Başkanlık Sistemi – Niçin ve Neler Pahasına?
Türk Yurdu’nun şubat sayısının muhtemel siyasi gelişmeleri değerlendirirken şunu ifade etmiştik :
“Başbakan Erdoğan 2014’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Başkanlık yahut yarı başkanlık sistemine geçilmesini ısrarla istiyor. Ancak şu andaki meclis tablosu iktidarın kendi gücüyle bunu gerçekleştirmesine imkân vermiyor. CHP ve MHP’nin başkanlık sistemine geçilmesine karşı oldukları biliniyor. BDP, Anayasa’nın belirli maddeleri üzerinde dilediği düzenlemelerin yapılması durumunda AK Parti’nin aradığı desteği verebilir. Böylece yeni anayasanın referanduma götürülmesi, CHP ve MHP’ye rağmen BDP’yle işbirliği yapılarak sağlanabilir.”
Başbakan Erdoğan’ın, yeni anayasa hazırlama çalışmalarında MHP ve CHP’yle anlaşma sağlanamaması durumunda, BDP ile anlaşarak kendi tasarılarını Meclis’e sunacaklarını ve böylelikle gerekli çoğunluğu temin ederek referanduma gideceklerini açıklaması, ihtimal olarak belirttiğimiz hususun ciddiyet kazandığını gösteriyor. Nitekim bu açıklamaya BDP’den verilen cevaplar, önerilerinin kabulü durumunda gerekli desteğin verileceği anlamına geliyor.
AK Parti başkanlık sistemine geçilmesini isterken, bunun alt yapısına ilişkin başta yargı olmak üzere köklü değişiklikler yapmaya hazırlanıyor. PKK’nın siyasî uzantısı olan BDP ise, neler istediğini her vesileyle açıklıyor. Son olarak 08 Şubat tarihinde Meclis Anayasa Yazım Komisyonu’na tekliflerini maddeler halinde sundu. Buna göre: “Bölgesel kamu idareleri oluşturulacak. Bölgesel özerk kamu yönetimlerinin sınırları, tarihi, kültürel, sosyolojik, coğrafi ve ekonomik özellikler dikkate alınarak kanunla düzenlenecek. Bölgesel kamu idaresi, bölge meclisi ve bölge başkanlarından oluşacak. Bölge Meclisi üyeleri; üyelikle bağdaşmayan işler, yasama sorumsuzluğu, yasama dokunulmazlığı, vekilliğin düşmesiyle ödenek ve yolluklara dair hususlarda TBMM üyelerine ilişkin hükümlere tabi olacak. Bölge meclisi, kanuni düzenleme yapma ve karar alma yetkisine sahip olacak. Bölge meclisleri, “malî özerklik” çerçevesinde merkezi bütçeden aktarılan kaynaklar ile yerel malî kaynakların bütçesini yapma yetkisine sahip olacak. Bölge başkanı, halk tarafından seçilecek ve bölge meclisi tarafından kabul edilen kanun ve kararları yürütmekle görevli olacak.”
PKK, siyasetteki sözcüleri aracılığıyla hedeflerinin ne olduğunu net şekilde ortaya koyuyor; amaçlarına ulaşıncaya kadar geri adım atmamaya kararlı olduğunu gösteriyor. Mesela BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak’ın 06 Şubat’ta Antalya’da yaptığı konuşma, hem kamuoyuna hem de kendileriyle görüşüp anayasa konusunda ortaklaşa hareket etmeye hazırlanan siyasi iktidara verilen açık bir mesajdır:
“Dümdüz bir yolumuz var. O da demokratik cumhuriyet, özerk Kürdistan’dır. AK Parti bu ülkenin sorunlarını çözecek çoğulcu, demokratik bir anayasadan yana tavır alırsa biz onunla birlikte halkımıza bir barış anayasası armağan etmek için çalışırız. Eğer AKP böyle bir anlayışa gelirse, böylesine özgürlükçü bir çizgiye gelirse biz zaten buna hazırız.”
BDP’nin 12 Şubat tarihinde yapılan grup toplantısında da AK Parti’yle pazarlık masasına oturmaya hazır oldukları ifade edilirken buna şart olarak “anadilde eğitim, vatandaşlık tanımı, bölgesel demokratik özerklik ve din ve vicdan özgürlüğü kapsamında devletin din alanından çekilmesi” talepleri tekrarlandı; bunların “kırmızı çizgileri” olduğu belirtildi.
