Nuri Gürgür'ün 42. Kurultaydaki Konuşması
Muhterem misafirler, aziz Türk Ocaklılar, değerli basın mensupları;
100.ncü yılımızı kutlamakta olduğumuz bu tarihi kurultayımıza hoş geldiniz diyor, sizleri şahsım ve Genel Merkez Yönetim Kurulumuz adına kalbî duygularla, hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Bir yüzyıl boyunca kuruluşundaki amaç ve ilkeleri, çalışma tarzını, fikri çizgisini özenle koruyarak “asırlık hizmet çınarı” olmak kuşkusuz büyük başarıdır. Ülkemizde bunun başka bir örneği bulunmadığı gibi, dünyada da bir elin parmaklarını geçmez.
Türk Ocağı, millî varlığımızın tehdit altında olduğunu gören, Türk vatanının ve milletinin bekası hususunda sorumluluk duyan, millî şuur sahibi gençlerin ve aydınların ortak eseridir.
İçeriden ve dışarıdan kuşatılarak yok edilmek, vatan coğrafyasından silinmek istenen Türklüğün var olma iradesinin, yaşama azminin hayata geçirilmesidir.
Türk Ocağı bu milli ülkünün, Türk milliyetçiliği fikrinin temsilcisi olarak kurulduğundan kalıcı oldu; yüzyıl boyunca Türklüğün sönmeden tüten ocağı, millî kültürümüzün pınarı, Türk Dünyası idealinin kalbi olarak varlığını sürdürdü.
20.nci yüzyıla girilirken 150 yıldır sürüp gelen yenilgilerin devlette yol açtığı ağır tahribat, büyük toprak kayıpları, millî varlığımızı hayatî tehlikelerle karşı karşıya bırakmış, toplumun psikolojisi bozulmuş, dağılma korkusu oluşmuştu.
Bir üst kimlik olarak 19.ncu yüzyılın ikinci yarısından sonra büyük beklentilerle uygulamaya konulan ittihad-ı anasır siyasetinin, bütün unsurları bir arada tutacağı umulan Osmanlıcılık politikasının yürümediği açıkça ortaya çıkmıştı.
Devletin kurucu unsuru olan Türklerin dışında hiç kimse bu politikayı ciddiye almıyor, ayrılıp bağımsızlıklarını elde etmek üzere hazırladıkları projeleri art arda hayata geçiriyorlardı.
İslâmcılık paradigmasının da uygulanma alanının bulunmadığını en iyi Sultan Abdülhamit Han görmüş, 33 yıllık saltanatı süresince uluslararası ilişkilerde bunu bir referans olarak kullanmaktan özenle kaçınmıştı.
Devleti-i Aliye’nin geleceğinin tartışıldığı, ufukların karardığı 20.nci yüzyılın başlarında, Türk milliyetçiliğinin fikrî bir cereyan, tarih ve edebiyat konusu olmaktan çıkarak, siyasal ve toplumsal gelişmeleri etkilemeye başlaması, bu fikir etrafında dernekler kurulması yaşanan ortamın doğal sonucudur.
190 askeri tıbbiye öğrencisinin yayınladığı bildiri, millî varlığımızı korumakta kararlı olan genç yüreklerin Türk milletine yaptığı tarihi bir çağrıdır.
Yaptıkları davet millî şuur sahibi aydınlar ve gençler arasında gereken ilgiyi gördü. 25 Mart 1912’de genç ve yaşlı milliyetçi aydınların ortak eseri olarak Türk Ocağı kuruldu.
Derneğin amacı şöyle ifade ediliyordu: “Türk’e millî varlığını tanıtmak, Türk harsını geliştirmek, kültür sahasında Türk millî birliğini meydana getirmek; fikren ve iktisaden Türk’ün gelişmesini sağlamak.”
Bu amacın gerçekleşmesi için millî kültürümüzle, tarihimizle ilgili yoğun çalışmalar yapmak millî şuur ve ülkü sahibi gençlerin yetişmesine yardımcı olmak gerekiyordu.
Bu nedenle Ocak kuruluşundan itibaren Gökalp’in ifadesiyle “kültür milliyetçiliği”nin yapıldığı “bir milli mektep” oldu ve bu işlevini günümüze kadar sürdürdü.
