Yeni Anayasa Hazırlıkları Fetiş Haline Getirilmemelidir

“Kanun-i Esasi” olarak yürürlüğe koymamızdan başlayarak, 135 yıl zarfında değişik tarihlerde 6 yeni Anayasa yaptık. Bunların her biri hazırlanırken ülkemizde büyük problemler yaşanıyor, dar boğazlardan geçilmeye çalışılıyordu.
1876’da Kanun-i Esasi’nin hazırlık çalışmaları yapıldığı günlerde düvel-i muazzama’nın isteğiyle İstanbul’da Tersane Konferansı toplanmıştı. Osmanlı Devleti’ne  Rumeli’de ayaklanma halinde olan Hıristiyan tebaasına otonomi anlamında siyasal statü tanınması, bağımsızlıklarını özerklik adıyla tescil edilmesi hususunda baskı yapılıyordu. 

Sadrazam Mithat Paşa yönetimin meşruti yapıya kavuşması amacıyla  hazırlanan ve bütün tebaaya birçok Avrupa ülkesinin bile sahip olmadığı hak ve özgürlükleri sunan Kanun-i Esasi’yi top ateşleriyle ilân edip toplantı halindeki yabancı devlet temsilcilerine bunun bilgisini sunarken çok ümitliydi. Çünkü Devlet-i Aliye’den ıslahat adıyla istenen yaptırımların tamamına yakını Kanun-i Esasi kapsamında yerine getirilmiş oluyor, maruz kalınan dış baskıların gerekçeleri ortadan kalkıyordu. Ancak yabancı temsilcilerin tavrı Osmanlı ricalinin düşündüğü gibi olmadı. Çünkü onların isteği meşruti bir idare kurularak ahalinin tümüne daha geniş hak ve özgürlükler tanınması, yaşanan karmaşanın sükûn bulması değil, Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan ahalinin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıydı. Nitekim 93 harbiyle bu proje Rumeli’de büyük çapta uygulanmaya kondu. Doğu Anadolu’da ise 6 vilayeti kapsayan ıslahat plânıyla bağımsız bir Ermeni devletinin kurulmasının ilk adımı atıldı.
Benzer bir gelişme 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı sürecinde yaşandı. İttihatçılar Rumeli’de elimizde kalan son toprak parçası Makedonya’da sürüp gelen etnik çatışmaların durdurulmasının ve dağılmayı önlemenin tek yolunun Kanun-i Esasi’nin gerekli değişiklikler yapılarak yeniden yürürlüğe sokulması olduğunu düşünüyorlardı. Bunu sağlamak üzere Ermeni komitacılarıyla işbirliği imkânlarını müzakere ediyorlardı.
Meşrutiyet ikinci defa 1908’de “Türk, Yahudi, Rum, Ermeni / Gördük bu rûzi rûşeni” gösterileriyle ilân edilirken ittihatçılar problemlerin çözüleceğine samimiyetle inanmışlardı. Çünkü Genç Osmanlıların başlattığı İttihad-ı Anâsır politikasının başarılı olacağına, Osmanlı vatandaşlığı üst kimliği altında eşit konuma getirilen bütün ahalinin, Müslüman ve Hıristiyan unsurların devlete sadakatle bağlı kalacağına kaniydiler. Ancak etnik temelli siyasal taleplerin, milletleşme girişimlerinin etnik nitelikli ödünlerle çözülemeyeceği kısa zamanda görüldü. Hıristiyan unsurların hepsi bir yıl bile geçmeden siyasal projelerini art arda hayata geçirdiler. Devlet-i Aliye’nin sadık tebaası olarak ortada millî kimliklerini, diğer unsurları rencide etme kaygısıyla telaffuzdan bile çekinen Türkler kaldı.
