PKK’nın Stratejik Atağı: Açlık Grevleri
Cezaevlerindeki tutuklu ve yükümlü PKK’lı ve KCK’lıların siyasi isteklerinin yerine getirilmesini sağlamak amacıyla başlattıkları açlık grevi, 67 günlük eylemin ardından, Abdullah Öcalan’ın isteğiyle sona erdirildi.
BDP’lilerin ve eyleme destek veren solcu ve liberallerin ısrarla inkar etmelerine rağmen bu eylem tutukluların kendi karar iradeleriyle değil, doğrudan Kandil’deki elebaşılarının talimatlarıyla düzenlenmiştir. PKK silah gücüyle elde edemediği isteklerini, militanlarının hayatlarını acımasızca masaya sürerek, tehdit ve şantaj yöntemiyle gerçekleştirmek, içerde ve dışarıda sansasyonel bir hava oluşturarak gündeme oturmak, dünya kamuoyunun dikkatini bu yolla çekmeyi planlamıştı. Kendilerini “aydın” diye tanımlayan sempatizanlarının, bilinen solcu ve liberal çevrelerin her zamanki gibi azami desteği vereceklerini biliyorlardı. Nitekim bu çevreler insan hayatı üzerinde acımasızca kumar oynanması girişimini görmezlikten geldiler; buna mukabil yazılarıyla, konuşmalarıyla eylemin meşru ve haklı olduğunu, devletin “tutsakların” isteklerini anlayışla karşılayıp yerine getirmesi gerektiğini sürekli öne sürdüler. BDP’li milletvekilleri ise sıfatlarının altındaki militan kimliklerini ortaya koyarak içeriden bir cenazenin çıkması halinde “her şeyi yapacaklarını, kendilerini kimsenin durduramayacağını” pervasızca tekrarlayarak devleti açıkça tehdit ettiler.
Terör örgütünün cezaevlerindeki yüzlerce elemanını bu tarz bir eyleme sevk etmek kararı stratejik bir tercih şeklinde değerlendirilebilir. Çünkü iki yıldır “devrimci halk savaşı” dedikleri terör eylemleriyle kesin sonuca ulaşacaklarını umarken, başlattıkları saldırılarda başarısız oldular. Genelkurmay’ın açıkladığı rakamlara göre 2012 yılının ilk 9 ayında 1000’e yakın PKK’lı öldürüldü; 100’den fazlası teslim oldu. Bu aylarda yaralı yahut ölü olarak alıp götürdükleri militanlar bu rakamlara dahil değil. Güvenlik güçlerimizin başarıyla yürüttükleri operasyonlar sırasında örgütün kışın barınak olarak kullanacağı pek çok mağara içindeki malzemelerle birlikte kullanılamaz hale getirildi. Suriye’deki gelişmelerden cesaret alarak, Güneydoğu bölgemizde kitlesel hareketler, halk ayaklanmaları yaratmak planları da tutmadı. Okullar açılırken eğitimi durdurmak niyetiyle ilan ettikleri boykot girişimlerinden sonuç alamayınca, okullara saldırıp yakmaya, öğretmenleri kaçırarak yılgınlık oluşturmaya çalıştılar. Ama bu eylemleri kendilerinin dışında herkesten tepki gördü. Çocuklarını okutmak isteyen, boykot çağrılarına uymayan bölge halkı, örgütten korktuğu için tavrını açıktan seslendiremese bile, yapılanlara rıza göstermediğini ortaya koydu.
Kış mevsimine girilirken PKK’lılar ciddi bir barınma sıkıntısıyla karşı karşıyalar. Diğer taraftan büyük iddialarla ilan ettikleri hedeflerin hiçbirine ulaşamamaları, bu sırada ağır kayıplar vermeleri, örgütü zor durumda bıraktı. PKK üst yönetimi bu şartları dikkate alarak açlık grevlerini bir çıkış yolu olarak belirledi. Kitlesel ve sivil bir kalkışma modelini uygulamaya koyunca bilinen destekçilerinden, solcu, liberal ve bazı siyasal İslamcı çevrelerden destek alacaklarını, hep birlikte güçlü bir baskı ortamı oluşturacaklarını, hükümeti taleplerini kabule zorlayacaklarını hesapladılar.
İşbirliği şeklinde, organize olarak yürütülen bu girişimler sürerken, Abdullah Öcalan’ın kardeşi vasıtasıyla ve kendi el yazısıyla hazırladığı mesaj açıklandı. Öcalan mesajında, açlık grevini yöntem olarak onaylamadığını, amaçlarına ulaştıklarını, eğer yapacaklarsa bunu dışarıdakilerin yapması gerektiğini belirterek, eylemin sonlandırılmasını istiyordu. Eylemciler bu isteği vakit geçirmeden yerine getirdiler.