Kuruluş döneminin canlı tanıklarından rahmetli Abdülhak Şinasi Hisar, Ocağın bu özelliğini şöyle anlatır: “Türk Ocağı genç kafalarımızda kıymet ölçülerimizi yeniden ayarlayan ve her şeyi yeniden kıymetlendiren bir millî hars bulunduğunu bize haber veriyor ve bu harsın mektebi oluyordu…. Ocak sayesinde milliyetçilik, milli cereyan zihinlerimizi aydınlatan bir ışık haline geliyor, Türk Ocağında biz milliyetçiler milletimizin varlığı, eskiliği, büyüklüğü hissiyle kendi faniliğimizi onun müebbed tarafında bir müddet aksettirmiş oluyorduk”
Türk Ocağı’nın kuruluşundan birkaç ay sonra Balkan faciasını yaşadık. Rumeli’deki son vatan topraklarımız da elimizden çıktı. 93 harbinin derin yaraları henüz kapatılmadan yüz binlerce soydaşımız ya asırlardır yaşadıkları topraklarda vahşice katledildiler veya çok zor şartlar altında kaçıp payitahta sığındılar.
Türk Ocakları olarak Balkan faciasının 100.ncü yılında yani bu yıl boyunca konuyu geniş şekilde ele alan, tarihi gerçekleri ortaya koyan bilimsel toplantılar düzenleyeceğiz. Amacımız çekilen acıları yeniden tazeleyerek, bunu yapanlara husumet kampanyası yürütmek, kan davası haline getirmek değil. Bütün istediğimiz gerçeklerin ortaya çıkması, herkes tarafından bilinip öğrenilmesi.
Milletçe hafızalarımızı tazelemeye büyük ihtiyacımız var. Çünkü tarihini bilmeyenin coğrafyasını başkaları belirler.
1774’de Kırım’ın Ruslar tarafından işgali ile başlayan ve 150 yıla yakın süren yenilgiler döneminde, Rumeli’de Kafkasya’da, Kırım’da 5 milyona yakın Türk ve Müslüman bilinçli şekilde katledildi. Tam bir soykırım yaşandı.
Ne hazindir ki bu facialar ne cereyan ettiği dönemde, ne de günümüzde Batılıların dikkatini çekmedi. Tam tersine olanları bu toprakların Türk ve Müslüman varlığından arındırılması saydılar, memnun oldular.
Günümüzde Türk toplumunu doğru düşünmekten alıkoymak amacıyla içeriden ve dışarıdan yürütülen dezenformasyon çabalarını geçersiz kılarak yarınımıza berrak bir zihniyet dünyasıyla hazırlanmak için dünü, özellikle yakın tarihimizi iyi bilmek zorundayız.
Ocak faaliyetlerinin, Türk gençliği üzerinde ne derece etkili olduğu 1914’de başlayan 1.Cihan Savaşı sırasında açıkça görüldü. Türk Ocağı mektebinden yetişen gençler vatan topraklarını savunmak için birbirleriyle yarıştılar. Okullarını bırakarak cephelere gönüllü koştular.
Bazı okullar, mesela Tıbbiye 1917 ve 1918’de iki dönem üst üste mezun veremedi. Çünkü çoğu Türk Ocaklı olan öğrenciler, tıpkı geçen ay Cudi Dağı’nda şehit olan Polis Özel Harekât Birliği’ndeki Yunus gibi, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek şahadet şerbetini içtiler.
Ecdadımıza yaraşır bir ruh ve hamasetle savaşan, birçoğunun mezarı bile bilinmeyen bu kahramanları, aziz şehitlerimizi, gazilerimizi bir kere daha minnetle, şükranla, rahmetle anıyorum. Onlar bu coğrafyayı vatanlaştıran Alperen’lerin torunları, muhteşem bir nesildi. Hepsi birer serdengeçtiydi.
Kanlarını ve canlarını sebil kılarak vatan topraklarını canhıraş şekilde savundular. Özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, onurumuzu onlara borçluyuz; ruhları şad olsun.
Rumeli’den sonra Anadolu’dan da tasfiye edilmek istenen Türklüğün ateşle imtihan olduğu bir dönemde, Çanakkale’den başlayan millî mücadeleyi, milliyetçi direnci Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde 9 Eylül 1922’de İzmir’de zaferle taçlandıran bu ruh ve imandır; vatan sevgisidir.
Millî devletin kurulması Türk milliyetçiliği fikrinin en büyük başarısıdır. Bunun fikrî ve felsefî zemininin oluştuğu mekân Türk Ocakları’dır. Dolayısıyla Türk Ocaklılar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş iradesini, temel esaslarını belirleyen düşünce merkezi olmanın gururunu ve onurunu her zaman taşıyacaklardır.
