Eğitim Meselesi Siyasallaştırılmamalı
İktidar partisinin 5 grup başkan vekilinin ortak imzalarıyla TBMM’ne sunulan Kanun Teklifinde ilköğretim sisteminde köklü değişiklikler yapılmak isteniyor. Milli Eğitim Komisyonu’nun gündemine alınıp görüşülmeye başlanan teklif, muhalefet milletvekillerinin tepkileri üzerine alt komisyona gönderildi. Ancak teklif sahiplerinin bu prosedürü bir an önce tamamlayarak konuyu Meclis gündemine getirmek istedikleri anlaşılıyor.
Kanun teklifiyle zorunlu eğitim süresi 8 yıldan 12 yıla çıkarılırken, 4+4+4 şeklinde üçlü bir kademelenme yapılıyor. Gerçi okul öncesi 1 yıllık hazırlık döneminden de bahsediliyorsa da, bu husus gerekli şartların hazırlanması gerekçesiyle şimdilik gündemde yer almıyor.
Teklif bu haliyle kanunlaştığı taktirde ilköğretimin ilk 4 yılı zorunlu kılınırken, ikinci 4 yıl seçmeli açık öğretim şeklinde velinin tercihine bırakılacak. Yani 4 yılı tamamlayan bir çocuğu, velisi “ben eğitimini evimde vereceğim” diyerek okula göndermeyebilecek.
Bu Kanun Teklifini savunanların iki temel gerekçesi ön plâna çıkıyor:
- 7 yaşındaki çocukla 4 yaşındakileri aynı fiziki mekânda tutmaya yol açan bugünkü sistemin çeşitli sakıncaları,
- 8 yıllık zorunlu eğitimin meslekî eğitime katılma yaşını geciktirmesi. Bu nedenle meslekî eğitime olan talebin azalması, sanayi kesimi ihtiyacı olan ara elemanları bulamazken, mesleksiz diplomalı işsizlerin sayılarının artması.
Bu iki gerekçe teklifte ön görülen radikal değişikliklerin yapılması için yeterli sayılabilir mi?
İkinci 4 yıllık ihtiyarî eğitim yani “evde eğitim” şu anda tıkalı bulunan eğitim sistemimize olumlu bir katkı sağlayabilir mi, sorunları çözmeye çare olabilir mi?
Refik Saydam Başbakan olduktan sonra, 1940 yılında yaptığı bir konuşmasında “Türkiye’de her şey A’dan Z’ye kadar bozuktur” diyerek mevcut durumu özetlemek istemişti. Aradan 72 yıl geçtikten sonra, bu tespiti Türkiye’nin eğitim sistemi için yapmanın hiçbir sakıncası yok. Evet eğitim sistemimiz bugün ana okullarından üniversitelere kadar tam anlamıyla “problemler yumağı”na dönüşmüştür; büyük ölçüde tıkanmıştır. En önemli varlığımız ve geleceğimiz olan çocuklarımız, genç nüfusumuz gerekli eğitim verilemediğinden ziyan olup gitmektedir. Bilginin insanların ve toplumların kaderini belirleyen dolayısıyla küresel ekonomik, siyasal ve sosyal dengeleri oluşturan en önemli unsur olduğunu sıkça tekrarlıyoruz. Yaşamakta olduğumuz süreci “bilgi çağı” diye adlandırıyoruz; ama bunun hakkını ne ölçüde verebildiğimizi, gerekenleri yerine getirip getirmediğimizi düşünmek bile istemiyoruz.
Rahmetli Mümtaz Turhan 60 yıl önce esas ihtiyacımızın iyi yetişmiş, nitelikli, eğitimli “birinci sınıf insan” olduğunu, bu kalitedeki beyinlere sahip olmadığımız sürece, sadece okuma yazma seferberliğiyle, okur yazar oranının yükselmesiyle gelişmiş ülkelerle aramızdaki mesafeyi kapatamayacağımızı anlatmak için çok uğraşmıştı. Aradan yarım yüzyıl zaman geçtikten sonra önümüzdeki tablo Hoca’nın ne kadar haklı olduğunu gösteriyor.