1961 Anayasası Cumhuriyet döneminde yeni bir Anayasa’nın her derde deva olabileceği inancıyla yapılan iddialı bir girişimdir. 27 Mayıs askerî darbesiyle on yıllık DP iktidarı anayasal suç işledikleri iddiasıyla mahkûm edilmiş, yaşanan sorunların 1924 Anayasası’nın kusurlarından ileri geldiği düşüncesiyle köklü bir reform yapılmasının önü açılmıştı. Bu amaçla yürütülen çalışmalar sonucunda kuvvetler ayrılığı sistemi güçlendirildi, çift meclis kuruldu; yasama ve yürütme organlarıyla yargı arasındaki ilişkiler netleştirilerek yargı bağımsızlığı sağlandı. Anayasa Mahkemesi kurularak, Danıştay’ın yetkileri genişletilerek idarenin bütün karar ve işlemlerinin, yasaların uygulanmasının Anayasa’ya uygunluğu denetim altına alındı. Ancak bir süre sonra teorik olarak mükemmel görünenlerin pratiğe uymadığı fark edildi. İleri ölçüde liberal bir anlayışın ürünü olan yeni anayasal sistemin, devlet çarkının işleyişini ciddi şekilde engellediği, giderek tırmanan toplumsal ve siyasal çalkantılarda bunun rolünün olduğu görüldü.
71 muhtırasıyla kurulan askerî vesayet hükümetinin ilk yaptığı işlerden biri devlet mekanizmasının çalışır hale gelmesini temin etmek, Anayasa Mahkemesi’nin işlevini yasalarla belirlenen çerçeveyle sınırlandırmak üzere Anayasa’da önemli değişiklikler yapmak oldu.
12 Eylül darbesini yapan askerî yönetim, yeni bir anayasa yapmak üzere Danışma Meclisi’ni kurarken, bu tarihe kadar yaşanan problemlerin, binlerce cana mal olan anarşinin esas nedeninin 61 Anayasası’nın yetersizliği olduğunu inanıyor, Türkiye’nin huzurlu ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için bu eksikliği telafi etmeyi düşünüyordu. Aradan 29 yıl geçtikten sonra daha önce yaşanan tecrübelerde olduğu gibi yapılırken ideal olduğuna inanılan Anayasa’nın beklentilere cevap vermediği, ihtiyaçları karşılamadığı, gelişen ve büyüyen Türkiye’ye dar geldiği ortaya çıktı.
Ülkenin ve Dünya’nın içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik şartlara, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren, parlamenter, demokratik düzenin oluşumunu ve aksamadan işleyişini sağlayan, hak ve özgürlükleri güvence altına alan mükemmel bir anayasaya sahip olmamız hususunda toplumsal bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Ancak 135 yıldır bu konuda yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, yeni anayasa arzusunun fetiş haline getirilmesi, bununla bütün problemlerimizin çözüleceğinin düşünülmesi son derece yanlıştır; bu tarz bir yanılgıya yeniden düşülmesi durumunda milletimiz geçmişte yaşadıklarımıza benzer yeni hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalabilir. Türkiye’nin mevcut sosyal ve siyasal sıkıntıları artarak devam eder. Anayasa sonuçta yasal bir metindir. Bunun toplumsal, kültürel ve tarihî karşılıkları bulunmuyorsa, felsefesini ve zihniyetini toplum benimseyip, içleştiremiyorsa kağıt üzerine yazılanların uygulanma kabiliyeti sınırlı kalır. Sonuçta yeni anayasa beklentileri, istekleri sürüp gider.
Bazı vakıf ve dernekler üzerinden bir süredir yürütülen yeni anayasa hazırlama girişimlerinin önemli özelliği bu grupların toplumsal mutabakat arama ihtiyacı duymamalarıdır. Demokratlığı sadece kendileri gibi düşünen insanlar için tasavvur eden bu totaliter anlayışın, liberal bir görünüm altında yeni anayasaya hâkim kılınmak istenmesi, basın üzerinden yürütülen yoğun bir kampanyayla siyasî iktidarın yönlendirilmeye çalışılması meseleyi daha baştan tartışmalı hâle getiriyor; makul bir çözüm için açık tutulması gereken kapılar kapatılmaya çalışılıyor.