Muhterem misafirler, aziz ülküdaşlarım, gönüldaşlarım;
90’ların başında küresel bir deprem yaşandı. İnsanlık tarihinin en yoğun ve yorucu yüzyılı geride kalırken, soğuk savaş sona erdi, Sovyetler Birliği dağıldı. İki kutuplu dünya sistemi çöktü; politik, ekonomik ve ideolojik dengeler alt üst oldu.
Bu tarihi gelişmelerin bizim açımızdan en önemli yanı, 5 Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına kavuşmasıdır. Avrasya’da yeni bir siyasî atlas oluşurken, 17.nci yüzyıldan sonra milletimizin üzerini kaplayan kara bulutlar dağılıyor, Türklüğün önüne aydınlık bir geleceğin kapıları açılıyordu.
Ancak aradan geçen yirmi yıl zarfında, 21.nci yüzyılın “Türk asrı” olacağına ilişkin beklentilerin bugün henüz oldukça uzağında kaldığımızı görüyoruz.
Millî şuur ve sorumluluk sahibi aydınlar olarak, bunun üzerinde durmak, sebeplerini aramak zorundayız. Çünkü bu konunun gelişme seyri milletimizin bu yüzyıldaki yerini, konumunu belirleyecektir.
Tıkalı kanalları çalışır hale getirmek, Türk Dünyası ülküsünün hayata geçirilmesini, küllenmeye başlayan heyecanların tazelenmesini sağlamak herkesten önce Türk milliyetçilerinin meselesidir.
Türkiye bu hususta tarihi sorumluluğunu yerine getirmeye mecburdur. Batı Türklüğü olarak yüzyıllarca Türk ve İslâm Dünyası’nın kılıcı ve kalkanı, düşünen beyni, çarpan yüreği olduk.
Uzun yüzyıllar boyunca içine kapalı yaşayan, önce Çarlık Rusya’sının ardından Sovyetler Birliği’nin tahakkümü altında benliğini kaybetmeye, mankurtlaştırılmaya çalışılan kardeşlerimize destek olmak, tarih ve kültürleriyle buluşmalarına, dünyaya açılmalarına yardımcı olmak zorundayız.
Yakın zamanlara kadar Türk dünyasının varlığını inkâr eden, bunu savunan Türk milliyetçilerini 1944’de, 1980’de suçlu ilân edip zindanlara tıkan zihniyetin, bugün bile varlığını sürdürdüğünü görüyoruz.
Bu gayrimillî zihnî geleneğin mirasçıları siyasette, bürokraside ve medyada sahip oldukları imkânları kullanırken isteksiz davranıyorlar. Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin gelişmesine gayret etmek yerine fren işlevi yapıyorlar.
Bu durum millî şuur sahibi aydınların, Türk Ocağı gibi kurumların, milliyetçi siyasetçilerin sorumluluğunu daha da ağırlaştırıyor.
Türk Dünyası ütopik bir tahayyül değil, somut bir gerçektir. Tarihî, siyasî ve ekonomik yönleriyle bundan daha öncelikli, daha stratejik bir meselemiz yoktur.
Aynı kültür ve medeniyeti paylaşan Avrupa ülkeleri, ortak çıkarlarının gereği olarak, bir araya gelip birlik oluşturabiliyorlarsa, dil, din ve kültür bağları çok daha derin ve güçlü olan aynı ağacın dalları Türk Devletleri de benzer oluşumları gerçekleştirebilirler, gerçekleştirmelidirler.
Aziz misafirler, sevgili Türk Ocaklılar;
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra, küresel rekabetin merkezi Orta Doğu’ya ve Asya’ya kaydı. Günümüzde ekonomik ve stratejik önemi giderek büyüyen hidrokarbon yataklarının ve enerji yollarının bulunduğu alanları kontrol altında tutmak maksadıyla yoğun bir mücadele sergileniyor.
Sovyetler’in dağılmasından sonra yeni dünya düzenini kendi belirlediği şablonlar üzerine oturtmaya, küresel egemenliğini sürdürmeye kararlı olan ABD, ekonomik ve askerî gücüne dayanarak bu bölgelerde operasyonlar düzenledi.
Asılsız oldukları kısa zamanda anlaşılan iddiaları gerekçe göstererek Irak’a giren Amerikan askerleri, bu ülkeyi baştan başa harabeye çevirdi. Yüz binlerce Irak’lı hayatını kaybetti.
Irak fiilen üçe bölünürken, ekonomisi tamamıyla çöktü; halkın büyük çoğunluğu şu anda açlıkla, yoksullukla ve hastalıkla boğuşarak yaşamaya çalışıyor.
