KCK Operasyonlarına Gösterilen Tepkilerin İdeolojik Anlamı Üzerine
Nuri Gürgür 3 Kasım 2011 - Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi döneminde PKK, birkaç yıl süren ciddi bir sarsıntı yaşamıştı. Ancak terör saldırılarının sıfırlanmaya yaklaştığı bu yılları ne yazık ki iyi değerlendiremedik. Güvenlik güçlerinin başarılı operasyonlarıyla büyük darbe yiyen, lideri Türk yargısına hesap veren bölücü terör örgütüne karşı, kapsamlı, etkili ve çok yönlü bir devlet politikası uygulayarak olayın marjinalize edilmesi mümkün iken, garip bir atalet havası yönetim kademelerine egemen oldu. PKK doğal olarak bu uyuşukluğu fırsat bildi. Bir yandan örgüt köklü bir revizyona giderek yeni şartlara uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan militan kadrolarını takviye etti. Öcalan İmralı duruşmalarında yeni stratejisinin “demokratik cumhuriyet” olduğunu ilân etti. Böylece silah zoruyla başaramadığı bağımsız Kürt Devleti yerine, siyasî zemini kullanarak “devlet içinde devlet” oluşturmak amacıyla yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu. Yeni organizasyon bağlamında PKK’nın kırsaldaki silahlı varlığı korunurken, şehirlerde KKK adıyla (bir yıl sonra KCK-Kürdistan Komünler Birliği-adını aldı) paralel bir devlet yapısı oluşturmak üzere çalışmalar başlatıldı.
KCK ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketini PKK gibi silahlı gruplar da dahil tüm birimleriyle kontrol eden, sistematik bir eğitim çalışmasıyla kitle tabanını genişletmeye çalışan, bunları yönlendirip eylemleri düzenleyen, çeşitli alanlardaki kuruluşlarıyla koordinasyon sağlayan, bölge halkını semt mahalle komitelerinden başlayarak sıkı bir disiplin içinde örgütleyen çok geniş bir organizasyondur. Yapının anayasası sayılan örgüt sözleşmesinde yasama, yürütme ve yargı işlevlerini yapacak birimler oluşturulurken, BDP ve ona bağlı belediyeler KCK’nın alt kademeleri tarzında hiyerarşik bir ilişkiye yerleştirildiler. Yönetim şemasında Öcalan önder, Murat Karayılan başkan olarak belirlendi. Belediyelerin denetimini sağlamak üzere komiser işlevini gören KCK görevlileri belirlendi. Mesela Diyarbakır Belediye Başkanı’nın, görünüşte maiyetinde olan temizlik işçisi kadrosundaki KCK görevlisinden direktif alabildiği ortaya çıktı.
KCK Başkanı’nın yanında 4 yardımcısı, 30 kişilik Yürütme Konseyi, ideolojik, harp, savunma, kadın alanları ve sosyal-siyasal alanlarla, şehirlerde yürütme organı şeklinde çalışmaktadır.
KCK sözleşmesinin 15.maddesinde Yüksek Adalet Divanı adını verdikleri birimin işlevi olarak “KCK sözleşmesinin yargı alanında uygulanmasını sağlamak, sözleşmeye aykırılık durumlarını gidermek” şeklinde ancak bir devlet yapısı için söz konusu olabilecek işlevler sıralanmaktadır.
Türkiye KCK’nın harekete geçirildiği 2005 yılından itibaren birkaç yıl boyunca ne yapılmak istendiğini tam olarak algılayamadı. 2009 Ağustos’unda çok iddialı ifadelerle başlatılan ve içeriği hâlâ izah edilemeyen, yanlışlığını şu günlerde başlatanların bile fark ettiği açılım projesi açıklanırken KCK’nın bilinen örgüt yapısının üzerinde doğrudan bir devlet sistemi ihdas olduğu fark edilememişti.
Böylece ırkçı-ayrılıkçı örgüt bir yandan bazı devlet görevlileriyle görüşmeler yapıp silah bırakmaya razı oluyor havası yaratırken, diğer yandan KCK üzerinden şehirlerde yoğun bir örgütlenme ve çalışma dönemi başlattı. Molotoflu gösteriler, sivil itaatsizlik ve alternatif Cuma namazları gibi kitlesel eylemler, eğitim faaliyetleri doğrudan örgüt tarafından hazırlanıp uygulamaya konuldu. Bu arada paralel devlet olma girişiminin alt yapısı oluşturulmaya çalışıldı. Özellikle pilot bölge yapılan Hakkari ve ilçelerinde yargılama yapan birimin yanı sıra vergi adı altında para toplayan elemanları, “öz savunma güçleri” devreye sokuldu. İran ve Irak hudutlarında örgütün tarifeli gümrük kapıları ihdas edildi.