Bu olay PKK ile mücadelede yeni bir tablonun ortaya çıktığı anlamına geliyor. Aylardır tecrit altında olan ve örgütü üzerindeki etkinliği tartışılmaya başlanan Öcalan bir anda yeniden örgütünü sevk ve idare eden lider konumuna geldi. Terör örgütüyle onu haklı ve meşru gören sempatizanları her zaman yaptıkları gibi gelişmeleri kendi lehlerinde yorumlamak, devleti sıkıştırmak, Türk kamuoyunu uyuşturarak kazanım sağlamak için vakit geçirmeden harekete geçtiler.
Son ana kadar insan hayatının siyasi amaçlara alet edilmesini normal sayanlar, cezaevlerindeki eylemcileri “tutsaklar” olarak tanımlayanlar, her vesileyle devleti zalim ve uzlaşmaz ilan edenler şimdi de Öcalan’ı Mandela ilan ederek kendisiyle görüşmeler başlatılması, isteklerinin yerine getirilerek anlaşma yapılması için yoğun bir kampanya başlattılar. “Artık Öcalan’ı aşağılamaya, kendi halkı önünde küçük düşürmeye uğraşmaya, ona sürekli hakaret etmeye Türk tarafı son verse iyi olacak. Belli ki bir barış olacaksa onun altında Öcalan’ın imzası bulunacak ve eninde sonunda aynı Mandela’nın macerasında olduğu gibi Öcalan ev hapsine çıkacak” (Ahmet Altan - Taraf, 20.11.2012)
Hükümet çevrelerinden “gerekirse Öcalan ile görüşülebilir” şeklinde yapılan açıklamaları, Oslo’da yapıldığı gibi, İmralı ile temasların yürütüldüğü, bundan sonra da sürdürüleceği anlamında yorumlamak gerekiyor. İmralı’ya gidecek yeni bir deniz aracının hazırlandığı haberi de geçen Temmuz ayından beri uygulanan tecritin kaldırılacağını işaret ediyor.
Öcalan’ın aniden anlaşma sağlanacak bir muhatap, barışa açılan kapı olarak sunulması, yetkilileri Türk halkına bazı soruların cevabını verme mecburiyetiyle karşı karşıya getiriyor. Çünkü Oslo sürecinde neler görüşüldüğünü, terör örgütünün sızdırdığı açıklanan protokollerin içeriğinin tam olarak ne olduğunu bilmek hakkımızdır. Silvan saldırısından hemen önce, Öcalan’ın örgütüne ilettiği mesajın aslında barışa teşvik değil, tam tersine “yapabiliyorsanız silahlı mücadeleyi hakkıyla yapın, sözde kalmayın” ifadesiyle terörü tırmandırmaya teşvik anlamında olduğunu kimse inkar edemez. Kaldı ki Öcalan’ın avukatları üzerinden yıllar boyunca terör örgütünü yönetip yönlendirdiği resmi beyan ve belgelerle sabittir. Temmuz’dan beri avukatlarıyla görüştürülmemesinin sebebi bu ilişkinin çok gecikilerek de olsa kesilme kararıdır. On üç yıl devletin denetim ve gözetiminde bulunan, her görüşmesi yakından izlenip bilinmesi gereken, ağırlaştırılmış müebbet cezalı bir mahkumun nasıl olup da örgütünü sevk ve idare edebildiğinin cevabını umarız bir gün veren çıkacaktır.
Öcalan İmralı’da ihtida etmediğine göre, O’nun talimatıyla terör örgütünün silah bırakacağını düşünmek, bir barış güvercini muamelesi yapmak 2009’daki “açılım” macerasında olduğu gibi gerçekçi bir karşılığı olmayan zanların, hayalperestliğin tekrarı olur.
Herkesin gerçekleri görerek, son 30 yılın tecrübe ve birikimlerinden yararlanarak adım atması gerekir. Ne Öcalan, ne PKK, ne de örgütün Kandil ve Avrupa’daki yöneticileri talepleri karşılanmadan silah bırakmaz. Bunu yakın zamanda Leyla Zana “silah Kürtlerin güvencesidir” sözüyle açıklamıştı. Hükümet Öcalan ve terör örgütünü silah bırakmaya razı etmenin hangi şartlarda mümkün olabileceğini doğru hesaplamadan beklenti içerisine girerse, girişimler yaparsa sonuç “Habur” dan farklı olmaz. Türkiye bugün dünyada benzeri olmayan, küresel güç merkezlerinden destek bulan, bölgesel konjonktürden yararlanan tarihi bir sorunla, çok yönlü, çok kapsamlı, büyük bir etnik kalkışmayla karşı karşıyadır. Bunun bilincinde olarak sorunun mahiyetiyle, çapıyla orantılı kapsamlı bir politika belirleyip, etkili bir şekilde uygulamaya koyamadığımız sürece, PKK asla silah bırakmaya yönelmez. Öcalan ise ustalıkla yürüttüğü psikolojik ve politik hamlelerle kontrolü elinde tutmak, narsist ve megaloman kişiliğini rahatça sergileyeceği şartlara sahip olmak, kısacası özgürlüğüne kavuşup tebaasına hükmetmek amacıyla manevralarını sürdürür.