Fransa Parlamentosu ve Sarkozy Türkiye’ye Tarihî Bir İmkân Sunuyor
Ermeni soykırımı iddiasının inkârını cezalandıran yasa tasarısı, beklendiği gibi Fransa Senatosunda iktidar ve muhalefetin işbirliğiyle kabul edildi. 15 gün zarfında 61 senatör yahut aynı sayıda milletvekili tarafından Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapılmaması durumunda Cumhurbaşkanı Sarkozy yasayı onaylayacak ve yürürlüğe girecek.
Bu süre zarfında gerekli sayıda imza toplanabilecek mi? Ermeni lobisi, başta Sarkozy olmak üzere, iktidarının desteğini de arkasına alarak imza verme eğilimindeki parlamenterler üzerinde yoğun bir baskı kurmuş bulunuyor. Nitekim şimdiden 4 senatör baskılara boyun eğerek imzalarını geri çekti. Bu yasayı çıkarabilmek için canhıraş bir çaba harcayan çevreler, konunun Anayasa Mahkemesinde görüşülmesi durumunda hukukî dayanaktan yoksun olmalarından dolayı büyük ihtimalle iptal kararı çıkacağını biliyorlar.
Çünkü iddia edilen olayın tarihî 1915’tir. O tarihte “soykırım” olarak uluslararası hukukun tanımladığı bir insanlık suçu mevcut değildi. Bu tanımın düzenlenme tarihi 1948’dir. Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığına hükmeden hiçbir uluslararası mahkeme kararı yoktur. Bu durumda Fransa parlamentosu uluslararası hükmü kabul eden bir yasa çıkartmış olmuyor. Tam tersine, kendisini bir yargı kurumu yerine koyarak, mahkemeymiş gibi hüküm veriyor. Her şey bir yana yasamanın yargı işlevini üstlenmesi bile Anayasa’ya aykırıdır.
Türkiye bu konuya şimdiye kadar ne yazık ki gereken önemi vermedi; ciddiyetle ilgilenmedi. Oysa Ermeniler 1920’de Kâzım Karabekir’in komutasındaki Türk Ordusu tarafından kesin olarak mağlup edilip, Kars ve Gümrü anlaşmalarının yapılmasıyla silah gücüyle amaçlarına ulaşamayacaklarını gördüler; girişimlerini bu tarihten sonra başka alanlara kaydırdılar.
Bir milyondan fazla Ermeni, Fransa ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere, çeşitli ülkelere göç edip yerleşti. Böylece daha önce buralara gelenlerle birlikte, bir çok ülkede güçlü bir “diaspora” oluştu. Bunlar Anadolu’da olayları esas mahiyetinden ve gerçek nedenlerinden hiç söz etmeden, hem yeni doğup yetişen genç nesillere, hem de bulundukları çevrelere yaşananları kendilerine uygulanan katliamlar olarak anlatmak üzere seferber oldular. Daha o tarihlerden itibaren her dilde yoğun bir neşriyat kampanyası başlattılar; toplantılar düzenlediler. Şehir meydanlarına “büyük felaket” adını verdikleri olayı simgeleyen anıtlar diktiler. ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa’da bir çok gösteriler, toplantılar düzenlediler. ABD ve Fransa başta olmak üzere yaşadıkları ülkelerden işlerini geliştirip zenginleştiler. Aralarından siyasî ve toplumsal hayatta önemli makamlara gelenler oldu. Hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, aralarındaki işbirliği ve dayanışmayı hiç zayıflatmadılar. Dernekler, vakıflar kurarak, gazete ve dergiler çıkararak uluslararası bir platform oluşturdular. Bu örgütlenmenin sonucu topladıkları bağışlarla her türlü faaliyetlerini finanse edecek büyüklükte ekonomik kaynaklar edindiler.