Diğer taraftan Öcalan ile görüşmelerin ne safhada olduğu belirli bir çevrenin dışında kimse tarafından bilinmiyor. Ancak göründüğü kadarıyla Öcalan, malum çevrelerin kamuoyuna pompalamaya çalıştıkları gibi bir “barış güvercini” misyonu yüklenmeye niyetli değil. Örgütün Kandil’deki elebaşıları ise değişik mesajlar vermeye devam ediyorlar. Murat Karayılan, Öcalan’ın yanında olduğunu “önder APO bizi temsil ediyor, ayrı bir talebimiz yok” diyor. Duran Kalkan ise çok farklı konuşuyor ve İmralı görüşmelerini PKK ile mücadelede başarılı olamayan devletin zaafı şeklinde yorumluyor. “AKP hükümeti uluslararası komployu yenilemeye çalışıyor. Tüm saldırı yöntemleri boşa çıkartılan ve en son “PKK’yı imha ve tasfiye plânı” başarısız kılınan AKP hükümeti İmralı’ya gitmek ve Öcalan’la yeniden görüşmek zorunda kalmıştır….. AKP’nin, PKK ve Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’a yönelik olarak İsrail’in FKÖ ve Yaser Arafat’a uyguladığı plânı uygulamak istediği anlaşılıyor.…. Buna karşılık PKK 15.nci yıl mücadelesine çok daha hazırlıklı ve örgütlü durumdadır. Kürt kadınları ve gençleri bu konuda çok kararlı ve örgütlüdür….. AKP’nin yeni komplolarını da başarısız kılarak 15.nci yılda İmralı sistemini tümden parçalayıp önderlerini, yani varlık ve özgürlük iradelerini özgür kılmayı başaracaklardır.”
PKK’nın bir diğer elebaşısı Mustafa Karasu’da görüşlerini şöyle açıklıyor: “AKP sıkışmıştı, aydınlar tepkiliydi, liberaller bile tepkiliydi, düne kadar AKP’ye destek verenler de AKP’den kopmuştu. AKP çok zor duruma düşmüştü, şimdi bunları tekrar kendine göre bu tür yöntemlerle toparlamaya çalışıyor.”
Görüldüğü gibi Türkiye, arka arkaya üç önemli seçimin yapılacağı önümüzdeki iki yıla giderek genişleyen bir belirsizlik ortamıyla giriyor. Hükümet çevrelerinin ve medyanın yaymaya çalıştığı “barış geliyor, problem çözülüyor, PKK sınırlarımızın dışına çıkmaya hazırlanıyor” havası toplumda doğal olarak yüksek bir beklenti oluşturuyor. Bu psikolojinin oluşturulması çabalarının arkasında yeni anayasada düşünülen kritik düzenlemelerin yapılmasına zemin hazırlamak niyeti olduğu açıktır. Anayasanın 42.nci maddesinin kaldırılarak Kürtçe eğitimin önünün açılması, Türklük kavramına metinde yer verilmemesi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğumuz son çekincelerin de kaldırılarak yerel yönetimlerin özerk hale getirilmesi gibi PKK-BDP’nin isteklerinin büyük ölçüde karşılanması durumunda, BDP’nin bir taraftan başkanlık sistemine geçişe evet diyeceği, diğer taraftan referandum için gereken sayısal desteği sağlayacağı hesaplanıyor.
Başkanlık sistemi için girişimlerini sürdüren AK Parti geçen hafta Anayasa Komisyonu’na yargının yeniden yapılandırılması anlamına gelen radikal bir değişiklik önerisi sundu. Bu önerinin kabul görmesi durumunda kuvvetler ayrılığı ilkesinden bahsetmek artık mümkün olamayacak, doğrudan başkanın ve kısmen iktidardaki partinin egemen olduğu bir siyasi vesayet sistemi kurulacaktır. Zaman zaman dillendirilen “Türkiye’ye özgü başkanlık” sisteminden kastedilenin bu tarz bir otokratik rejimin tesisi ise, bunun adına demokrasi denilemez. Türkiye’nin 137 yıllık anayasa tecrübesi, bütün İslâm dünyasına örnek olan 63 yıllık demokrasi birikimi haklı bir gerekçeye dayanmaksızın şahsî bir istek uğruna heder edilmemelidir.
AK Partili üyelerin teklifine göre, başkan ülkeyi meclisin onayına başvurmadan kendi karar ve iradesine dayalı olarak çıkaracağı kararnamelerle idare edebilecek; meclisi feshedebilecek. Üst düzey kamu görevlilerini, büyükelçileri, yeni oluşturulacak temyiz mahkemesinin bir kısım üyesini, Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesinden 8’ini, Yüksek Hâkimler Kurulu’nun 22 üyesinden 7’sini başkan seçecek. Diğer taraftan iktidar partisi meclisteki çoğunluğuyla Anayasa Mahkemesi’nin 9 üyesini keza Hâkimler Kurulu’nun 9 üyesini seçme imkânına sahip olacak. Hâkimler ve savcılar kendi kurullarına sadece 6 üye seçebilecekler. Bu tablo iktidar partisinin 2010 referandumunda dile getirdiği ilkelere tamamen aykırıdır. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini esastan inceleme yapmasının engellenmesi doğru olmakla beraber, bununla yetinilmiyor; mahkemenin “şeklen” bile inceleme yapamayacağı hükme bağlanıyor.
