Afyonkarahisar Faciasından Çıkarılacak Dersler
Afyon’da 25 askerimizin şehadetine yol açan facia, esas problemimizin ne olduğunu bir kere daha gözler önüne serdi.
Eski başbakanlardan Refik Saydam, göreve başlamasından hemen sonra carpıcı bir açıklama yapmış ve ülkemizde her şeyin A’dan Z’ye bozuk olduğunu söylemişti. Aradan geçen 72 yılda olumlu anlamda çok şeylerin değiştiği muhakkak; buna rağmen nisbeti hayli azalmakla beraber, ne yazık ki bir çok alan için bu hüküm hâla geçerlidir.
Kuşkusuz 70 yıl önceki Türkiye değiliz. Nüfusumuz beş misli arttı. İçine kapalı köylü bir toplum olmaktan çıktık, nüfusumuzun üçte ikisi artık şehirlerde yaşıyor. Sanayimiz gelişti, ihracatımız büyük ölçüde arttı. İnsanlarımız dünyaya açılıyor, küresel ekonomik rekabette kendine yer bulabiliyor. Bu gelişmelere paralel olarak, yoksul bir toplum olmaktan çıktık; fert başına millî gelirimiz 100 Dolar civarından bugün onbin Dolara ulaştı.
Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen yaşadığımız sıkıntılar, muhatap olduğumuz tehditler çok ciddi sorunlarımızın olduğu anlamına geliyor.
Her şeyden önce beş misli artan nüfusa iyi bir eğitim veremediğimizden kalite ve nitelik eksikliği her alanda kendisini hissettiriyor. Özendiğimiz gelişmiş ülkelerin seviyesine ulaşmayı içtenlikle istememize rağmen, bunun yolunun ve yönteminin ne olması gerektiğini bir türlü kavrayamadık.
Latin harflerini alıp okuma yazma oranını yükseltince eğitim meselesinin halledileceğini düşündük. Uygulanan politikalar modernleşme isteği ile gelenek ve kültür dokusu arasındaki gerilimi ortadan kaldırmadığı gibi büsbütün artmasına yol açtı. Halkla okumuşlar arasındaki zıddiyet giderek keskinleşti. Toplumuna ve değerlerine yabancılaşan aydınlarımız görüş ve düşüncelerine bekledikleri desteği bulamayınca, bunun nedenlerini kendilerinde aramak yerine halkı suçlamaya kalkışıyorlar. Kendi zihniyet dünyalarına uygun bir düzen oluşturmak amacıyla meşru olmayan yollara yönelmekte sakınca görmüyorlar. 27 Mayıs darbesiyle başlayan ve bir ara her on yılda tekrarlanan müdahaleler, demokrasinin yerleşmesini doğal olarak engelledi. Millî iradeyi temsil eden, çoğunluğun isteklerini karşılayan, süreklilik gösteren istikrarlı yönetimlerin oluşmaması sonucunda en kritik dönemleri müsrifçe harcamış olduk.
Eğitim sistemimizin önemli ölçüde tıkalı olduğu her vesileyle ortaya çıkıyor. OECD ülkeleri arasında yapılan bir araştırmada Türkiye matematik ve temel bilimlerde sonuncu sırada yer aldı. Bu utanç verici tablonun anlamını düşünmek yerine, görmezlikten gelmeyi tercih ediyoruz.
Kimse hayâl kurmasın. Sadece okul ve öğrenci sayısının artmasına, diplomalıların çoğalmasına öncelik veren, kaliteli ve nitelikli insan ihtiyacımızı dikkate almayan bu eğitim sistemiyle gelişmiş ülkelerin seviyesine asla ulaşamayız. Bilim ve teknolojide ciddi bir varlık göstermedikçe küresel rekabetin etkili aktörlerinden biri olamayız.
Toplumsal yapıyı oluşturan sosyal, ekonomik, kültürel ve politik kurumlar, devlet adı verilen kapsamlı yapılanma bileşik kaplar gibidir. Edebiyatta, sanatta, mimaride, musikide dünyada sesiniz ne kadar duyulabiliyorsa, teknolojik beceri, yeni buluş (inovasyon) markalaşma, katma değeri yüksek mal üretimi gibi alanlarda da varlığınız bu ölçüde hissedilir. Özetle yeterli yoğunlukta nitelikli ve kaliteli iyi eğitimli insan unsuruna sahip değilseniz, acımasız bir rekabetin hüküm sürdüğü küresel arenada söz sahibi olamazsınız.
