varlığını görmezlikten gelmek, onları devre dışında bırakmak telafisi imkânsız bir hatadır. Kurullar oluşturmak, milletvekillerinden oluşan heyetler göndererek toplumun tansiyonunu kontrol etmeye çalışmak yerine, öncelikle PKK’nın yerel seçimlerde Iğdır Belediyesi’ni de kazanmaları üzerine sonuçları “Kürdistan’ın haritası belirlenmiştir” diyerek sahiplenmeye kalkıştığı bu bölgede yaşayan insanların nasıl bir ruh haleti içinde oldukları görülmelidir.
KCK ve belediyeler üzerinden çok organize bir kampanya yürüten örgüt, bölge halkına Türkiye Devleti’nin buralarda kalıcı olmadığını, bundan böyle artık sadece kendi sözünün geçeceğini anlatarak toplumu tamamıyla kontrolüne almak istiyor. Hükümet yetkilileri bu propagandaları kırma konusunu nedense fazla önemsemiyorlar. Tam tersine çeşitli vesilelerle bölgeye gelen yetkililerin, çeşitli sıfat ve meslekten insanların yaptıkları temaslarda, düzenlenen toplantılarda olabildiğince omurgasız, eyyamcı, anayasanın ruhuna ve özüne aykırı bir üslup ısrarla kullanılıyor. Doğal olarak bu durum örgütün işine yarıyor. Bunca zamandır terörist olarak ilan edilen, siyasi uzantıları elleri kanlı olarak nitelendirilip iki ay öncesine kadar muhatap alınmayan örgüte itibar gösterilmesi otuz yıldır teröre teslim olmayan bölge insanları üzerinde travmatik bir etki yapıyor. Sonuçta kafalarının karışması, yakın gelecekleriyle ilgili kuşkular, kaygılar doğması kaçınılmaz hale geliyor.
08 Nisan’da Hürriyet gazetesinde köy korucularıyla yapılan mülakatı sorumluluk duygusuna sahip herkes, özellikle devleti yönetenler dikkatle okumalıdırlar. Devlet 1985 yılından itibaren teröristlerle daha etkili mücadele yapabilmek için geçici köy koruculuğu sistemini kurdu. Halkın güvenlik güçlerine yardımcı olması amacıyla uygulamaya konulan proje kapsamında, bir süre sonra 22 ilde 48 bine ulaşan köy korucularının sayısı, son yıllarda yeni katılım yapılmamasına rağmen gönüllülerle birlikte 70 bini buldu. Bu rakam aile bireyleriyle birlikte 700 bin kişinin sistem içinde yer aldığı anlamına geliyor. Gazeteye konuşan korucuların temsilcilerinin son derece açık ve net bir sorusu var: “Devlet PKK ile barışıyor, peki biz ne olacağız?”; devamında bu soruna çözüm bulunmaması durumunda nasıl bir çıkmazla karşı karşıya kalacaklarını anlatıyorlar: “Her tarafımız kameralarla dolu ve evimizde bile silahla oturuyoruz. Hepimiz huzur istiyoruz. Kim istemez ki? Güneydoğu’da korucunun fonksiyonu askerden daha önemlidir. Asker, polis, birkaç yıl kalıp gidiyor. Ama biz hep buradayız. Benim 22 şehidim var. PKK polisi, askeri, kaymakamı serbest bırakıyor ama korucuyu bırakmaz. Bir kez hedef durumuna geldik. Barış güzel de barıştan sonra korucuların durumu ne olacak?” Bir diğeri içinde bulundukları çaresizliği şu sözlerle anlatıyor: “Ben 20 yıllık korucuyum. Teröre teslim olsaydık korucu olmazdım. Barış süreci gelirse kan davasına dönüşebilir. Bu durum önümüze gelecek biliyorum. Adamın oğlu dağda ölmüş ve biliyor ki biz o gün operasyondayız. Dolayısıyla bunu bizden biliyor. Hemen yanı başımızda Diyarbakır’dan Batman’dan Beyazsu’ya pikniğe gelenler var. Ben daha çocuklarımı Beyazsu’ya pikniğe götüremedim.” Bir başkası bu sistemin kendilerini nasıl kilitlediğini, köylerine kısılıp kaldıklarını şöyle anlatıyor: “Çocuklarımızı okutamıyoruz. Ben köyden ilçe merkezine gönderemediğim için liseden sonra çocuklarımı okutamadım. Kaçırılır diye korkuyordum. Bu sürecin en fazla mağduru da koruculardır.”
Diğer taraftan Suriye’nin kuzeyinde son aylarda meydana gelen gelişmeler bizim açımızdan büyük önem taşıyor. Geçen yıla kadar kimin kontrolünde olduğu bilinmeyen güney hududumuza bitişik Suriye topraklarında bugün artık PKK’nın bu ülkedeki kolu olan BYD hüküm sürüyor. Başbakan Erdoğan Suriye’li teröristlerin ülkelerine çekildiğini söyledi; ancak bunun hangi amaçla yapıldığını açıklamadı. BYD silahlı gücünün omurgasını Türkiye’den gelen PKK’lılardan oluşturarak, önce Barzani’nin buralara hakim olma girişimini püskürttü. Ardından Esed’in askerlerini çekilmeye zorladı. Özgür Suriye Ordusu’nu da alt ederek bölgenin kontrolünü eline geçirmeyi başardı. Bu gelişmeler terör örgütünü cesaretlendiriyor. Orta vadede konjonktürel imkânlardan yararlanarak Öcalan’ın geçen yıl açıkladığı “yol haritası”nın Suriye ayağını oluşturmuş görünüyor. Başka bir ifadeyle PKK Öcalan’ın “Misak-ı Milli” diye tanımladığı bölgede ilk defa belirli bir coğrafyada egemen oluyor. Bunun ne anlama geldiğini iyi bilen PKK yöneticileri Suriye’de BYD’nin kontrolüne aldığı bölgedeki hâkimiyetlerini kalıcı hale getirmek üzere Türkiye’nin vakit geçirmeden teminat vermesini sürecin önemli bir unsuru olarak öne sürüyorlar.
Kürt kimliği, eşitlik, adalet, asimilasyonun sona ermesi gibi tek yanlı etnikçi iddialarla olabildiğince yüceltilirken, Türk kimliğinin kozmopolitan bir anlayışla bastırılmaya çalışılması toplumun sinir uçlarını doğal olarak etkiliyor. Bu üslubu sorunun çözümü adına makul bulup benimseyenler çok büyük hata yapıyorlar. Bu tercihleriyle toplumun psikolojisini zorlayarak ayrışmaya zemin hazırlıyorlar. Medeniyetimizin, dinimizin, kültürümüzün, tarihimizin, irfanımızın sunduğu zemin üzerinde bin yıldır birlikte tam ve kâmil anlamda kardeşçe yaşamış olan bu toplumu etnik rekabete kışkırtmış oluyorlar. Masa başında siyasi hesaplarla, beklentilerle projeler üreterek, Türklük olgusunu yok sayarak, etnisiteye indirgeyerek, kurucu unsur olduğunu ihtar ederek hesaplar yapmak kolay görünse bile bu tahayyüllerle sorun çözülmez. Tam tersine gerçekler görmezlikten gelinerek, milletimizin sosyolojik yapısı bir kenara bırakılarak emrivakiler yapılmaya çalışıldıkça sorunun toplumsal boyutu daha da derinleşir; kangren haline gelmesi kaçınılmaz olur.