Ülkemizde 1876’dan bu yana, demokrasiye geçiş sürecinde çok çileli dönemlerden geçildi, acılar yaşandı. Jakoben modernleşme yöntemine kilitlenen sivil ve asker kesimler, 1950’den itibaren halkın iradesinin sandığa yansımalarını cehalet ve gericilik olarak nitelendirip kabullenmek istemedi. 27 Mayıs’ta başlayan ve neredeyse her on yılda bir tekrarlanan askeri darbelerin her biri, o zamana kadar demokrasi yolunda alınmış mesafeyi sıfırladığından, yola yeniden koyulmak icap etti. Bu durum doğal olarak rejimin tam olarak yerleşmesine, kurumsallaşmasına, içselleştirilmesine önemli ölçüde engel oldu.
Ancak her şeye rağmen, milletimizin sağduyusu tarihimizin ve kültürel mirasımızın sunduğu sosyal ve psikolojik zemin, yaşanan ekonomik ve ticari gelişmeler, şehirleşme demokrasi yolunda azımsanmaması gereken bir seviyeye ulaşmamızı sağladı.
Sonuçta bireysel hak ve özgürlükler açısından eksiklerin tamamlanarak daha ileri noktalara taşınması gereken demokrasimizi şahsi heves ve siyasi hesaplar uğruna feda etmeye kalkışılması, iddia edildiği gibi “sivil anayasa yapmak” değil tam anlamıyla “sivil darbe” olur.
Daha da büyük tehlike “Türkiye’nin üniter yapısının”, milli ve tarihi derinliği, kültürel gerekçeleri bulunan “kuruluş ilkelerinin” başkanlık sistemine geçiş amacıyla pazarlık konusu yapılmak istenmesidir. Siyasi iktidar bu yolun Türkiye’nin bekası ve toplumsal barış ve huzur bakımından ne kadar sakıncalı ve hatta tehlikeli bir tercih olacağını umarız vaktinde anlar; bunun tersi bir tutum tarihi bir yanlışa yol açar ve bedeli ağır olur.
PKK-BDP ne istediğini yıllardır açıkça ortaya koyuyor. Uzlaşma adına bu isteklerin birinin bile kabulü üniter devlet yapısını temellerinden sarsar. Siyasi iktidar “sivil, katılımcı, çoğulcu, insanı merkeze alan bir anayasa” söylemiyle bu gerçeği görmezlikten gelirse yeni anayasa daha baştan sorunlu ve sakat hale gelir.
Anayasa birlikte yaşamayı kabul eden toplumlar için yapılır. Ayrılıkları, farklılıkları derinleştiren anayasalar, birlikte yaşama arzusunu ve iradesini yok eder. Dolayısıyla yenilenen anayasada esas düzenlemeler birlikteliği pekiştirecek, eşitliği ve özgürlüğü bireysel haklar olarak derinleştirecek nitelikte olmalı. Oysa BDP’nin istekleri etnik ayrımcılığı kışkırtacak, toplumsal ayrışmayı tırmandıracak, birlikte yaşamayı imkânsız kılacak bir projedir.
İdeolojilerden arındırılmış, renksiz bir anayasa yapılmalı diyerek milli kimliği yansıtan ifadeler metinden çıkarılırsa, kültürel varlığımızın temeli ve taşıyıcısı olan Türkçe’nin yanına eğitimde ve kamusal alanda Kürtçe de eklenirse, eyalet sistemine kapı aralanırsa toplumumuzu yüzyıllar boyunca bir arada tutan kültür, inanç, medeniyet ve tarih ortaklıkları yok sayılmış olur.
Sosyolojik bir evrilmenin eseri olan millet olgusu inkâr edilirse, çağdışı bir köken ve ırk anlayışı anayasal zemin bulur. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu safsatasının bu şekilde hukuken tescil edilmesi durumunda, toplumsal ayrışma ve bölünme kaçınılmaz hale gelir.
Türk milleti kısaca anayasa üzerinden Türkiye’yi dönüştürme girişimlerinin esas amacının ne olduğunu anlayacak ferasete, aklıselime, basirete sahiptir; bundan kimsenin kuşkusu olmamalı, karamsar olunmamalıdır. Milletimiz Balkan faciasından yüz yıl sonra hangi ambalajla süslenip önüne konulursa konulsun, hukuk ve siyaset üzerinden yeni bir felakete kapı açacak bu tarz girişime, PKK-BDP ile uzlaşılıp ortaklaşa hazırlanacak bir metne asla evet demez.
Nuri GÜRGÜR