Benzer bir gelişme Afganistan’da da yaşanıyor. Amerikan askerleri fütursuzca katliamlar yapıyor, masum siviller öldürülüyor.
Şiddet kullanarak dilediği sonucu alamayan ABD, şu sıralarda işgal ettiği topraklardan çekilmenin yollarını arıyor. Ancak bunu yaparken geride çaresizlik içinde kıvranan insanların yaşadığı enkaz yığınları bırakıyor; bölgenin sosyal, ekonomik ve politik dengelerini altüst ediyor.
Türkiye ilk Irak operasyonundan bu yana, yaşanan gelişmelerden büyük zararlar gördü. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşerek terör eylemlerini tırmandırmasının, bölgemizde Pan-Kürdist akımların derinleşmesinin, ekonomik ve ticarî kayıplarımızın temel nedeni Washington, Tel Aviv ve Londra merkezli ortak organizasyonun yürüttüğü bu askerî ve siyasî operasyonlardır.
Geçen yıl Arap Baharı diye adlandırılan gelişmelerin seyri de Türkiye’nin risklerini giderek artırıyor.
Suriye’de şiddetlenen iç mücadele, bu ülkeyi tıpkı Irak gibi fiilen birkaç parçaya bölünmeye doğru sürüklüyor.
Ankara’nın Suriye’de olayların başladığı sırada Esad’ın kısa sürede devrileceğine ilişkin tahminleri tutmadı. Bu yüzden bölge ile ilgili politikalarımızda çelişkiler ve tutarsızlıklar ortaya çıktı.
Batılı ülkelerin ve ABD’nin bu ülkeye demokrasinin gelmesi gibi insanî ve hukukî hassasiyetlerinin olmadığı, katliamlardan etkilenmedikleri, meseleye tamamıyla jeopolitik ve ekonomik çıkarları açısından baktıkları kısa sürede anlaşıldı.
Batılılar, Suriye’deki rejimin devrilmesi durumunda alternatifinin kim olacağının belirsiz olması nedeniyle, etkili bir girişim yapmak istemiyorlar. Buna karşılık Türkiye’yi dolduruşa getirerek askerî bir müdahale yapması için yönlendirmeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin bu telkinlere kapılması durumunda, sonu belirsiz bir bataklığa sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Buna mukabil Suriye’deki gelişmelerle yakından ilgilenmemizi gerekli kılan önemli nedenler var. PKK Suriye’nin sınırımıza bitişik bölgesinde yaşayan 1 milyon 700 bin Kürt nüfusunu kontrolüne almak ve burada özerk bir bölge oluşturmak maksadıyla yoğun çaba harcıyor.
Halen PKK’nın dağdaki militan kadrosunun üçte biri Suriye’li Kürtlerden oluşuyor.
PKK-Esad işbirliğinin devamı ve derinleşmesi durumunda Türkiye Güney’inden tam anlamıyla kuşatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Buna elbette izin veremeyiz.
Ayrıca olaylar tırmanırsa vaktiyle Irak’tan geldiği gibi, on binlerce insan sığınmak üzere Türkiye sınırına yönelebilirler. Bu ihtimali şimdiden dikkate alıp önlemler düşünmek durumundayız.
Sayın misafirler, aziz Türk Ocaklılar,
Türkiye Cumhuriyeti bugün geçen yüzyılın başındaki geleceği karanlık, dağılma endişesi içerisinde çırpınan Osmanlı Devleti’nden çok farklı bir konuma sahiptir.
Türkiye içten içe ve kendi toplumsal dinamikleriyle büyük bir dönüşüm yaşıyor. Bu siyasetin motive ettiği veya siyasî iktidarın ortaya çıkardığı bir dönüşüm değil. Tam aksine toplumsal talepler siyasetin yönünü belirliyor.
Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 75 milyon nüfusumuz büyük oranda köylü bir toplum olmaktan çıktı. Kabuğunu kırdı, dünyaya açıldı. Şehirleşme, sanayileşme ve ticarileşme alanlarında çağdaş bir çizgiye ulaştı. Eskisine oranla daha eğitimli, yetişmiş bir insan gücüne sahibiz.
Batılılar Türkiye’yi bu görünümüyle ciddi bir rakip olarak görüyor; Türk ve Müslüman kimliğimiz dolayısıyla kendi kültür ve medeniyetine tehdit sayarak endişe ediyorlar. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde tıkanma noktasına gelmesinin esas nedeni batılılara egemen olan bu psikolojidir.
