Tarihi Binamız Neden Alınamadı, Nasıl Alınabilir?
Türk Ocakları’nın 1931 yılında yapılan olağanüstü kurultayında, zorunlu olarak fesih kararı alınırken, taşınır ve taşınmaz bütün mal varlığımızın yeni kurulmakta olan ve Ocak’a varis yapılan Halkevleri’ne verilmesi kararlaştırıldı. Başta Genel Merkez binamız olmak üzere, 276 şubemizin pek çoğunun mülkiyeti bize ait olan malları kurultay kararıyla verildiğinden üzerlerindeki bütün hukuki haklarımızı kendi irademizle terk etmiş olduk. Bu nedenle 1951 yılında Demokrat Parti Hükümeti CHP ve Halkevleri’nin tasarrufunda bulunan bütün malların aslında Hazine’ye ait olduğu gerekçesiyle bunları Hazine’ye intikal ettirmek üzere kanun çıkarırken Türk Ocağı müdahil olamadı. Ancak Meclis’teki görüşmeler sırasında bazı milletvekillerinin girişimleriyle ve Maliye Bakanlığı’nın itirazlarına rağmen tarihi binamızın intifa (kullanma) hakkı bir jest olarak Türk Ocağı’na bırakıldı. Böylelikle Türk Ocakları, aslında kendisine ait binada 20 yıla yakın bir süre faaliyetlerini sürdürme imkânını buldu. Ancak yöneticilerimiz ne yazık ki intifa hakkını tapuya tescil ettirmeyi ihmal ettiler. Başka bir ifadeyle, tescil suretiyle kullanma hakkını sürekli kılma imkânımız varken, 1951 yılında bu hakkımızı kullanmadığımızdan inisiyatif Bakanlar Kurulu’nun oldu.
27 Mayıs ihtilâli döneminde, bazı Hükümet üyeleri intifa hakkının kaldırılması girişiminde bulundularsa da, Org.Cemal Gürsel’in müdahalesiyle amaçlarına ulaşamadılar.
1970 yılının son ayında, Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nun ülkücü öğrencilerinden Dursun Önkuzu, solcular tarafından işkence yapıldıktan sonra binanın 4.ncü katından atılarak şehit edildi. Cenaze konvoyu naaşını memleketi Tokat’a götürmek üzere Türk Ocağı binasının önünden geçerken, Ocaklı gençler yol kenarında toplandılar, hükümeti protesto ederek Başbakan Demirel aleyhinde slogan attılar. Polis gençlerin üzerine yürüyüp dağıttıktan sonra, binaya girdi ve içeridekileri eşyalarını bile almalarına fırsat bırakmadan dışarı çıkartarak binaya fiilen el koydu. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra, 12 Mart muhtırası verildi; Demirel Hükümeti düşürüldü. Askerin vesayetinde kurulan Nihat Erim Hükümeti’nin ilk icraatlarından biri Türk Ocağı’nın intifa hakkını iptal ederek, binayı Hazine’ye iade etmek oldu.
Bunun üzerine Ocaklı hukukçular kararın iptali için dava açtılar. Ancak mahkeme bu talebi reddetti. Bir süre sonra Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk’ün eşi Emel Korutürk’ün girişimleriyle binanın Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne tahsis kararı çıktı.
Türk Ocakları 1986’da yeniden faaliyete başladıktan sonra, başta Yönetim Kurulu olmak üzere, bütün Ocaklılar tarihi binamızın geri alınabilmesi için sürekli çaba harcadılar. Konu her vesileyle dönemin başbakanlarına, bakanlarına anlatılmaya çalışıldı. Özellikle 1991 seçimlerinden sonra TBMM’ne çeşitli partilerden çok sayıda Ocaklı-milliyetçi milletvekili girdi. Bunların öncülüğünde binanın iadesi için “Kanun Teklifleri” hazırlandı.
Soru: Peki neden bu teklifler kanunlaşamadı?
