Kürtçe’nin Seçmeli Ders Olarak Okutulma Kararı Ne Getirecek, Ne Götürecek?

Kürtçe’nin 5.nci sınıftan itibaren seçmeli ders olarak okutulma kararı, muhtemel sonuçları ve etkileri bir yana, 27 yıldır PKK üzerinden yürütülen ayrılıkçı Kürt hareketiyle ilgili olarak yakın dönemde başka adımların atılmaya hazırlandığının işareti sayılabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bu en büyük sorununa, PKK terörüne karşı her yönüyle iyi düşünülmüş, kararlı, tutarlı ve istikrarlı bir devlet politikasının olmaması meseleyi her geçen gün daha karmaşık hale getiriyor. PKK devletin bu zaafından yararlanarak, basındaki sempatizanlarının, yandaşlarının imkânlarını kullanarak psikolojik inisiyatifi elinde tutuyor. Faaliyete geçtiği ilk yıllardan itibaren şiddet ve baskı yöntemiyle, silahlı saldırılarla muhaliflerini tasfiye etmeyi, Hakkari, Yüksekova ve Cizre başta olmak üzere bölge halkını kontrolüne alacak bir ortam hazırlamayı önemli ölçüde başardı. 90’lı yılların başında dağdaki militanlarının sayısı 30 bine yaklaşırken, bu sayı günümüzde   5-6 bine inmiş bulunuyor. Bu azalmanın esas nedeni Leyla Zana’nın ifadesiyle “1999’dan itibaren strateji değişikliğiyle Bağımsız Birleşik Kürdistan yerine” devletin hudutları içerisinde, taleplerini kabul ettirerek bölgesel özerkliğe sahip iki milletli bir yapı oluşturma stratejisinin benimsenmesidir.

Terör örgütünün bu stratejisi içeriden ve dışarıdan destek buluyor. Geçen ay ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’ya siyasî çözüm tavsiyesi, birçok Batı’lı merkezlerden ve Barzani’den sık sık aynı doğrultuda telkinler işitilmesi, içerideki malum çevrelerin bu yöndeki istekleri hükümeti de etkiliyor; görüşmeler yapılarak, demokratik açılım denemesinde görüldüğü gibi girişimler yaparak çözüm aramaya yöneltiyor.

PKK’nın strateji değişikliğinin sonucu olarak PKK 90’lı yılların ortalarına kadar yaptığı gibi, güvenlik güçleriyle arazide çatışmaya girmek yerine, karakol baskınları düzenlemek, yoğun mayınlama yapmak, şehirlerde vur-kaç eylemlerine girişmek gibi yöntemler uyguluyor. Bu arada KCK organizasyonuyla şehirlere yerleşerek, belediyeler ve kent meclisleri üzerinden yönetime egemen olmaya, kitle tabanı oluşturmaya çalışıyor.

Son aylarda başta Barzani olmak üzere Kuzey Irak Bölgesel Yöneticileri’yle yapılan karşılıklı ziyaretler ve görüşmeler sonunda verilen demeçler, Ankara’nın PKK’yla mücadelede Barzani’den çok ümitvar olduğunu gösteriyor. Washington’un da uzun süredir Ankara’yı bu ilişkileri geliştirmeye teşvik ettiği biliniyor. KYB sözcüsünün Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin PKK’yı ateşkes ilan etmesi için iknaya çalıştığı, İmralı’yla temas kurduğu şeklindeki açıklaması “rol kapma hamlesi” olarak yorumlandı. Ancak bu açıklama Ankara, Washington ve Erbil arasında bu konuda görüşmelerin yapıldığı anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle Talabani devre dışında kalma endişesiyle inisiyatif almak, varlığını göstermek istiyor.

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay kısa bir süre önce PKK konusunda ABD ile görüşmeler yapıldığını, iki ülke arasında görüş birliğinin bulunduğu, “Kuzey Irak’ta silah bırakmaya, teslim olmaya kadar giden gelişmelerin” söz konusu olduğu şeklindeki açıklaması, bu temasların varlığını anlatıyor. Ankara ve Erbil’den yapılan bu tarzdaki iyimser açıklamaların gerçeklerle örtüşmediği Murat Karayılan ve Cemil Bayık gibi örgüt elebaşılarının PKK sitelerine yansıyan beyanlarından açıkça anlaşılıyor. Ortada somut bir gelişme hatta emare olmamasına rağmen bu tarz açıklamaların sürdürülmesi, kamuoyunu ümitvar kılmak, psikolojik bir ortam hazırlamak suretiyle atılması düşünülen bazı adımların altyapısının hazırlanmak istendiğini gösteriyor.