Okuma yazma seferberliğine ilave olarak, bir süreden beri üniversite açma kampanyası başlatıldı. Yetkililer halen 170’ye yaklaşan üniversite sayısının kısa zamanda 200’ü geçmesinin hedeflendiğini söylüyorlar. Bunu bir başarı göstergesi olarak ilan edip övünürken, Türkiye’nin Dünya bilim literatüründeki yerinden bahsetmeyi gereksiz buluyorlar. Bazı uluslararası araştırmalarda öğrencilerimizin OECD ülkeler arasında matematikte sondan ikinci, temel bilimlerde sonuncu görünüyoruz. Bu ürkütücü tablo eğitim sistemimizin nasıl bir çıkmazda olduğunu ortaya koymuyor mu? Kaldı ki bilimsel makaleler alanında ülkeler arasında yapılan kıyaslamalarda da durumumuz iç açıcı değildir. Dünya’nın ilk 100 üniversitesi arasında adımız bile geçmiyor. İlk 500 arasında bazen en sonlarda bile olsa görünmemizden mutlu olup seviniyoruz.
Zorunlu eğitim sisteminde böylesine radikal bir değişim yapmaya karar verilirken konu bütün yönleriyle incelendi mi? Türk eğitim sisteminin meseleleri birkaç yüzyıldır sürüp gelen, bir türlü çözüm bulunamadığı için büyüyüp müzminleşen çok çetrefil bir sorundur. Meselenin tarihî, kültürel, sosyal ve ideolojik yönleri vardır. Böylesine devasa bir meselenin bir teknisyen ekibinin herhangi bir işletmeyi düzenlemesi kabilinden kolaycı yaklaşımlarla ele alınması, siyasî hesaplarla harmanlanması sorunun daha da ağırlaşmasına yol açar. Sadece şu anda okul çağında bulunan 13 milyona yakın gencimiz ve çocuklarımız değil, gelecek nesillerde altından kalkamayacakları pedagojik bir karmaşanın içine yuvarlanmış olurlar.
İlk ve ortaokul dönemlerinde doğru dürüst bir eğitim veremediğimiz çocuklarımız, üniversiteye her bakımdan yetersiz ve hazırlıksız giriyorlar. Bu nedenle lisans düzeyinin gerektirdiği zihnî formasyona intibakta zorlanıyorlar. 4 işlemi yapmayı bile tam öğrenemeden, işletme ve ekonomi bölümlerine kayıt yaptıranların olduğunu duyabiliyoruz. Yükseköğrenimini tamamlayıp diploma alanların arasında düzgün bir Türkçe’yle bir sayfalık yazı yazamayanların yahut dilekçe yazmasını bile beceremeyenlerin sayısı hayli fazladır.
Ülkemizin beyin gücü demek olan öğretim üyelerimizin dağ gibi problemleri ortada dururken, verimli ve etkili bir üniversite tablosunun varlığından söz edilemez. Sayılarının hızla artmakta oluşunu öne sürerek övünmek yerine, yeni üniversitelerin akademik kadrolarının doldurulamadığı, öğretim üyesi sıkıntısının had safhada bulunduğu neden görmezlikten geliniyor? Bilimsel çalışma yapmak için gerekli materyalleri, araştırma imkânlarını veremediğimiz, gelişmiş Batılı ülke üniversitelerine benzer kütüphane ve arşiv sunamadığımız, karın tokluğuna çalışmaya zorlandıklarından dolayı beyin göçünü önleyemediğimiz, birkaç saat fazla ders alarak geçimini sağlamaya mecbur bıraktığımız akademik kadrolarla hangi bilimsel hamleleri yapabiliriz, bilgi çağına nasıl ulaşabiliriz?
İlk ve ortaöğretimin genel görüntüsü her açıdan çok daha olumsuz. Okulların fizikî imkânları özellikle taşrada son derece elverişsiz olmasına rağmen, zaten sınırlı olan maddî kaynaklardan tabletlere tahsisat ayırmak rasyonel bir tercih midir?
Öğretmen ile öğrenci ve veli arasındaki ilişkiler hızla zayıflamakta, öğretmenlik mesleği geleneksel “hoca”lık karakterinden uzaklaşılarak maaşının hatırı için katlanılan sıradan bir bürokratik meşgale halini almaktadır. 40 dakikalık ders saatinin bir an önce bitmesi beklentisi içinde bulunulan bir sınıfta, doğal olarak ne anlatan öğretmen ne de dinleyen öğrenci mutlu olabilir; ne de bu ortamdaki bir eğitimden verim alınabilir.