Bu konu epeyce süreden beri, sadece politik değil, ekonomik bir sektör hâline gelmiş bulunuyor. Dünya çapında bu konudaki faaliyetleri yürüten profesyonel ekiplerin, her meslek ve çevreden yüksek ücretler ödenen elemanların, binlerce “aktivist”in yer aldığı kin ve nefret organizasyonuyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Küresel ölçekteki bu organizasyonda yer alanlar sadece Ermenilerden ibaret değil. Finansal imkânlarının büyüklüğüyle orantılı olarak meselenin çok ciddi bir “rantiye” yönü de var.
Siyasetçilerden üniversite hocalarına, gazetecilerden yerel yöneticilere kadar binlerce insan bu sektörden nema alamıyor. Sonuç alabilmek için rüşvet dâhil, her yöntem kullanılıyor.
Bunların yanı sıra, yıllardan beri sürdürülen tek yönlü telkin ve propagandalarla kamuoyları zihnen nakış gibi işleniyor. Türklerin barbar ve zalim olduğuna hükmeden geleneksel oryantalist kesimler, bizi Batı medeniyetine aykırı ve tehdit gören fanatik aydınlar Ermenilerin yanında yer alıyorlar. Oluşan bu güç birliği sonucunda “ortak cephe” hâlinde hareket ediyorlar; Kamuoylarını diledikleri gibi yönlendirerek, tek ses hâliden hareket ederek politikacılar üzerinde etkili bir seçmen baskısı kuruyorlar.
Diplomatlarımız arka arkaya katledilmeye başlayıncaya kadar, Türkiye bu meseleye “Fransız” dı. Konuya ilişkin ilk kitabın 1980’de Kâmuran Gürün tarafından yazılmış olması durumumuzun özetidir. Oysa bu tarihe kadar Ermenilerin her dilde yayınlanmış binlerce kitapları, yüz binlerce sayfalık makaleleri var. Ermeni kampanyası son 30 yıl içerisinde çok daha yoğunlaşarak sürdürülmeye çalışılırken, gözlerimizi ovuşturarak uyanmaya çalıştık. Ancak problemin büyüklüğüyle orantılı ciddiyette, çok yönlü girişimler içeren bir tutum sergilediğimiz söylenemez; Bunca girişmeye hâlâ “Fransız” kaldığımız ortadır.
Ayrıca Ermeniler son çeyrek yüzyılda başka bir başarı daha sağladılar. Ülkemizdeki liberal ve sol çevrelerden, okumuşlar arasından tezlerini destekleyen etkili bir lobi oluşturmayı başardılar. Bunun sonucu olarak Türkiye medyasında, yüksek eğitim kurumlarında, sanatçılar arasında soykırım iddiasını Ermeni diasporasından daha hararetli savunan yazılar yayınlanıyor, toplantılar düzenleniyor, bildiriler çıkıyor. Bu kesimlerin çabaları sadece entelektüel bir tercih değildir. Toplumumuz dünya çapında bir propaganda ve çok yönlü baskılarla karşılaşacağımız 2015’e doğru gidilirken, Türk toplumu soykırım iddialarını kabullenecek zihni ve psikolojik ortama evirilmek isteniyor.
Söz konusu yasa Sarkozy tarafından imzalanıp yürürlüğe girerse, yeni bir hukukî sürecin başlaması kaçınılmaz olacaktır. Başka bir ifadeyle Türkiye hukukî bakımdan çok önemli bir fırsat yakalayacaktır. Meseleye ideolojik ve politik saplantılarla değil, evrensel hukuk açısından bakan hukukçular, politikacılar ve düşünürler daha şimdiden yasayı şiddetle eleştiriyorlar. Nitekim Uluslararası Af Örgütü, Ermeni iddialarının reddini suç sayan yasa teklifini kabul edilmesinin ifade özgürlüğünü bildirdi. Yapılan açıklamada “2001’de Fransa’nın 1915’de Ermenilerin zorla yerlerinden edilmelerini ve topluca ölümlerini soykırım olarak tanıdığı” hatırlatıldı. Yeni yasanın ise soykırımı inkâr edenlere bir yıl hapis cezası ve 45.000 bin Euro para cezası içerdiği belirtilerek “uluslararası insan hakları hukukunun ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların ancak Millî Güvenlik, kamu düzeni ya da başkalarının hakları veya saygınlığını koruma gibi durumlarda uygulanabileceği” hatırlatıldıktan sonra “bunların hiçbiri bu konuda uygulanamaz ve yeni yasa ifade özgürlüğünü suç kapsamına sokacaktır” denildi.