Böylesine önemli bir konuda belirsizlikler sürüp giderken, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşmenin Cumhuriyet Halk Partisi’ne ne kazandırdığı bilinmez ama, iktidarın manevra alanını genişletmesine, aradığı hamle fırsatını yakalamasına önemli ölçüde katkı sağladı. Kılıçdaroğlu bu girişimi yaparken MHP’nin tavrının ne olacağını hesaplamaması kendi adına önemli bir zaaftır. MHP Genel Başkanı’nın bu konuda bir çay içmek üzere bile masaya oturmayacaklarını açıklaması sürpriz sayılamaz. Çünkü MHP, CHP’nin “Kürt sorunu çözülmediği için terör sorunu çözülmüyor” teşhisini yanlış buluyor, sorunun terör ve bölücülük olduğunu, konunun terör üzerinden siyasallaştığını, çözüm konusunda “müzakere” değil “mücadele” yönteminin dışındaki bir tercihin problemi derinleştireceğini, taviz anlamına geleceğini savunuyor.

Başbakan Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun bu hesap hatasına karşı, MHP katılmasa bile aralarında ikili bir komisyon kurulması önerisi CHP tarafından kabul görmedi. Çünkü MHP’nin içinde olmaması durumunda komisyon çalışmalarının daha başından itibaren AK Parti’nin inisiyatifine gireceği, iki partinin Meclis çoğunluğu fazlasıyla yeterli olsa bile, gereken toplumsal desteğin sağlanamayacağı,  bu tabloya karşı oluşacak tepkilerin siyasi faturasının ağır olacağı, altından kalkılamayacağı açıkça görülüyor. 1991’de Erdal İnönü’nün 21 PKK yandaşını büyük iddialarla Meclis’e taşımasının partisi hesabına nelere mal olduğu ortadayken BPD ile işbirliği görünümü politik bir intihar anlamına gelir.

Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesinin nasıl gelişeceği belirsizliğini korurken, Başbakan Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında Kürtçe’nin seçmeli ders olarak okutulacağı açıklaması gündemi bir kere daha değiştirdi. Birçoklarına göre bu karar çok daha önceden verilmişti. Ancak CHP ile görüşmelerin ilerlenmesinden önce bu açıklama yapılarak, liberal ve sol çevrelerden yükselmesi beklenen övgüleri tek başına sahiplenmek istendi. Böylelikle malum çevrelerin bir süreden beri hükümetin demokratikleşme ve reform konusunda isteksiz davrandığı, milliyetçi çizgiye yaklaştığı şeklindeki eleştirilerinin yatıştırılacağı, terör konusuna siyasi çözüm arama telkininde bulunan Washington ve Erbil’e mesaj verileceği hesaplandı. Ancak ne Kürtçüler ve PKK, ne de sempatizan ve destekçileri bu kararı yeterli bulmadılar.

PKK’nın Meclis’teki temcilcisi partinin eş başkanı Kışanak, “kendi ana dilini seçmeli ders olarak alabilirsin diyorlar, bu asimilasyondur, bunu pazarlık konusu yapmayız” derken, Selahattin Demirtaş’da anaokulundan üniversiteye kadar Kürtçe eğitim yapma taleplerinden asla geri adım atmayacaklarını tekrarladı.

Aslında örgütün sözcülerinin konuşmalarına fazla ihtiyaç kalmıyor. Çünkü mahut kalemler onların talep ve beklentilerini var güçleriyle dillendiriyorlar: “sorun esas olarak şurada; Kürtçe Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için yabancı dil değil ki. Kürtler bu ülkenin vatandaşları değil mi? Kürtçe onların ana dili. Her insanın ana dilinde eğitim görmesi temel insan hakkıdır. Kürtlerin kimlik bilincinin ulaştığı düzey bu tür ihsanları büyük şükran duygularıyla karşılayacakları eşiği aştı.” (Cengiz Çandar, Radikal, 14.6.2012)

“Seçmeli Kürtçe çok az, çok geç. Ayrıca bu haliyle seçmeli Kürtçe bugünkü siyasallaşmış Kürt kimliğinin çatısı altında duranları gerçekten de rencide edicidir. Onlar ana dilde eğitim istiyor. Sizin onlara sormadan verdiğiniz ise o insanları ana dilini yaşayan dil ve lehçeleri ile temsil etmeli ki nereden bakarsanız eşitliğin ruhuna aykırı.” (Kaddi Gürsel, Milliyet , 14.6.2012)

BDP’nin, PKK’nın ve sempatizanlarının tepkileri aslında sürpriz değil. Çünkü ne istediklerini yıllardır en ufak değişiklik yapmadan, geri adım atmadan tekrarlıyorlar: “Ana dilde eğitim, demokratik özerklik, statü)

Bunlar açıkça kabullenilip, yasalaşmadıkça, uygulanmadıkça yapılanları asla yeterli bulmuyorlar ve bulmayacaklar. Her zaman ki gibi tepkilerini sürdürecekler, çıtayı daima yüksek tutarak daha fazlasını isteyecekler.