Türkiye bu küresel rekabet ortamında varlığını korumak, ekonomik, politik ve kültürel alanlarda kendine onurlu ve saygın bir yer bulabilmek için milletimize vücut veren kültürel değerlerimize gerekli önemi vermek, özen göstermek ve büyük bir medeniyetin varisi olduğunun bilincini taşımak zorundadır.
Bütün dünyayı vatan, bütün insanları millettaş sayma şeklindeki hümanist-kozmopolit post modern anlayış bazılarınca entelektüel bir tercih, liberal bir bakış olarak benimsenebilir; ancak bu görüşlerin devlet hayatına, toplum yapısına egemen olması durumunda millî kimliğimizi ve bütünlüğümüzü korumamız imkânsız hale gelir, etnik ayrışmaların önü açılır.
Bu açıdan şu sıralarda gündemde olan anayasa tartışmalarını çok önemsiyoruz. Bazı çevrelerin Anayasa üzerinden Türkiye’yi yapısal bir dönüşüme taşımak istemelerinden, millî devletin kuruluş ilkelerinin ve temel felsefesinin değiştirilmeye çalışılmasından kaygı duyuyoruz.
Bu konudaki görüş ve düşüncelerimizi içeren raporumuzu TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek ile görüşüp kendilerine ilettik. Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’a da geniş bir sunum yaptık.
Kendilerini ikinci cumhuriyetçi, liberal yahut solcu olarak tanımlayan çevrelerle, vatanseverlik ve millî hassasiyet gibi duyguları kavmiyetçilik sayıp reddeden bir kısım siyasal İslamcı zihniyet sahipleri toplumun psikolojisini bozmaya, zihinleri karıştırmaya, Türkiye’de “milletsiz” bir topluluk oluşturmaya çalışıyorlar.
Osmanlı Devleti’ni model göstererek tıpkı ırkçı-bölücü Kürtçülerin istediği gibi, tekil Türkiye Cumhuriyetini etnik temellere dayalı bir federasyona çevirmek istiyorlar.
Oysa değişik etnik kavimlerin yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu, hiçbir dönemde bir federasyon olmadı.
İmparatorluğun kurulma ve büyüme döneminde padişahın bütün devlet erklerini üzerinde toplayan mutlak bir hükümdar olarak kayıtsız şartsız egemenliği devletin bütün toprakları üzerinde istisnasız hâkimdi.
Coğrafyanın mesafeleri o dönemlerde, elbette padişahın valilerine ve kumandanlarına geniş yetkiler tanınmasını gerektirmişti. Ama bu yetkiler sırf yetki genişliği ilkesine dayanmaktaydı.
Tanzimat’ta bile İmparatorluk bir federasyon haline sokulmamış; sadece Müslüman ahaliyle eşit durumda olmayan reayaya eşit haklar tanınmıştı.
Meşrutiyet anayasalarında da federatif bir yapı görmek asla mümkün değildir. Bu anayasalarda da tek bir yürütme, tek bir yasama organı vardır.
Devletin sınırları içinde değişik etnik gruplar yaşıyordu; ama hâkim öğe Türk kavmiydi. Tarih boyunca bütün Türk devletleri gibi Osmanlı İmparatorluğu ‘da, Türk kavminin devletleşme iradesinin ürünüydü ve aynı zamanda bir cihan devletiydi.
Bu sebeple Türk unsuru, imparatorluğun idaresinde Türklerden yahut Türkleştirilmiş diğer kökenlilerden başkasını kabul etmemiştir.
Padişah Orta Asya’ya kadar uzanan kökenini vurgulamak amacıyla “Han” unvanını özenle kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
Bilinen çevrelerin tarihi gerçekleri inkâr ederek Batı’daki uygulamaları tersine çevirerek Türkiye’yi dönüştürmeye yönelik bu girişimlerinin amacı reform değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tarihi bir hata olarak görüyorlar, temel ilkelerini, kuruluş felsefesini değiştirmek üzere yeni anayasayı kaldıraç yapmak istiyorlar.
Bunlar Türkiye’yi sevmiyorlar; Türk olmayı kabullenmiyorlar, Türk olarak anılmaktan haz duymuyorlar. Ne var ki bölücü-ırkçı bir grubun dışında toplumda onlara tekabül eden, onlara sahip çıkan kitlesel tabanlarının olmadığı her seçim döneminde açıkça ortaya çıkıyor.
Ancak medyadaki yandaş ve yoldaşları kanalıyla, sürekli ön plana çıkarıldıklarından, konuşma ve yazma imkanı bulduklarından görüşlerini en yüksek perdeden duyurarak, gündemi sürekli işgal ederek, toplum mühendisliği yapmaya çalışıyorlar.
