01 Mayıs 1977 Faciasının Sorumluları Teşhir Edilmelidir
01 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşanan faciayla ilgili çok şeyler yazıldı, konuşuldu. Bunların tamamına yakınında, olayları Devlet içinden bazı güç merkezlerinin tertiplediği ifade ediliyor, amacın solun önünün kesilmesi olduğu, bunun da ötesinde plânlanmakta olan bir darbeye zemin hazırlanmak istendiği öne sürülüyordu.
Bu yılki 01 Mayıs’a, Prof.Dr.Halil Berktay’ın yaptığı açıklamalar damgasını vurdu. Berktay, 35 yıllık ezberin dışına çıkarak, 36 kişinin hayatını kaybettiği facianın baş sorumlusunun doğrudan solcular olduğunu açıkladı.
Açıklamayı yapan sıradan bir kişi değil; 1968’den itibaren Doğu Perinçek’in Aydınlık grubunun baş aktivistlerinden biri olmuş, kendi ifadesiyle 80’li yılların ortalarına kadar bu çizgisini sürdürmüştü. Başka bir ifadeyle 01 Mayıs 1977 olayının aktif taraflarından birinde yer alarak öncesiyle ve sonrasıyla olayları içinden yaşamıştı.
Prof.Berktay çok net bir tablo ortaya koyuyor. 1977’de düzenlenen toplantıyı DİSK, TKP ve ortakları sahipleniyorlar. Bir yıl önceki 01 Mayıs kutlamaları çok ses getirmiş, Moskova yanlısı bir çizgiyi benimsemiş olan DİSK, bundan büyük prestij kazanmıştı. Bu yüzden kazanımlarına farklı çizgideki sol fraksiyonların ortak olmamaları için günler öncesinden özel tedbirler plânlandı. Çin ve Arnavutluk yanlısı grupları, Aydınlıkçıları, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu gibi fraksiyonları kesinlikle meydana sokmamak için karar alındı. Buna karşılık diğerleri de, etkinliği revizyonist olarak nitelendirdikleri Moskova yanlılarına bırakmak istemiyorlardı.
DİSK ve TKP’liler ile DEV-GENÇ ve İGD gibi gençlik örgütleri sabahın erken saatlerinde meydanı doldurdular. Taksim’e çıkan yolları kontrollerine alarak, diğer fraksiyonların meydana girmelerini engellemek maksadıyla güzergâh üzerine insanlardan barikatlar oluşturdular. İki tarafta günlerce önceden birbirlerine meydan okumaya başlamışlar, silahlı olacaklarını açıkça duyurmuşlardı. Başka bir ifadeyle binlerce insan silahlarıyla birlikte her türlü çatışmayı göze alarak meydanı doldurmuşlardı.
Berktay, şimdiye kadar çok sözü edilen keskin nişancıların veya silahlı insanların Sular İdaresi çatısında, şimdiki adı The Marmara olan otelin pencerelerinde görüldüklerini, ancak buralardan ateş açıldığı yolundaki iddiaların kesinlikle doğru olmadığını iddia ediyor: “Bugün kimsenin yüzleşmek istemediği derecede, bugünden geriye bakanların tasavvur edemeyeceği derecede bağnaz, fanatik, kendi grubunun ideolojik çizgisinden milimetrik de olsa sapan her görüşü düşman belleyen, emperyalizme, burjuvaziye, CIA’ye vb hizmet olarak gören bir politik katılık söz konusuydu. Sol, her biri böyle düşünen ve davranan 50 küsur fraksiyona bölünmüştü. Bu genel parçalanma ve fanatizm ortamında bir kaçı diğerlerinden hayli daha büyüktü. Biri o zaman tamamen Sovyet çizgisinde olan TKP idi. DEV-YOL’un tabanı belki daha büyüktü ama dağınıktı; buna karşılık TKP, DİSK ve diğer sendikalarda çok daha yoğun bir güce sahipti.