MİLLÎ KİMLİĞİMİZ ANAYASA’DA VURGULANMALIDIR

Varlıkları İstanbul sermayesinin büyük desteğine bağlı olan bu kesimlerin 20 yıldır çeşitli vesilelerle öne sürdükleri görüşlerin, yaptıkları tekliflerin temel hedefi, “nötr anayasa” başlığı altında millî kimliğimizi yansıtan ifadelerin metinden tümüyle çıkarılarak, Türk Milleti kavramının reddedildiği, coğrafyayı referans alan tarihsiz, kimliksiz, millî kültürün yok sayıldığı yeni bir toplum yapısı oluşturmak, kozmopolitizmi anayasal statü haline getirmektir.
Bu çevrelere göre, “millet kavramı toplumun farklılıklardan oluşan çoğulcu yapısından kaynaklanan özgürlükçü demokrasiyle uzlaşmakta zorlanan bir tarzda ‘türdeş’ bir toplum yapısını anlatmaktadır. Çağdaş, çoğulcu-çok kültürcü demokrasi anlayışına da, Türkiye toplumunun türdeş olmayan çoklu-çoğulcu yapısına da ters düşen düzenleme ve yorumlar milliyetçilik ideolojisinin anayasa içindeki güçlü konumunu yansıtıyor.” Bu hükümlerden yola çıkılarak Anayasa’da Türk kimliği yer almasın, okullarda din dersi okutulmasın, Diyanet kaldırılsın, dinî hizmetler cemaatlere bırakılsın, yerel yönetimlere özerklik tanınsın gibi talepler art arda sıralanıyor. Hatta isteklerini daha da somutlaştırarak aralarından Türk Milleti yerine “Türkiye Milleti” tabirinin Anayasa’da yer almasını isteyenler de çıkıyor. Anayasal yurttaşlık ve Türkiyelilik gibi tanımlamaların metinde esas alınmasını başarmaları durumunda, bunun “Türk milleti olgusu”nun sosyolojik mahiyetinin inkâr edilmesi, Türklüğün sıradan bir etnik unsur konumuna indirgenmesi anlamına geleceğini bilmemeleri düşünülemez.
Millî kültürün ortak bir payda oluşturmadığı çok kültürlü toplumlarda yaşanan kimlik ve sadakat sorununu aşmak, bir tür sivil bağ olarak işlev yaparak birlikte yaşama imkânını sağlamak üzere Anayasal yurttaşlık kavramıyla ifade edilen soyut anayasal değerler temel alınır. Ancak Türkiye, bazılarının iddia ettiği gibi birbirinden kompartımanlarla ayrılan çok kültürlü etnik bir mozaik değildir. Soyut bir anayasal değeri millî kimliğin yerine ikameye çalışmak yapay bir zorlama olur. Bunun toplumsal karşılığı, kültürel gerçekliği yoktur. Anayasal yurttaşlık kavramı statü anlamında algılanmak suretiyle bireyin siyasî ve hukukî konumunun belirlenmesi açısından kuşkusuz önemlidir. Bireysel hak ve özgürlüklerin anayasadaki başlıca referans kaynaklarından biridir.
Anayasada bireysel hak ve özgürlüklerin eksikliklerinin giderilmesi, çağdaş, demokratik değerleri kapsayacak şekilde güçlendirilmesi anayasal yurttaşlığı metinde soyut bir kavram olarak kalmaktan çıkarır, dinamik ve işlevsel özellik kazandırır.
Bu coğrafyayı 11.yüzyıldan beri Türkiye diye adlandıran Batılılar, bununla bir ırkı değil bu topraklarda var olan kültür ve medeniyeti oluşturan milleti kastediyorlardı. Fransa coğrafyasında yaşayanlara Fransa milleti, Almanya coğrafyasındakileri Almanya milleti diye adlandırmak ne kadar absürit bir tercih olursa bu toprakların halkına Türkiye milleti demek, Türk Milleti adını Anayasa’dan çıkartarak Türk kimliğini yok saymak sosyolojik ve tarihî gerçekleri inkâr anlamına gelir.