Çünkü Türk Ocağı’nın malları, kendi iradesiyle yani Genel Kurul kararıyla verildiğinden dolayı, ancak özel bir kanunla Türk Ocağı’na verilebilir.
Mevzuatımıza göre TBMM’nde kanun çıkması iki yolla olabiliyor.
-
Milletvekilleri (bir yahut çok sayıda) bir “Kanun Teklifi” hazırlayıp Meclis’e sunduğu zaman, bunun görüşülebilmesi için gündeme alınması gerekir. 1991-2002 arasındaki koalisyonlar döneminde, partilerin Grup Başkan Vekillerinin katılımlarıyla “Danışma Kurulu” oluşuyor, bu kurul gündeme alınma konusunu görüşüyor, mutabakat sağlanırsa Kanun Teklifi Genel Kurul gündemine alınıp görüşme süreci başlıyordu. Ancak iktidarla muhalefetin bu hususta mutabakatı çoğunlukla sağlanamadığından, gündeme alınıp alınmayacağı Genel Kurul’da oylamayla belirleniyor ve iktidar çoğunluğunun oylarıyla Kanun Teklifi dönem sonuna kadar beklemeye alınıyordu. Bu şekilde her dönemde TBMM’ne sunulup gündeme alınmayan ve dönem sonunda kadük olup geçersiz hale gelen birkaç yüz kanun teklifi olur. Kısacası hükümete rağmen milletvekillerinin inisiyatifiyle kanunlaşabilen teklif sayısı her dönemde yok denecek kadar az olmuştur. Bugün de durum değişmemiştir.Hükümet bir kanunun çıkmasını isterse, bunu “Kanun Tasarısı” olarak hazırlar. Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılıp prosedür tamamlandıktan sonra TBMM’ne sevk edilir. Komisyonlarda görüşülmesini takiben Genel Kurul’a gelir; burada görüşmelerin tamamlanmasından sonra iktidar çoğunluğunun oylarıyla kabul edilerek onaylanmak üzere Cumhurbaşkanlığı’na gönderilir. Kanunların tamamına yakını Kanun Tasarısı olarak Hükümet kanalından gelenlerdir. Hükümetin destek vermediği bir teklifin kanunlaşması mümkün değildir.
Bu gerçeklerin farkında olarak 1998’den itibaren çoğu Türk Ocaklı milletvekili dostlarımız aracılığıyla koalisyonun büyük ortağı olarak iktidarda bulunan ANAP ve Başbakan Mesut Yılmaz üzerinde yoğun girişimlerimiz oldu. Diğer yandan DYP cenahında da bu partideki milletvekili arkadaşlarımız aracılığıyla destek aradık. Bunun sonucu olarak DYP Grup Başkan Vekili Saffet Arıkan Bedük hazırladıkları kanun teklifini gündeme alınması talebiyle Danışma Kurulu’na getirdi. Ancak burada anlaşma sağlanamadığından gündeme alınıp alınmayacağı hususu TBMM’nde görüşülüp oylama yapıldı. O sırada Meclis salonu onarımda olduğundan, görüşmeler eski senato salonunda yapılıyor ve TRT-3’den yayınlanıyordu. Genel Merkez’de oylamayı ekrandan heyecanla izliyorduk. ANAP’lı milletvekillerinin tamamı Genel Başkanları Mesut Yılmaz’ın isteği doğrultusunda aleyhte oy kullandılar ve böylece teklif gündeme alınmadı. Oylamadan sonra ANAP’lı milletvekili arkadaşlarımızı aradık ve sitemlerimizi ilettik. Büyük hayal kırıklığı yaşamıştık ve çok üzülmüştük. Zira gündeme alınıp görüşülseydi kanun kesinlikle çıkacak, binamıza kavuşacaktık. Cevapları şu oldu: “Biz böylesine tarihi bir kanunu çıkarma şerefini muhalefete bırakamazdık. Endişeniz olmasın biz en geç 15 gün içerisinde bu kanunu Meclis’e kendimiz getirip çıkaracağız.”