Onların tam karşısında ise benim o zaman mensup olduğum Aydınlık Hareketi’nin de içinde yer aldığı, genellikle Maocu diye nitelenen bir kamp vardı. Biz görece küçük ve zayıftık. Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu veya TİKKO gibi gruplar ise sol iç çatışmaları fiziksel şiddete taşıma noktasında inatçı ve kalabalıktılar.”
Olayların güvenlik güçlerinin yahut bazı gizli odakların eseri olduğunu 35 yıldır tekrarlayıp duranların iddialarına karşı, bu olayların içinde olan bir başka isim, Oral Çalışlar şöyle yalanlıyor: “Polislerin panik sırasında Sular İdaresi üzerinden makineli tüfeklerle ateş ettikleri söylendi. Sabahtan akşama kadar orada alanı fotoğraflayan ve film çeken arkadaşımız yazar-mimar Metin Göktürk, olay anında orada polis olmadığını defalarca anlattı. Sular İdaresi’nin üzerinde ellerinde tüfeklerle görünen polisler, olaylar bittikten sonra oraya çıkmışlardı. İntercontinental otelinin içinden ateş edildiği de bir tez olarak hep öne sürüldü ama bu da kanıtlanmadı……. Olayın önceden Devlet tarafından plânlandığına ilişkin yeterince güçlü bir veriye sahip değiliz……Sonuç olarak, solun tarihi çöküşünün dönüm noktalarından birisidir 01 Mayıs 1977. Yaşananlara hangi çerçeveden bakılırsa bakılsın, sol açısından inandırıcı bir özeleştiriye ihtiyaç olduğu açıktır.”
Dönemin DEV-GENÇ liderlerinden Bülent Uluer’in sözleri de bu ifadeleri doğruluyor: “DİSK karşı tarafı sokmayarak hata yaptı. Öteki taraf ise kışkırtıcı yazıları yazmayabilirdi.”
70’li yılların bir başka aktivisti, Gün Zileli’de şöyle diyor: “Çok barizdi bir olay çıkacağı. İçimizdeki düşman çok yoğundu. Düşmanlığın körüklenmesinde Aydınlık’ın rolünü inkâr edemem. Revizyonist zinciri kıracağız diye büyük gerginlik yarattık. İlk silahı kim attı, bunu bilmek mümkün değil. İki taraf da birbirine karşı kullanmak üzere ağır bir şekilde silahlanmıştı.”
Olayları gazeteci sıfatıyla izleyenlerden Coşkun Aral şu tespiti yapıyor: “Sular İdaresi’ne yakındım. Bir arkadaşımın omzuna çıkıp fotoğraf çekerken bir el silah sesi duydum. İlk ateş Tarlabaşı’ndan geldi. Ateş eden Halkın Yolu veya Halkın Kurtuluşu Dergisi satan biriydi. İlk ateşten birkaç saniye sonra her yerden ateş edilmeye başlandı.”
Bir başka gazeteci, Savaş Ay şunları söylüyor: “Kanlı 01 Mayıs’ta 23 yaşında bir polis muhabiri olarak başından sonuna yaşadım. İlk ateşin Halkın Kurtuluşu adlı örgüt içine sızmış, muhtemelen ayarlanmış iki genç tarafından açıldığını gözlerimle gördüm. DİSK o gruplara meydanda yer vermek istemiyordu. Gençler Tarlabaşı istikametindeydiler ve biri belinden tabancayı çıkarıp ateş etti. Sonra ikinci bir genç aynısını yaptı. Ben o anı fotoğrafladım. O zaman serbest çalışan gazeteci olduğum için, parça başı iş olarak Hayat Mecmuasına verdim. Merak eden arşivi tarar, kim, nasıl, nereden ilk ateşi açmış, görür.”
Olayın tanıklarının doğrudan görgüye dayalı bu sözlerine karşı, ideolojik kalıplardan bir türlü sıyrılamayan, zihinlerini arındıramayanların aynı teraneleri tekrarlamaları “derin devlet, derin komplo, CIA’ye parmağı” iddialarından vazgeçme niyeti taşımamaları solun ideolojik bağnazlığı adına ibret verici bir tablodur.