En az bir Fransız, bir Alman yahut bir İtalyan kadar kimliğimizi adlı adınca kullanmak milletimizin doğal hakkıdır. İdeolojilerden arındırılmış nötr bir anayasa yapılmalı diyerek Türk kimliğini yansıtan ifadeler metinden çıkarılırsa, bu topraklarda yaşayan insanları yüzyıllar boyunca bir arada tutan kültür, inanç, medeniyet ve tarih ortaklıkları yok sayılmış olur. Sosyolojik bir evrenin eseri olan millet olgusu yerine çağdışı bir köken ve ırk anlayışı anayasal zemin bulur. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu safsatası hukuken tescil edilmesi suretiyle toplumsal ayrışma kaçınılmaz hale gelir.

KÜRTÇE EĞİTİM DİLİ OLAMAZ

Anayasa’da gerekli düzenlemeler yapılarak, Türkçe dışındaki dillerin de okullarda okutulup öğretilmesine imkân tanınması için yapılan girişimlerin asıl amacının Kürtçe’yi Türkçe’yle birlikte kamusal alanda kullanılır duruma getirmek olduğu aşikârdır. Ülkemizin en büyük sorunu olan ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin sözcüleri her vesileyle bu yöndeki taleplerini dile getiriyorlar; hatta bunun terör örgütünün silah bırakmasının ön şartı olarak ileri sürüyorlar.
Terör yöntemiyle Türkiye toprakları üzerinde iki milletli bir yapı inşa etmenin mümkün olmadığını gören terör örgütü, yeni anayasa üzerinden amacına ulaşmak istiyor. Etnik fitneyi terörist bir hareket olarak görmeyen, isteklerini haklı ve meşru sayan, devleti bu isteklerini yerine getirmediği için suçlayan bazı liberal ve solcu çevrelerin demokratikleşme adına bu paralelde tavır almaları, Türkiye’yi yeni anayasa konusunda kritik bir noktaya getirmiş bulunuyor.
Kürtçe öğrenmek hususunda şu anda hiçbir engel yoktur. TV dahil her türlü Kürtçe yayın yapılabiliyor; kurslar açılabiliyor, kitap, dergi ve gazete çıkarılabiliyor. Bazı üniversitelerde YÖK’ün icazetiyle Kürdoloji Enstitüleri kurulmuş bulunuyor. Bunlarla yetinmeyerek Kürtçenin eğitim dili olmasını istemek demokratik bir hakkın kullanılması değil, doğrudan devletin üniter yapısının zedelenmesi, toplumun Anayasa üzerinden resmen ayrıştırılması anlamına gelir.
Türkçe sadece devletin resmi dili değil bu topraklar üzerindeki millet varlığının temel direğidir. Entelektüel fantezi olarak kaldığı sürece, çok kültürlülük veya kültürel çoğulculuk gibi görüş ve iddialar konuşulup tartışılır. Ama bunlar esas alınarak anayasal bir operasyona kalkışılırsa bu Türkiye’nin pek uzun olmayan bir zaman sonra bölünmesine yol açar. Etnik fitnenin amacının bu olduğu, aydın olarak tanımlanan bazı kesimlerin de bu niyete sıcak baktıklarını herkes görüyor. Kürtçe’nin eğitim dili olmasını isteyenler, bireysel planda kültürel bir hakkın kullanılmasını değil, ayrılıkçı etnik bilincin devletin okulları kanalıyla yaygınlaştırılmasını, derinleştirilmesini istiyorlar.
Millet adı verilen tarihî ve sosyolojik olgunun hem oluşumunda hem de devamında birinci faktör konumunda bulunan dilin yani Türkçe’nin, bu işlevini yapamaz duruma gelmesi, ilk safhada toplumsal çözülmeye, ayrışmaya, ardından siyasal dağılmaya yol açar. Tarihimizde bu örnekleri yaşadığımızı asla unutmamalıyız.