Yeni Anayasa ile ilgili raporumuzda da belirttiğimiz gibi, Türkiye bireysel hak ve özgürlükler anlamında gelişmiş ülke insanlarının bütün imkânlarına, haklarına sahip kılınmalı, eksiklikler bir an önce giderilmeli. Temel hak ve özgürlüklerin yaşandığı tam ve kâmil anlamda bir hukuk devleti olmanın gerekleri yerine getirilmelidir.
Ancak konunun federatif siyasal projelerin uygulanmasına vasıta kılınmak istenmesini, grup hakları, kolektif haklar açısından ele alınma girişimlerini ayrılıkçı bir tutum, ırkçı-etnikçi bir yaklaşım olması nedeniyle kesinlikle kabul edilemez buluyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1915’de Çanakkale’de başlayan, muzaffer ordularımızın Yunanlıları 09 Eylül 1922’de denize dökmesiyle sonuçlanan millî mücadelenin sonunda kuruldu.
Türk milleti Milli Mücadele’yi milliyetçi ruh haletiyle “var olma yahut yok olma” şuuru içerisinde yaptı. Zafer doğrudan doğruya bu ruhun, bu imanın ve yaşama azminin başarısıdır. Buna kimsenin ortak olmaya, 90 yıl sonra etnik iddialarla diyet borcu çıkartmaya hakkı yoktur.
Milli devletimizin kuruluş esasları 8 yıl süren bu mücadele sonunda kanla ve irfanla yazıldı. Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil kimsenin değiştirmeye cüret edemeyeceği milli ilkelerimizdir.
Bütün anayasalarda da açıkça belirtilen bu esasları değiştirmeye yahut sulandırmaya kalkışmak anayasayı ihlâldir, suçtur.
Anayasa’dan Türk ve Türk kimliğiyle ilgili ifadelerin çıkarılması talepleri sosyolojik ve tarihî gerçeklerimizi inkâr anlamına gelir. Osmanlıcılık politikasının üst kimlik olarak benimsenmediğini ve bölünmeyi önlemediğini herkes ibretle hatırlamalı ve düşünmelidir.
Günümüzde bunun yerine, anayasal vatandaşlık yahut Türkiye Milleti gibi modeller önerilmesi, bazılarının tarihten ders almadıklarını, aymazlıklarını gösteriyor.
Unutulmamalıdır ki, etnik sorunlar etnik ödünler verilerek halledilemez; tam tersine bu tarz yaklaşımlar merkezkaç eğilimlerini kışkırtır, ayrılıkçı hareketleri güçlendirir.
Türkçe Kanun-i Esasi’den bu yana, anayasalarda resmi dil olarak belirtilmiş, mozaik bir yapıya sahip Osmanlı Devleti bile kamusal alanda ikinci bir dile müsaade etmemiştir.
Herkesin anadilini öğrenmek istemesi, konuşması, yazılı ve görsel alanlarda serbestçe kullanmak hakkına sahip olması hukukun gereğidir. Bu açıdan 12 Eylül’den sonra Kürtçe’nin yasaklanması yanlış bir tutumdu; ama artık bu hatanın fazlasıyla izale edildiği ortadadır.
Buna rağmen Kürtçe’nin ikinci bir dil halinde eğitim dili yapılma talepleri, örgün eğitime ikame edilmeye çalışılması, kamusal alanda kullanılmak istenmesi bireysel bir hak ve özgürlük talebi değil, iki milletli federatif bir yapı oluşturma projesinin temel argümanıdır.
Keza Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı imzalarken koyduğu çekincelerin tamamına yakını, 2005 ve sonrasında yapılan yasal değişikliklerle ortadan kalktı. Bu konuda Türkiye’nin Avrupa ülkelerinden daha geri durumda olduğunu kimse iddia edemez.
Bürokrasinin azaltılması, yerel yönetimlerin biraz daha güçlendirilmesi gibi konular, anayasal değil yasal sorunlardır ve Yasama organının çalışmaları cümlesinden ele alınacak hususlardır.
Aziz misafirler, sevgili Türk Ocaklılar,
Türkiye’nin günümüzde kıyasıya yürütülen küresel rekabet ve güç yarışında, sorunlarının bulunması aşırı bir telaş ve karamsarlığa yol açmamalıdır.
Bunlardan bazıları doğrudan kendimizden, iç dinamiklerden, yönetim hatalarından kaynaklanıyor. Bazıları ise dışarıdan ikame ediliyor.