KCK sözleşmesindeki akademik alanın bir örneği geçen hafta İzmir polisi tarafından ortaya çıkarıldı. Kürt Dili ve Kültürünü Araştırma Derneği adıyla faaliyet gösteren yerde uyuşturucu verilen çocuk yaştaki militanların Molotof kokteylleri hazırlayarak polise yaptıkları saldırıların görüntüleri yayınlandı.
Güvenlik güçlerinin bir süredir KCK’nın üzerine gitmeye başlaması ve açılan soruşturmalar sonucu çok sayıda örgüt mensubu gruplar halinde tutuklanmaya başladı. Bu yargılama sürecinde KCK’nın yapısı, amacı ve hedefleri net olarak gözler önüne seriliyor. Bu durum konfederatif bir devlet yapısı oluşturmayı amaçlayan Kürt etnikçilerinin yanı sıra, bir kısım liberal ve sol çevrelerde de tepkiyle karşılanıyor. KCK’ya yönelik operasyonların PKK’nın dağdan düz ovaya inip siyasî alana intikal etme niyetinin önünü kestiğini, silah bırakmaya ikna edilecekken barışın engellendiğini iddia ediyorlar. Bu çevrelere göre KCK’nın üzerine gidilmeseydi PKK’lılar terör eylemlerini durdurup, meşru yollardan görüşlerini savunmaya, siyasî alanı tercihe hazırlanıyorlardı. Devlet bu kanalları yanlış tutumuyla işlemez hale getirdi.
Son olarak İstanbul’da tutuklananlar arasında Prof.Büşra Ersanlı ile yayımcı Ragıp Zarakolu’nun da olması pek çoğu 70’li yılların kır ve şehir gerillacılığına özenerek kurulan Leninci ve Maocu sol sosyalist gelenekten gelen, günümüzde kendilerini liberal ve demokratik olarak tanımlayan çevrelerde tepkiyle karşılandı. 1970-1980 arasındaki kanlı dönemin sorumlusu sol örgütlerin aktif elemanları arasında yer alan, Bekaa’da silahlı eğitim yapıp Türkiye’de BAAS benzeri sol bir diktatörlük kurmaya çalışan bu isimler nasırlarına basılmışçasına feryat ediyorlar; pervasızlığın, arsızlığın zirvelerinde dolaşıyorlar.
Kimisi 1974’deki Af Kanunu’yla cezaevinden çıkarak, kimisi 12 Eylül’de yurt dışına kaçıp takibattan kurtularak yahut ülkede tam siper yapıp kendilerini unutturarak fırtınalı dönemi atlattıktan sonra ideolojik görünümlerini birer hokkabaz becerisiyle değiştiriverdiler. Ekserisi liberal ve demokrat görüntüye büründüler. Medyada birbirlerini kollayıp destekleyerek köşe başlarını tuttular. Büyük gazetelerin sahipleri her nedense bunlara kucak açtı. En mutena köşelerini bir zamanlar Türkiye’nin kurtuluşunun ancak komünist düzenle mümkün olabileceğini savunan, amansız bir sermaye düşmanlığı yapan ancak değişen dünya şartlarının zorlamasıyla ideolojik dönüşüm yapmış görünen bu eski solcu yeni liberal isimlere tahsis ettiler.