Bir bakıma bu bağnazlığın kendilerine göre haklı gerekçeleri olduğu düşünülebilir. Çünkü gerçekleri kabullenip geçmişleriyle yüzleşmeye kalkışmaları yıllar boyunca özenle oluşturmaya çalıştıkları efsaneleri terk etmeleri, normalleşmeleri anlamına gelecektir.
Solun ideolojik efsaneler üretme kabiliyetlerinin ne kadar yüksek olduğunu, buna nasıl emek verdiklerini bazı isimler üzerinde yeni bir devrim kültü yaratmak istediklerini birçok örnekleriyle görebiliyoruz. Meselâ son günlerde idamlarının yıldönümü vesilesiyle Deniz Gezmiş efsanesi yeniden ısıtılıp gündeme taşındı. Adına yürüyüşler düzenlendi; isimlerini çağrıştırdığı belirtilen çiçekler TBMM’nin kürsüsüne konuldu. O dönemde ortaöğretimde olan ve dolayısıyla yaşı tutmadığı için Gezmiş ve arkadaşlarının eylemlerinde yer alamamış olmanın acısını hüzünlü bakışlarına yansıtmaya çalışan bir gazetecinin hazırladığı belgesel gösterilmeye başlandı.
Sanırsınız ki Deniz Gezmiş ve arkadaşları Gemerek yolunda yahut Nurhak Dağlarında çiçek toplamaya çıkmış barış elçileriydi.Sanki THKO veya THKP-C gibi örgütleri turistik seyahat düzenlemek üzere kurmuşlar, Bekaa Vadisi’ne giderek silahlı gerilla eğitimini onlar yapmamışlar, silahlı eylemlere kalkışmamışlar, ODTÜ’yü eylemlerine karargâh yapmamışlar, banka soymamışlar, adam kaçırmamışlar. Doğal olarak İsrail Başkonsolosu’nu bunlar kaçırıp öldürmediler; şehirlerden yahut kırsaldan Che Guevera’ya özenerek gerillacılık yöntemleriyle devleti çökerterek komünist bir rejim kurmayı amaçlamadılar. Zaten Castro’yu, Guevera’yı idol yapanlar da başkalarıydı.
1968’den itibaren DEV-GENÇ çatısı altında toplanan fraksiyonların silahlı militanları, genç aktivistleri aradan geçen 40 yıl zarfında bir yandan yaşlanırken diğer yandan büyük bir değişim ve dönüşüm yaşadılar.
İdeolojik tercihlerini, siyasi temayüllerini liberal görünüm altında rahatlıkla gizleyebiliyorlar. Bunu yaparak kendilerine meşru ve itibarlı sosyal statüler ve mesleki imkânlar sağlıyorlar. Bu yeni çizgilerinin sonucu olarak birçokları zenginleşti, iş kurdu, sermaye sahibi oldu. 68’liler yahut 78’liler adı altında efsanevî bir görünüme bürünerek, ülkeyi kana bulayan kanlı eylemlerinden kahramanlık türküleri üreterek olayların iç yüzünü bilmeyen genç nesilleri Fareli Köyün Kavalcısı misali yeni bir ideolojik çatışmaya sürüklemek üzere sistemli şekilde çalışıyorlar. 80’lerden sonra basın sektöründe giderek yaygınlaşıp kök salmaları işlerini kolaylaştırıyor. Gazete ve televizyonları diledikleri yönde kullanarak zihinleri kurgulayabiliyorlar. Son olarak Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla ilgili yapılan eylemler, atılan sloganlar, açılan pankartlar Türkiye’yi yeni bir iç kavganın içerisine çekme niyetinin somut görüntüleridir.
Türkiye bir an önce yakın tarihiyle yüzleşmeli, son elli yılda cereyan eden olaylar gerçek mahiyetleriyle, doğru bilgi ve belgelerle ortaya konulmalı, bu dezenformasyon kampanyası mutlaka önlenmelidir.