Ülkemizin jeopolitik yapısı, tarihi ve kültürel özellikleri bir taraftan önümüze geniş ufuklar açıp imkânlar sunarken, diğer taraftan küresel ve bölgesel gelişmelerin etkisiyle riskler ve tehditler oluşturuyor.
Öte yandan bugün bile Sevr projesinin hayallerini kuran, gerçekleşmemesini içlerine sindiremeyen, 1920’lerde Türklükle yarım kalan hesaplaşma girişimlerini rövanşist duygularla günümüze taşımaya çalışan Erivan’daki, Lefkoşa’daki, Kandil’deki, Atina’daki husumet merkezlerinin neler yapmaya çalıştıkları ortadadır.
Diğer taraftan 20 yıl önce tarihi bir fırsat ve ilahi bir lütuf olarak bağımsızlığına kavuşan Türk Dünyası’yla birlikte eski Osmanlı coğrafyası ve İslâm Dünyası Türkiye’ye milyonlarca km.2 lik muazzam bir jeopolitik hareket alanı sunmaktadır.
Dünya’da başka hiç bir ülkenin sahip olmadığı bu jeopolitik alanların hakkını vermek, değerlendirmek bugünkü nesillerin millî ve tarihî görevidir.
Türkiye’nin 21.nci yüzyılda yeniden evrensel iddia sahibi olmasının yolu, bölünmek ve küçülmekten, içine kapanmaktan, savunmacı anlayıştan değil, kendi medeniyetimizin ruh ve irfan dünyasını ihya etmekten geçiyor.
Yani asrın icaplarına, zamanın ruhuna göre yeniden bir medeniyet iddiasını sahiplenmemiz gerekiyor.
İmkânlarla problemlerin yumak oluşturduğu, iç içe geçtiği tarihi bir dönemin içindeyiz.
Tarihi derinliği ve medeniyet sentezi yaratma yeteneği tescilli olan Türk milleti, bütün engellere rağmen, geçmişinden aldığı güçle ve aynı zamanda günün şart ve imkânlarını doğru ve verimli kullanarak, enerjisini bilinçli şekilde geleceğe yönlendirerek tarihi misyonunu yerine getirecektir.
Böylelikle 21.nci yüzyılda daha adil ve insani, demokratik ve müreffeh bir Dünya nizamının kurulmasına katkı yapan küresel bir güç olacaktır.
Türk milliyetçileri bu kritik süreçte ülke gündeminin belirlenmesinde başrolde, belirleyici konumda olmak zorundadırlar.
Sorumluluğumuzun bilincinde olarak gerekenleri yerine getirmek yerine, sürekli şikayetçi ve tepkici pozisyonda kalmanın sonucu marjinalleşmektir; gündemi belirleyen ve yürütenlerin yaptıklarının izleyicisi olmaktır.
Türk milliyetçiliğinin en kıdemli ve katılımcı fikir ve düşence kuruluşu olan Türk Ocakları mensupları bu hususlara herkesten daha fazla önem vermek, tefekkür konularına daha geniş zaman ayırmak, entelektüel kapasitesitemizi genişletmek zorundadırlar.
Sayın misafirler, Aziz Türk Ocaklılar,
Milliyetçilik öncelikle bir mensubiyet şuuru ve buna olan inançtır. Bu duygu ve inanç aileden başlayarak çevrede ve her kademedeki mekteplerde sunulan eğitimin niteliğine göre güçlenir, pekişir.
Ülkemizde uygulanan eğitim ve kültür politikalarında yıllardır sürüp gelen yanlışlar ciddi sıkıntılara yol açıyor.
Eğitim gibi son derece önemli bir meselede, iyi düşünülüp incelenmeden, gerekli çalışmalar yapılmadan geçen ay çıkarılan Zorunlu Eğitim Kanunu’nun sorunları daha da ağırlaştıracağından kaygılıyız.
Türk eğitimi, uzun yıllardır anaokulundan üniversiteye kadar çözüm bekleyen kronik problemlerle büyük ölçüde tıkalıdır. En değerli hazinemiz olan genç nüfusumuzu iyi eğitip yetiştiremediğimizden heder ediyoruz; nesilleri kaybediyoruz.
Bir zamanlar maarif ordumuzun ruhunu oluşturan, sorumluluk bilinci yüksek idealist öğretmenlerin giderek azınlıkta kaldığı, müfredattan, okulların fizikî şartlarına kadar ciddi eksikliklerin bulunduğu bu tablonun, öğretimi yıllara bölmek suretiyle düzeltilmesi mümkün değildir.