ABD Dışişleri Bakanı Clinton “ biz ifadelerin suç sayıldığı yoldan asla yürümeyiz. Tarihsel konuları çözmek için Hükûmet gücünü kullanmaya çalışmak tehlikeli bir kapı açar” sözleriyle hukuksuzluğu işaret etti. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayı Dominique Villepin “Fransa’nın bu aptal yasa için yetkisi yok; seçim yatırımı. Türkiye dost bir ülke Cezayir sorunu gündeme gelirse ne olacak?” sorusuyla sağduyunun sesi oldu.
Tasarı senatoda tartışılırken, çok ilginç konuşmalar yapıldı. Mesela senatörlerden biri problemin Sevr Antlaşmasının zamanında imzalatılmamış olmasından kaynaklandığını, Wilson Prensipleri uygulanarak Ermeni halkının hakları temin edilseydi problemin o dönemde çözülmüş olacağını söyledi Yasaya karşı olan yeşiller grubundan bir başka senatör ise, kürsüden şu soruyu sordu: “Türkler eğer Müslüman değil de Hıristiyan bir toplum olsaydı bu yasayı çıkartmak ister miydiniz?
Bu sözlerin basınımızda yer almaması anlamlı ve düşündürücü bir tercih değil mi?
Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra kullanabileceğimiz iki hukukî kozumuz olacaktır. Öncelikle Fransa’da 2008 yılında Anaysa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı kabul edildi. Herhangi bir kişi yahut kişiler “soykırım yoktur” demeleri nedeniyle cezalandırılırlarsa, bireysel başvuru hakkını kullanarak Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı doğar. Bu durumda yasanın görüşülmesi sürecinde parlamentonun Anayasa Komisyonundan çıkan kararı paralelinde bir karar verilmesi yani yasanın Anayasaya aykırı olduğunu hükme bağlanması anormal bir baskı olmaması hâlinde mümkün olacaktır. Diğer yandan iç hukuk yoluyla hakkını koruyamayan mağdurların AİHM’ne başvuru hakkı doğacaktır. Uluslararası Af Örgütü’nün konuya ilişkin görüşü Avrupa’nın en yüksek hukuk organı olan AİHM için örnek bir tavırdır.
Türkiye’nin sorunu hukuk zemininde takip edip sonuç alabilmesi için vakit geçirmeden çok ciddi hazırlık yapması gerekmektedir. Ermeni iddialarının öne sürüldüğü yıllar boyunca ilgisiz ve duyarsız kalınmasını, sorunun zamanında görülüp tedbir alınmamasının sonuçları ortadır. Bu tablodan ders alarak Ankara’da haklarımızı her platformda savunacak, konunun bilincine sahip, önemini bilen nitelikli hukukçulardan oluşan sürekli çalışan bir hukuk kurulu oluşturulmalıdır. Bu kurul her türlü bilgi, belge ve gerekli maddî imkânlarla desteklenmelidir. Kuruda mükemmel lisan bilen insanlar yer almalı, yabancı literatür ve konuyla ilgili uluslararası içtihatlar yoğun şekilde taranmalıdır. Bazı Fransız politikacıların bile “saçma ve rezil” diye nitelendirdikleri yasanın uygulanması durumunda yargılanacak olan insanlar yalnız kalmamalıdır. Türkiye hukuki zeminde yürütülecek girişimlerle Sarkozy’i ve onun fanatik yandaşlarını bu yasayı çıkarmalarından dolayı pişman edebilir; meseleyi tam anlamında bir “kan davasına” dönüştürmüş bulunan Ermenilere çoktandır hakkettikleri dersi verebilir.