Amaçları açıktır. Salamı dilimler gibi büyük parçayı ufak ufak dilimleyerek esas hedeflerini insan hakları, demokratikleşme ve benzeri evrensel ve güncel kavramlarla maskeleyerek, PKK terörünü devlet ve toplum üzerinde sürekli bir baskı unsuru olarak kullanarak, yılgınlık, bezginlik ve umutsuzluk havası oluşturarak sonuç alacaklarını hesaplıyorlar.

Kendi tarihimizle 150 yıl kadar önce Bulgaristan’da, Makedonya’da, Girit’te neler yaşadığımızı unutmamalıyız. 19.ncu yüzyıl sonlarına kadar bütün bu topraklarda halkın %40 ila %45’i Türk ve Müslüman’dı. Bazı bölgelerde Hıristiyanlar azınlıktaydı. Büyük devletlerin baskısı Osmanlı Devleti’nin çaresizliği sonucu aynen şimdi yapılmak istendiği gibi, siyasal açılımlara girişildi; yönetimde yerinden yönetim adına iktidar paylaşıldı. Eğitim etnik kimliklerin oluşturulmasını sağlayacak biçimde düzenlendi. Kağıt üzerinde bir süre payitahta bağlı görünen bu yerlerde Devlet-i Aliye’nin ayağının sürçtüğü anda vakit kaybedilmeden bağımsızlıklarını ilan etmelerine, ayrı devlet kurmalarına naçar seyirci kalındı.

O dönemin Osmanlı ricalinin vatan haini olduklarını kimse söyleyemez. Ancak devlet mecalsiz kalmıştı, direnecek hali yoktu. Bir buçuk asır sonra bu senaryoların yeniden sahnelenilmeye çalışılması Türk milletine hakarettir, insanımızı aptal yerine koymaktır.

Bırakın bizi, Dünya’da iki veya çok dilli, çok kimlikli olup da  zamanla parçalanmayan, bölünmeyen tek bir devlet gösterilemez. Bu gerçeği gördükleri için federatif sistemle yönetilen ülkelerde iki dile izin verilmemektedir. Almanya’da Almanca konusundaki hassasiyeti görmemek için kör olmak gerekir. Fransa 19.ncu yüzyıl sonlarına kadar Fransızca’nın azınlıkta kaldığı, etnik kimliklerin ön plânda olduğu bir dil ve etnisite karmaşası yaşıyordu. Bu tarihlerde uygulanan kültür politikasıyla çeyrek yüzyıllık bir sürede Fransızca ortak lisan haline gelirken, kimse ne o zaman ne de şimdi insan haklarına aykırılık iddiasında bulunmadı.

İki dilli sorunların yaşandığı Belçika ve Kanada’nın bölünmek üzere olduğu ortadadır. Bireysel haklar bağlamında herkesin anadilini öğrenmesi, konuşması Türkiye’de ortak kabul görüyor. Ancak bunları yeterli bulmayarak Kürtçe’nin eğitim dili haline getirilmesi talebi iki milletli, iki devletli bir yapı oluşturmak, ülkeyi bölme ve ayrıştırmaya getirme projesidir. İktidar partisi sözcüsü Hüseyin Çelik’in Kürtçe’nin seçmeli okutulması kararına tepkileri “Kürtçü ve Türkçü ırkçılara” mal ederek konuyu kapatmaya çalışması gerçeği gizleyemez. Çünkü bizzat partisi içerisinden bir milletvekili bu kararın Kürtçe’nin eğitim dili olması hususunun ilk basamağı olduğunu ifade etmek suretiyle Türkiye’yi yakın gelecekte neyin beklediğini açıkça ortaya koydu.

Ayrışma projesi adım adım uygulanılmaya çalışılırken en büyük desteği liberal ve sol çevrelerle bazı siyasal İslamcılardan bulması şaşırtıcı değildir. Çünkü bu kesimlerin ülkenin bütünlüğünü düşünmek gibi hassasiyetleri hiçbir zaman olmadı. Maddi ve mesleki konumlarına bir zarar gelmedikçe, rahatları bozulmadıkça vatan topraklarından bazı parçaların koparılmak istenmesini, milletimizin ayrıştırılmasını ciddiye almıyorlar.

Kimse kendini kandırmaya çalışmasın. Kürtçüler ve terör örgütü bu tarz kararlarla yatıştırılıp durdurulamazlar, silah bırakmaya, dağdan inmeye, yasalara saygılı normal bir vatandaş olarak yaşamaya yanaşmazlar. Zaten Washington ve Kandil’dekiler de bu adımları yeterli saymıyorlar. PKK’nın silahlı baskısını marjinalize edecek, bölge halkının özgür iradesini kullanabileceği bir ortam hazırlayacak etkili, kararlı ve doğru bir politika belirleyip izlemediğimiz sürece bu problem sürüp gidecektir.

Nuri GÜRGÜR