Yüksek öğrenimdeki görüntü de farklı değildir. Öğretim üyeleri maddî şartlarının elverişsiz olması nedeniyle, çok fazla ders saati almak zorunda kalıyorlar. Yayınları takip etmeye, makale ve kitap yazmaya, araştırmaya zaman bulamıyorlar. Tıkandığı konusunda herkesin hemfikir olduğu Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK)’nun yeniden düzenlenmesi acil bir ihtiyaçtır.
Milli Eğitim gibi birinci öncelikli temel meselemiz siyasi polemiklere ve oy hesaplarına alet edilmemelidir. Konu bir bütün olarak ele alınmalı, uzmanlarına danışılmalı Türkiye’nin tarihi bir sıçrama yapmasının kapılarını açacak köklü bir Milli Eğitim reformu daha fazla geciktirilmeden yapılmalıdır.
Değerli misafirler, aziz ülküdaşlarım, sevgili gönüldaşlarım;
Türk Ocağını 100 yıldır ayakta tutan, asırlık hizmet çınarı olmasını sağlayan en önemli neden, konuşmamın başında da belirttiğim gibi, temsil ettiği Türk Milliyetçiliği fikrinin millî varlığımızın korunması bakımından en uygun ve gerekli bir tercih olmasındandır.
Bizim milliyetçiliğimiz kendi tarihi ve kültürel kaynaklarımızdan, siyasal ve toplumsal şartlarımızdan doğan yerli ve millî bir nitelik taşır.
Tarih içerisinde kültürel bir oluşuma vücut verip, bu potada birlikte yaşamaktan, ortak acıları, sevinçleri, gelecek tahayyüllerini paylaşmaktan kaynaklanan tabi bir aidiyet duygusu olan Türk Milliyetçiliği Avrupa’nın Nazizm, Faşizm gibi hastalıklı, ırkçı, saldırgan milliyetçilikleriyle benzeştirilemez.
Bizim milliyetçiliğimiz ötekileştirici, itici, dışlayıcı değildir. Varlığımızı koruma ihtiyacımızdan doğan, Anadolu mayasıyla, tevhid inancıyla yoğrulan, sevgiye, hoşgörüye dayanan birleştirici bir millet anlayışının ürünüdür.
Milletimiz bugün bir yandan kültür ve medeniyetimizle, milli değerlerimizle kavgalı, kozmopolitan aydın kesimlerin baskısı, diğer yandan 30 yıldır ülkeyi huzursuz kılan etnik fitnenin bölücü ve ayrıştırıcı girişimleriyle içeriden kuşatılıp çökertilmeye çalışılıyor.
Bu sıkıntılı durumda Türkiye’nin önünü açacak, insanlarımıza yeni bir diriliş heyecanı, gelecek hedefi kazandıracak olan fikir ve felsefe zemini, 100 yıl önceki gibi ancak Türk milliyetçiliği üzerinden oluşturulabilir.
Bu açıdan imkânlarla tehditlerin iç içe bulunduğu bu hassas dönemde, Türk Ocağı’nın görevi ve sorumluluğu geçmiştekinden daha da ağırdır.
Bunun bilincinde olan Türk Ocakları, 78 şubesi, bütün çalışma kurulları, yayın organı Türk Yurdu dergisi ve binlerce üyelesiyle tarihi mirasına ve misyonuna uygun bir vakarla sorumluluğunun hakkını vermeye çalışıyor.
Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü, her alanda gelişip yükselmesi, milli kültürümüzün geliştirilmesi, yarınımızın mimarları millî şuur sahibi gençlerin yetiştirilmesi, Türk Dünyası ile ilişkilerin güçlendirilmesi her Türk milliyetçisinin ortak ülküsüdür.
21.nci yüzyılın Türk asrı olacağı inancını yüreğimizde her zaman canlı tutacağız; ümidimizi asla kaybetmeyeceğiz.
Düne kadar Türk Dünyasının varlığını kabul etmeyen çok bilmiş, kibirli sözde aydınların nasıl yanıldıklarını hep birlikte gördük.
Benzer tablo bir kere daha yaşanacak, Türk milliyetçilerinin büyük Türklük ülküsü, inanmayanların şaşkın bakışları altında belki yarın, belki yarından da yakın bir dönemde gerçekleşecek, milletimizin geleceğini aydınlatacak ışık tarihimizin bu yüzyıla ait sayfalarında bir daha sönmemek üzere parıldayacaktır.
Bu tarihi kurultayımızın çalışmalarımıza yeni bir şevk ve heyecan getirmesini, Türk milliyetçiliği ülküsüne tarihi bir hamle kazandırmasını diliyor, sizleri tekrar saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Nuri GÜRGÜR