Ne yazık ki bu vaatleri gerçekleşmedi. Hatta rahmetli Mustafa Taşar ve Ali Doğan gibi Türk Ocağı camiasından olan partinin önde gelen isimlerini araya koyarak Başbakan Mesut Yılmaz’ı Genel Merkezimize davet edip, yüz yüze konuşup ikna etmek istedik. Ancak “binayı veremedik, şimdi gitmem uygun olmaz” diyerek gelmedi.
1999’dan sonra 57.Hükümet döneminde de girişimlerimiz devam etti. Koalisyonun büyük ortağı olan MHP kanalından sonuç alamadık. Çünkü bize Başbakan Ecevit’le konuşup O’nu ikna etmemiz isteniyordu. Ecevit ile görüşme fırsatı bulamadan koalisyon dağıldı.
2002’den sonra AK Parti iktidarı döneminde de doğrudan Hükümet ve Başbakan Erdoğan nezdinde girişimler yapıldı. Özellikle önceki dönemlerde Meclis’te hazırlanan Kanun tekliflerinde imzaları bulunan Ali Coşkun, Vecdi Gönül ve Cemil Çiçek’ten Başbakan nezdinde yardımcı olmalarını istedik. 2006 Kurultayı’na gelip konuşma yapan o zaman ki Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e konuyu Genel Kurulumuzun huzurunda sunduk. Sonuçta 2007 genel seçimlerine birkaç ay kala dönemin Kültür Bakanı Atilla Koç bizi aradı ve “Sayın Başbakan bina meselesinin çözümü konusunda gerekli çalışmaların yapılması için talimat verdi, bununla ilgili bir Kanun Tasarısı hazırlayıp Bakanlar Kurulu’nda imzaya açacağız. Ancak intikal şartlarını görüşüp bir protokol yapmak üzere sizinle görüşmek istiyorum” dedi.
Yönetim olarak bu konuda zaten önceki yıllardaki girişimlerimiz sırasında hazırlığımızı yapmıştık. Kültür Bakanlığı’nın Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanmakta olduğu binayı terk etmek niyetinde olmadığını biliyorduk. Büyük masraflar yapılarak binanın iç düzenlemesi değiştirilmiş, yüzlerce eserin yerleştirildiği bir müzeye dönüştürülmüştü. Bu açıdan tekliflerimizin kabul edilebilir içerikte olması gerekiyordu. Ayrıca 1930’da inşaatı tamamlanan binanın tesisatlarının tümü eskimiş, başta çatısı olmak üzere, her tarafı büyük restorasyon gerektirecek derecede yıpranmıştı. 80 yıl öncesinin kalorifer sisteminin çalışması için büyük yakıt masrafı gerekiyordu. Kısaca binanın bakım, onarım ve genel giderleri için Devlet desteğine ihtiyaç vardı. Nitekim 2008-2010 arasında yapılan onarım çalışmalarında on iki milyon TL.sı harcandığı söyleniyor. Bunların Genel Merkez bütçesinden karşılanması imkânsızdı. Bu gerçekleri göz önüne alarak teklifimizi birkaç maddede topladık:
- Binanın mülkiyetinin bize ait olduğunu belirtecek şekilde Türk Ocağı adı açık ve belirgin şekilde ön ve arka cephelere yazılacak.
- Binada irtibat yerimiz olarak kullanabileceğimiz ve kendimizin seçtiği bir odamız bulunacak.
- Toplantı salonundan dilediğimiz zaman ücretsiz yararlanacağız.
- Kültür Bakanlığı kiracımız konumunda olacağından Türk Ocağı’na ilk yıl için ayda 15.000 TL’den başlayan bir kira ödeyecek.
Böylelikle rutin bir gelire sahip olmak suretiyle çok zor şartlar altında yürütebildiğimiz çalışmalarımızın daha rahat ve verimli yapılacağını, malî sorunumuzun ortadan kalkacağını hesaplıyorduk.