Türkiye gereken alt yapıya ve donanıma sahip olmadan bölgesinde “oyun kurucu” pozisyonuna yönelmeye kalkışmanın sıkıntılarını yaşıyor.
Medeniyet seviyesiyle yüksek ve etkili organizasyon becerisi arasında doğrudan ilişki vardır. Buna “sebep-sonuç” demek de mümkündür. Türkiye’nin takım sporlarında istenen başarıları elde edememesinin sebepleri üzerinde pek fazla düşünülmez. Oysa bu durum başlıbaşına kurumsal yapılardaki geleneksel sıkıntıları, eğitim sistemindeki bozukluğu, zihniyet problemini ortaya koyan anlamlı bir göstergedir.
Rakamlara bakıldığında şehirleşen bir görüntü veren Türkiye, geleneksel köylü ve göçebe toplum zihniyetinin kalıplarını bütünüyle kırabilmiş değil.
Bunu idrak edip doğru bir kültür ve eğitim politikası uygulayamadığımız sürece çeşitli alanlarda , sportif yarışmalar da dahil bu sıkıntıları yaşamayı sürdüreceğiz. Oysa yakın geçmişte bu sorunların üzerinde duran, öneriler getiren çok değerli düşünürlerimiz vardı. Meselâ Mümtaz Turhan’ın eğitimde kalitenin, ilim zihniyetinin önemini vurgulayan görüşlerine kimse kulak asmadı. İlgili çevrelerin dikkatini çekmek üzere görüşlerinin özetlendiği “Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Çözüm Yolları” kitabını okuyan bile olmadı.
Türkiye’nin içerden ve dışardan kuşatılmaya çalışıldığı, bilinen merkezlerin Şark Projesini değişen şartlara göre yeniden düzenleyip uygulamaya koymak istedikleri, bazı komşu ülkelerin bu karmaşadan pay kapmak istedikleri bir dönemden geçiyoruz. Bu kritik süreçte asıl problemin kendi zaaflarımızdan kaynaklandığını görüp bunları biran önce gidermeye yönelmediğimiz sürece, sıkıntılardan kurtulamayız. Belki sert bir hüküm olacak ama, bizim kendimizden daha büyük bir hasmımızın bulunmadığını, sorunların ana damarının içimizde olduğunu söyleyebiliriz.
Sadece son iki ayda yaşadığımız bazı olayları yan yana getirdiğimizde bile, ortaya çok düşündürücü bir tablo çıkıyor.
Sorunları çözme iddiasıyla ortaya çıkarken, yenilerini ihdas etmekte ne derece becerikli olduğumuzun son örneğini 4+4+4 ucubesinde görebiliyoruz. Hemen hemen herkes eğitim meselesinin ana okulundan, meslek okullarına, üniversiteye kadar tepeden tırnağa âcil önlem alınması gereken öncelikli problemimiz olduğunda hemfikirdir. Ancak çözüm adına öylesine yanlış bir adım atıldı ki, Millî Eğitim Bakanı dahil kimse mutlu değil. Böylesine ciddi ve kronik bir meselenin gerekli çalışma ve istişare yapılmadan alelacele Meclise getirilip yasalaşmasının mantikî bir izahını kimse yapamaz.
Benzer bir aculluk büyük iddialarla gündeme getirilen Fatih projesinde yaşanıyor. Daha sağlıklı öğrenim yapılacak bir okul yapısına, geçilmeden sınıflarda öğrenciler üst üste yığılırken büyük maliyet gerektiren bu projenin gündeme alınmak istenmesi, hesapsızlığın tipik bir örneğidir. Böylece sadece eğitim sistemine değil, zaten kaynak sıkıntısı içerisinde bunalan maliyeye de darbe vurulmuş oluyor.
Neticede can kayıplarının bulunmaması bu gibi kurumlardaki vahim yanlışların gerektiği ölçüde tartışılmasını önlüyor. Ancak Silahlı Kuvvetlerde durum doğal olarak farklı cereyan ediyor. Çünkü yanlışların sonuçları can kaybıyla ödeniyor.
En son Afyonkarahisar’da yaşanan facia, kurumları çalışmaz hale getiren, devlet yapısını neredeyse paralize eden ciddiyetsizliğin, bilgisizliğin , ilgisizliğin, sorumsuzluğun, duyarsızlığın tipik bir örneğidir.