Günümüzde fütursuzca PKK yandaşlığı yapan bazı isimlere haftanın birkaç günü gazetesinin bütün bir sayfasını tahsis etmekte sakınca görmeyen merkez medyanın maruf patronu bu dramatik tablonun tipik bir temsilcisidir. Normal satış gelirleriyle yaşama şansı bulunmayan bir gazeteye oluk gibi para akıtarak çıkmasını sağlıyor. Parasal hesaplarını iyi bilen, basının dışında değişik sektörlerde büyük yatırımları olan medyanın bu kıdemli patronunun böylesine bir külfete hangi hesaplarla katlandığını anlamak mümkün değil. Ancak ne tür bir hesabı olursa olsun bunun ideolojik bir yanının olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü yaşı artık kemale eren bu kişinin ne aile yapısı, ne doğup büyüdüğü muhafazakâr küçük Anadolu kasabası, ne de 70’li yılların sonuna kadar Sirkeci’de yedek parçacılık yaptığı günlerdeki dostluk ilişkileri çuval dolusu para ayırarak bu hıyanet çizgisindeki gazeteyi çıkarmasına, kalemlerini millî varlığımıza kin ve nefret saçmak üzere kullanan, PKK başta olmak üzere hıyanet odaklarını desteklemeyi meşrep haline getiren, gazeteciliği militanlık sayan kişilere kol kanat olması uygun değildir.
Liberal makyajlı BAAS’çılıktan sabıkalı koro günlerdir canhıraş şekilde Büşra Ersanlı ile, Zarakolu’nun savunmasını yapıyorlar. Kendilerini meccani avukatlığın yanı sıra, hem savcı hem de yargıç yerine koyarak hükümler veriyorlar. Bunların nazarında profesör sıfatına sahip olmak, yayımcılık yapmak suçsuzluğun kesin karinesidir. Bu kişiler asla suç işlemezler, yasalara aykırı bir eylem yapmazlar. Suçsuzluklarını tartışmak bile abestir; ne yapmışlarsa meşrudur, yasaldır. Bu tarz kesin hükümlerle bakılınca Büşra Ersanlı’nın 70’li yılların başında, öğrencilik döneminde sol aktivistlerin arasında yer aldığı, 12 Mart döneminde 2 yıl cezaevinde kaldığı, pek çok militan gibi Ecevit affından yararlandığı doğal olarak görülmüyor. Ne var ki bunca savunma çabaları arasında zihinlere takılan birçok soru cevapsız kalıyor.
Meselâ etno-milliyetçi Kürt hareketini yürütenler yasal ve meşru zeminde görüşlerini savunmak istiyorlarsa neden Meclis’te grubu bulunan, anayasal bütün haklardan yararlanan BDP gibi bir partinin çatısı altında siyaset yapmıyorlar; neden PKK’nın legal görünüm kazanma amacıyla oluşturduğu KCK’nın Kandil’deki teröristlerle bağlantılarını görmezlikten geliyorlar ve bu bağlantının yapısından kaynaklanan talimatları yerine getirmek için çabalıyorlar?
Irkçı-ayrılıkçı terör örgütünün bölge halkı üzerinde egemenlik kurmak üzere yaptığı organizasyonları, baskıyı neden görmezlikten geliyorlar? KCK’nın örgütün bütün birimleri üzerinde merkezî vesayet kurmak üzere plânlanmış bir yapılanma olmadığını kim söyleyebilir?
Dünya’nın hangi ülkesinde ayrılıkçı görüşlerini bile rahatlıkla ifade edebilen yasal bir siyasî parti varken, bunun hiyerarşik amiri konumunda başka bir yapı oluşturarak siyasî partiyi kukla şeklinde kullanan başka bir örnek vardır?
Büşra Ersanlı münhasıran akademik faaliyetler yapan, bu bağlamda fikir ve düşüncelerini sergileyen bilim insanı olduğunu iddia ederek, tutuklanmasına neden olan bulguları, belgeleri yok saymanın hukukî izahı yapılabilir mi?
KCK’nın Siyasal Akademi adı altında örgüte militan hazırlamak amacıyla büyük şehirlerde yaptığı eğitim seminerlerinin, toplantıların Karayılan’ın talimatıyla yürütülen faaliyetler olduğu örgütün sitelerinden zaman zaman açıklanıyor. Savunucularına göre Ersanlı’nın bu tarz ajitasyon faaliyetlerine konuşmacı olarak katılması örgütsel yanı bulunmayan bilimsel bir eylem sayılmalıdır. Niye?.. Çünkü Silahlı Kuvvetlerden düzinelerce general, subay suç işleyebilir, hatta solculuk ve ayrılıkçılık imtiyazı olmayan öğretim üyeleri de suçlu olabilirler; ama madem ki bu hanım İnsan Hakları Derneği yöneticisidir, madem ki yüksek adalet duyguları nedeniyle ayrılıkçı-etnikçi harekete sempatizandır, madem ki PKK ile aynı tabana sahibiz diyen, terör eylemlerine açık ve zımni destek veren partinin üst kademesinde yöneticidir, o halde kesinlikle suçsuzdur, masumdur.