Fizikî eksiklikler en azından önemli kısmıyla halledilmeden, yeterli meslekî formasyona sahip, yaptığı işten gurur ve heyecan duyan öğretmenlerin oluşturduğu bilinçli ve nitelikli bir eğitim ordusu hazırlanmadan zorunlu eğitimi kademelendirmek, en kritik yaş dönemindeki öğrencileri “seçmeli” statüsüne koymak sorunları çok daha ağırlaştıracaktır.
İlk ve ortaöğretimde hangi derslerin okutulacağı, kitapların içeriğinin ne olacağı yıllardır tartışılıyor. Ne doğru ve yeterli Türkçe öğretilebiliyor, ne temel bilimler ve kültür derslerinde kaliteli bir eğitim düzeyi sağlanabiliyor, ne de çok iddialı laflar edilen İngilizce konusunda sonuç alınabiliyor. Sadece test çözme teknikleri belletilen genç dimağlarda, bilimsel ilgi ve merak uyandırmak, okumaya ve araştırmaya yönlendirilerek kültür ve medeniyetimizin kaynaklarını öğretip sevdirmek mümkün olmadığı sürece, Türkiye’nin geleceğine ilişkin hesapların tutmasını, yaşadığımız belirsizliklerin giderilmesini ümit edemeyiz.
Teklifte yer alan ikinci 4 yıllık dönem yani ihtiyari eğitim yahut evde eğitim ABD, Rusya ve Fransa gibi bazı ülkelerde kısmen uygulanıyor. Ancak bunları model olarak gösterip, bize de aktarmaya çalışmak fevkalâde yanlıştır. Türkiye’nin genel ve bölgesel şartları, etnikçi eğilimler ortadadır. Ülkenin birçok yerinde çocukların okula gönderilmesini sağlamak için maddî teşvikler verilirken, kampanyalar düzenlenirken evde eğitim verilebileceğini öne sürmek hayalperestliktir. Kaldı ki bu uygulamayı yapan ülkelerde tek bir sistem yok. Sistemin uygulandığı her ülkede veya eyaletlerde kendine özgü farklılıklar bulunuyor. Bazılarında edebî müfredat konusu serbest bırakılıyor. Fransa’da Bakanlık evde eğitilen çocukları yılda bir kere denetliyor. Devletin evde eğitimle ilgilenen bir kurumu var. Bu ailelere devlet okullarındaki öğrencilere yapılan ortalama yıllık harcama kadar destek veriliyor. Evde eğitimi okulla bütünleştiren sistemler olduğu gibi, okuldan tamamen koparan sistemler de var. Türkiye’nin yaşadığı sosyal, siyasal, toplumsal ve bölgesel sorunlar ortadayken böylesine karmaşık bir sisteme özenmenin mantıkî bir izahını yapmak mümkün görünmüyor.
Seçmeli eğitim sadece okula gelip gitmeleri sorunlu olan çocuklar için düşünülebilir. Bu durumda bulunan çocukların ebeveynlerine gerekli eğitim materyallerinin sunulması, okulla yakın ilişki kurarak müfredatı takip edip çocuklarına aktarabilecekleri ortamın hazırlanması şarttır.
Çocuğun 11 yaşında çırak olmasına imkân hazırlamak, her bakımdan haksızlıktır, yanlıştır. Üstelik bu tarz bir düzenleme Türkiye’nin Ulusal Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri çerçevesinde imzaladığı taahhütlere de aykırıdır. Erken yaşlarda çocuğun meslekî eğilimlerini doğru belirleme ihtimali zayıftır. Meslekî eğitim sisteminin ıslah edilerek istihdam sorununun halledilmesine, sanayinin ihtiyacı olan ara elemanların teminine imkân hazırlanması elbette gereklidir. Ama 11 yaş tercihi yanlıştır.
Türk eğitim sisteminin köklü bir reforma ihtiyacı bulunduğu açıktır. Bunun aksini kimse iddia edemez. Ancak bu kadar önemli bir Kanun Teklifinin konunun uzmanlarınca, erbabıyla konuşulup tartışılmadan, enine boyuna düşünülmeden aceleyle gündeme getirilmesi her bakımdan yanlıştır. Hazır vakit varken aklı selimin gereği olarak hatadan dönülmeli, hayırlı ve yararlı bir iş yapılmak isteniyorsa Türk eğitim sistemi her yönüyle ve kademeleriyle ele alınıp, kimsenin başka bir niyet ve maksat aramadığı, toplumsal mütabakata sahip köklü bir eğitim reformu yapmanın yollarına bakılmalıdır.