Silahlı Kuvvetler bünyesinde yaşanan bu elim olayın anlam bakımından benzerleri hemen her gün başka kurumlarda da yaşanıyor. Ölüm olaylarının olmaması nedeniyle bunları önemsememek çok yanlış olur.
Meselâ merkezi sınav sistemi tam anlamıyla çökmüş durumda; yıllardır neredeyse şaibesiz bir sınav yapılamıyor. Soruların sızdığı anlaşılınca bazı sınavlar iptal edilse bile, failler nedense bulunmuyor. Bu karmaşada PKK’nın da yer aldığı anlaşılıyor. Bu durum terör örgütünün elemanlarını kamu kurumlarına yerleştirme imkânı bulduğunu gösteriyor. Hakimlik ve savcılık mesleğine geçmek için ahlaki ilkeleri fütursuzca çiğneyecek derecede gözü dönenlerin tesadüfen ortaya çıkması ve sınavın iptaliyle sorun çözülmüş olmuyor. ÖSYM Başkanı hakarete varan ağır suçlamalara rağmen makamından ayrılmayı düşünmüyor. Ona bu görevi verenlerse “git” deme gereği nedense duymuyorlar.
Yolsuzluk ve rüşvet olayları dalga dalga yayılıyor. Belediyelerden emniyete, maliyeden Kamu İhale Kurumu gibi akçeli işlerin döndüğü yerlerde yapılan denetimlerde çok sayıda görevli hakkında dava açma gereği görülüyor. Denetimlerin çok yaygın ve etkili olmamasına rağmen halen adliyeye intikal etmiş bulunan yolsuzluk dosyalarının sayısı, meselenin hangi boyutta olduğunu ortaya koyuyor.
Türk ordusunun milletimizin gönlünde her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Çünkü ordumuzun varlığı yüzyıllar boyunca milletimizin güvenliğini , devletimizin bekasını sağlamış, millî varlığımızın teminatı olmuştu. Bilinen çevreler, felsefi ve ideolojik yapıları nedeniyle Milli devlete karşı olanlar PKK’lılar ve yandaşları nasıl düşünürlerse düşünsünler Silahlı Kuvvetlerimiz hâla en güvenilir kurum olma niteliğini korumaktadır. Ancak kurumun çok ciddi sorunlarının bulunduğunu görmezlikten gelmek yanlış olur. Bunlar halledilmedikçe büyürler, daha sıkıntılı hale gelirler.
Halen devam eden davaların bir an önce sonuçlandırılması her bakımdan gereklidir. Her beş generalinden birinin cezaevinde tutulduğu bir kurumun moral yapısının mükemmel olduğunu kimse söyleyemez. Yasaları çiğneyen görev sınırlarını aşarak politikaya karışanlar tecziye edilirken, kurunun yanında yaşın da yanmasına yol açacak özensizlik telafisiz zararlara yol açar. Malûm çevrelerin maksatlı kampanyalarının önlenmesi, kurumun görevlerini sağlıklı şekilde yerine getirebilecek moral ve cesarete sahip kılınması en başta hükümetin görevidir.
Buna karşılık, diğer pek çok kurumda olduğu gibi Silahlı Kuvvetler içersinde de önemli sorunlar vardır ve bunlar çözüm beklemektedir. Dolayısıyla üst komuta kademesinin gerçekçi, kapsamlı ve cesur bir “İç durum” değerlendirmesi yapması gerekiyor. Meseleler eğitimden, teçhizata, silah envanterinden personelin psikolojisine kadar her yönüyle masaya yatırılmalıdır. Yanlışların üstünü örtmek ve görmezlikten gelmek yerine, kurum kendi iç denetim mekanizmasıyla bunların üzerine cesaretle gitmelidir. Eksiklerin tamamlanması konusunda hükümetten açıkça talepte bulunulmalıdır.
Somali’den Filistin’e Libya’dan Mynmar’a kadar yüzlerce milyon doları insani yardım olarak gönderen bir devletin, teröristlerin her an saldırı yapmaya çalıştığı bölge karakollarını hâla tam olarak tahkim etmemesinin geçerli bir mazereti yoktur.
Geçen yılın Temmuz ayında 13 askerimizin şehit olduğu Silvan’daki saldırıda birliğin ciddi bir komuta ve yönetme sorunu yaşadığı ortaya çıkmıştı. Başka bir çok olayda da benzer tablolar yaşanıyor. Geçen ay Uludere’ye minibüsle gönderilen askerler, araçlarının yuvarlanması sonucu canlarını kaybettiler. Böylesine bir bölgeye minibüsle asker sevkiyatı yapan sorumlu hakkında işlem yapıldı mı, bilmiyoruz.