Kültür Bakanı Atilla Koç kira talebimizin dışındaki isteklerimizi kabul etti. Kira ödeyecek Bakanlık tahsisatının bulunmadığını, zaten Maliye Bakanlığı’nın da bu talebimize sıcak bakmayacağını öne sürerek isteğimizi kabule yanaşmadı. Bunun üzerine dönemin Maliye Bakanlığı Müsteşarı ve yakın dostum olan Hasan Basri Aktan’ı ziyaret edip konuyu anlattık. Sayın Aktan “siz haklısınız” diyerek Hukuk Baş Müşavirini çağırdı; Kültür Bakanlığı’na hitaben talebimizi destekleyen ve gerekirse tahsisatını artıracağını belirten olumlu bir yazı hazırlattı. Yazının suretini alarak Kültür Bakanı’na gittik ve artık engel kalmadığını ifade ettik. Bize bu defa CHP’nin ve sol çevrelerin şiddetle itiraz edeceklerini öne sürerek olumsuz tavrını sürdürdü. Kendisine bütün mesele bu ise, CHP Genel Başkanı ile görüşüp sorunu halledebileceğimizi söyledikse de tavrını değiştirmeye yanaşmadı. Bize “siz irat mı istiyorsunuz?” dedi. Biz de cevaben “elbette irat istiyoruz; çünkü Türk Ocağı malî imkânları çok sınırlıdır ve bu tarz bir desteğe ihtiyacımız vardır. Sizin bu binanın mülkiyetini verelim derken, bunun yaklaşan genel seçimlerde partinize prestij sağlayacağını ve siyasi bir yararı olacağını hesapladığınızı ikimiz de biliyoruz. Buna karşılık bize bu görkemli binanın kira bedeli olarak yılda 5.000,- TL gibi kabulü mümkün olmayan bir teklif yapıyorsunuz. Biz Türk Ocağı camiasına mülkiyeti aldık ama Kültür Bakanlığı kullanmayı sürdürecek diyebilmemiz için makul bir bedel ödeneceğini söyleyebilmeliyiz. Kanun kuru bir mülkiyet intikalinden öte bir anlam taşımadığı taktirde camiamızın bunu içine sindirmesi mümkün değildir. Gelin konuyu Başbakan’a iletelim, O’nu hakem yapalım” dedik. Fakat Atilla Koç bunu da uygun bulmadığından Kanun Tasarısı hazırlanamadı ve bu girişimde akim kaldı.
20 küsur yıldır sürüp gelen tarihi bina serencamımız bize şunu gösterdi: Binamızı alabilmek için öncelikle Başbakan’ı ikna etmemiz gerekiyor. Çünkü bizim problemimiz başka kuruluşların, sendikaların ve bilhassa azınlık vakıflarının durumlarından çok farklı. Onların sorunları devletin uygulamalarından yahut darbe dönemindeki işlemlerden kaynaklanıyor. Oysa biz mallarımızı kendi irademizle teslim ettiğimiz için, binamızı ancak bu konuda özel bir Kanun’un çıkarılmasıyla geri alabiliriz. Ayrıca tarihi binanın dışındaki menkul ve gayrimenkullerimiz için öne sürebileceğimiz hiçbir hukukî mesnede sahip değiliz. Bu gerçekleri bilerek hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Taşradaki şube mensuplarımızın pek çoğunun bu süreçleri tam olarak bilmemeleri doğaldır. Bazı bölge toplantılarında konuyu geniş şekilde anlatmamıza rağmen herkese duyuramadığımızın farkındayız. Ancak Ankara’da, hatta Genel Merkez’de bulunmasına, bütün bu gelişmeleri birebir bilecek pozisyonda olmasına rağmen, mikrofonu eline alıp kimsenin düşünemediğini dile getiriyor gibi tavırlarla camiamızın bu konudaki duygularını, hassasiyetini kışkırtmaya çalışmak son derece yanlıştır. Bunun doğru ve etik bir tutum olmadığı ortadadır.