Eski Bitlis senatörü Sayın Kamuran İnan’ın kulakları çınlasın. Yıllarca önce “Dünya’nın hiçbir ülkesindeki aydınlar arasında bizdeki kadar fazla hain yoktur” demişti; pek çokları bu hükmü abartılı bulup tepki göstermişti.
Büşra Ersanlı olayı bir başka veçhesiyle ülkemizin nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini ortaya koyan düşündürücü bir örnektir. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıp Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarına kavuştuğu dönemde muhtemelen Dış İşleri Bakanlığı üzerinden, Türkiye bu kardeş devletlerle ilgili bir tespit ve çalışma yapmaya karar veriyor. Yürütülecek devlet politikasına yön verecek bu önemli iş için konunun uzmanı olarak Büşra Ersanlı münasip görülüp görevlendiriliyor. 2 yıl sonra Azerbaycan’da çok kritik gelişmeler yaşanırken, daha nitelikli ve güvenilir bir isim bulunamamış olsa gerek, Ersanlı’nın bu konuyla da ilgilenmesi uygun görülüyor. Bunları öğrendikten sonra Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin 20 yıldır neden patinaj yapmakta olduğunu uzun uzadıya araştırmaya gerek var mı?
KCK ile ilgili tatbikatları yürüten savcıların ve hâkimlerin ciddi bir suç emaresi yahut bulgusu olmaksızın karar verdiklerini ima etmek büyük haksızlıktır. Çünkü bu insanlar görevli oldukları mahkemelere yeni atanan genç ve tecrübesiz hukukçular değildir. Bu mertebedeki hâkimler ve savcılar mesleklerinde belirli bir kariyeri sahiplenen, sicillerinin elverişli olması nedeniyle tercih edilen, sorumluluklarının bilincinde olan, verdikleri kararlar nedeniyle belirli çevrelerden şiddetle eleştirileceklerini bilen insanlardır.
Marksist-Komünist gelenekten gelen ve benzer konulara her zaman şartlı refleks gösteren, kendilerini aydın olarak tanımlayan grup sık sık yaptıkları gibi vakit kaybetmeden bildiriler yayınlayarak, kalemlerini seferber ederek görevlileri psikolojik baskı altında tutmaya, kamuoyunun kafasını karıştırmaya yönelik yoğun bir kampanya yürütüyor. Bu kampanyanın bir diğer amacı Devleti problemin çözümünü, yasaların gereğini yerine getirmeye çalışmak yerine, terör örgütüyle müzakere yapılarak, istekleri karşılanarak anlaşma zemini hazırlamaya ikna etmektir. Örgütün sözcüleri her vesileyle isteklerinin ne olduğunu açıkça belirtiyorlar; statü tanınarak, bölgesel özerklik kazanılarak, Kürtçe’yi eğitim sistemine sokarak konfederal bir yapı oluşturmak; Türkiye’yi böylece önce ayrıştırıp uygun bir zamanda bağımsız devlet olmak. Solcu ve liberal aydınların ülkenin bütünlüğü, devletin bekası gibi kaygıları, millet sevgisi gibi duyguları, millî kimlik mülahazaları olmadığından ve bu yapılarını entelektüel bir vasıf sayıp kutsadıklarından, ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketi hem siyasette hem de sivil toplum alanlarında “ortak cephe” oluşturacak müttefikler bulabiliyor.
Neyse ki Türk halkının bu tarz kampanyalara karşı bağışıklığı var, kendisini aydın olarak tanımlayan kesimlerin zihniyetini, ideolojisini, tabiatını kırk yıldan beri müşahede ediyor. Bu yüzden yüzlerine hangi maskeyi takarlarsa taksınlar 70’li yılların günümüzdeki temsilcilerinin, kadim yoldaşların safsataları umdukları etkiyi yapmıyor. Yeter ki ülkeyi yönetenler, ilgili makamlar bunların gürültüsünden, propaganda gücünden ürküp geri çekilmeye kalkışmasınlar. Türkiye’nin huzuru ve güvenliği, devletin bekası, yasaların ve Anayasa’nın ödün vermeden, kararlı ve cesur şekilde uygulanmasına bağlıdır.