Geçen yıl Silvan’daki saldırıdan sonra Çukurca’da başlatılan operasyon sonucu PKK’nın çok ağır darbe yediği, sarsıntı geçirdiği görülürken, Uludere’deki olay patlak verdi. Büyük bir istihbarat zafiyeti ve dikkatsizlik sonucu 34 sivilin hayatını kaybetmesiyle , yapılan operasyonlar bir anda durduruldu; PKK tam kıstırılmışken adetâ nefes aldı. Sadece hata mı yapıldı; başka faktörler mi rol oynadı, bilmiyoruz. Bilinen bir şey varsa o tarihten itibaren bölgedeki birliklerin hareket kabiliyetinde önemli sorunlar yaşanıyor.
Diğer taraftan güvenlik güçlerinin sivil kesimden haber alma imkânları büyük ölçüde kesilmiş durumda. PKK’nın ve yandaşlarının başlıca hedefleri olan köy korucularının sayıları giderek azalırken, bunların ne derece önemli işlev yaptıkları düşünülmeden adetâ kendi kaderlerine terkediliyorlar.
Beytüşşebab-ı ele geçirmek için yapılan son PKK saldırısı sırasında, bölgedeki aşiretlerin desteğinin ne derece önemli olduğu bir kere daha görüldü. 80’li yılların başından itibaren Şırnak başta olmak üzere, aşiretlerin mücadeleye katkılarının doğru değerlendirilmemesi sonucu, güvenlik güçleri buralarda gerekli desteği artık alamıyorlar. Bir zamanlar PKK karşısında önemli bir direnç gücü olan Jirki Aşiretinin şu anda pozisyonunun ne olduğu nedense görülmüyor. Kezâ aynı bölgede aşiretiyle beraber yıllarca PKK’ya karşı mücadele veren Kâmil Atığ yaklaşık üç yıldır Cizre’ de yargılanıyor. Gazetelerde çıkan haberlerden anlaşıldığına göre ciddi sağlık sorunları yaşayan, bir çok akrabasını PKK ile mücadelesi sırasında kaybeden, ama devlete bağlılığını ve saygısını hiç kaybetmeyen Kâmil Atığ da kendi kaderine , yalnızlığına terkedilmiş durumda.
PKK ve yandaşları basın aracılığıyla geçmişin intikamını alma peşinde. Tüm propaganda imkânlarını seferber ederek, kendisine engel gördüğü kimseleri ezmek, güvenlik güçlerini sindirmek, hareket kabiliyetini ve cesaretini yok etmek istiyor.
Yakın zamana kadar bilinen kalemlerin dillerine doladıkları, manşet yaptıkları bazı iddialar vardı. Hani nerede BOTAŞ’ın asit kuyularında yok edilen cesetler ? İtirafçı adıyla meşhur ettikleri bazı isimlerin iddiasına dayanılarak bölgede pek çok yerde kazılar yapıldı. Yargısız infaz yapılarak gömüldükleri öne sürülenlerin kemikleri arandı. Bulundu bulunuyor derken uzun süredir konu gündemden kaldırıldı. Çünkü yalan iddialara dayalı dezenfermasyon hedefine ulaşıp, psikolojik tahribatını yapmıştı.
Bu kapsamlı kampanyaların ilk hedefi olan Silahlı Kuvvetlerin ve polisin bunlardan olumsuz etkilenmelerini önlemek gerekirken hiç birşey yapılmaması, hattâ tam bir eyyamcılık örneği sergilenerek iddiaların ciddiye alındığının gösterilmeye çalışılması büyük hata olmuştur. Dileriz yetkililer 2009’dan bu yana sürdürülen bu tarz hatâların farkına varsınlar ve artık tekrarlamasınlar.
Afyonkarahisar’daki facia bütün yönleriyle ciddi şekilde araştırılmalı, kurum içi zaaflar, eksiklikler, yanlışlar belirlenerek, bir an önce telafi yoluna gidilmelidir. Bunlar iç denetim yöntemiyle yapılırken, meselenin medyada tartışma konusu yapılması Silahlı Kuvvetleri yıpratmayı amaçlayan çevrelere malzeme verilmesi azami ölçüde engellenmelidir. Devlet ciddiyeti ve sorumluluk bilinci bunu yapmayı gerektiriyor.