Kamusal alanlarda ve okullarda Türkçe’nin yanında ikinci bir dilin varlığına imkân tanımak halen PKK üzerinden yoğun şekilde sürdürülen etnik bilinç oluşturma girişimlerine güçlü bir dayanak sağlar; etnik fitneye şiddetle üzerinde durduğu pedagojik zemin devlet imkânlarıyla sunulmuş olur. Bu tuzağa kesinlikle düşülmemelidir.

YEREL YÖNETİMLER KONUSU

Anayasa tartışmalarında öne çıkarılan konulardan biri de yerel yönetimlerin durumudur. Merkezî yönetimin yetkilerinin azaltılması, yerel yönetimlere inisiyatif tanınması hususunda Tanzimat’tan bu yana birçok uygulamalar yapılmış, kararlar alınmıştır. Geçen yüzyılın başlarında “adem-i merkeziyetçilik” konusu tartışılırken, bu tezi gündeme getiren Prens Sabahattin, siyasî adem-i merkeziyetçilikle, idari ademi merkeziyetçiliğin farklı olduğunu, siyasî mahiyettekinin bölünmeye yol açabileceğini, bu nedenle kendisinin idari anlamda adem-i merkeziyetçiliği savunduğunu uzun uzadıya anlatmıştı.
Yakın dönemlerde yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi amacıyla ilgili yasalarda birçok değişiklikler yapıldı. Özellikle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (bazı çekinceler koyarak) imzaladıktan sonra, gereken uyumun sağlanması yönünde adımlar atıldı. Belediye Kanunu, Özel İdare Kanunu, Büyükşehir Belediye Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle merkez-i idarenin yerel yönetimler üzerindeki idari vesayet yetkisi sadece “hukuka uygunluk” ve “yargıyı harekete geçirme yetkisi”ne indirgenmiştir. Yerel yönetimin organlarının işlemlerini onaylama yahut onaylamama yetkisi kaldırılmıştır. Keza bu şarta uygun olarak ülkemizde yerel yönetimlerin karar organlarının seçimi yerel seçimler döneminde seçmenler tarafından yapılmaktadır. Yerel yönetimlerimiz yasaların belirlediği sınırlar içinde olmak şartıyla yönetim yapılarını oluşturmaktadır.
5393 Sayılı Belediye Yasası’nın 48.nci maddesine göre, belediye teşkilatı norm kadroya uygun olarak yazı işleri, mali hizmetler, fen işleri ve zabıta birimlerinden oluşmaktadır. Belediyelerin nüfusu, fizikî ve coğrafî yapısı, ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleriyle gelişme potansiyelleri dikkate alınarak, norm kadro sistemine uygun olarak gerektiğinde sağlık, itfaiye, imar, insan kaynakları, hukuk işleri ve ihtiyaca göre diğer birimler kurulabiliyor.
Bu birimlerin kurulması, kaldırılması ve birleştirilmesi Belediye Meclisi kararıyla olmaktadır. Yasanın bu maddesine göre artık her belediye ihtiyaçlarına ve yapısına uygun olarak farklı biçimde örgütlenmektedir. Özetle Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ülkemizde 20 küsur yıldır zaten uygulanmaktadır. Şartın onayladığımız maddeleri bir tarafa, 2005 yılında yapılan yasal düzenlemelerle birlikte çekince koyduğumuz maddelerin önemli kısmını da halen ihtiyari olarak uyguluyoruz.
Radikal liberalci çevreler ile ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketini yürütenler bunları yeterli görmüyorlar. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın isteklerini karşılamakta yetersiz kaldığını, bunun daha ilerisini talep ettiklerini açıkça söylüyorlar. 14 Temmuz’da Demokratik Toplum Kongresi’nde “Demokratik Özerklik” talebine ilişkin açıklama bu çevrelerin esas amaçlarının Türkiye’nin yönetim yapısını değiştirerek konfederal bir yapılanmaya dönüştürmek olduğunu bir kere daha ortaya koymuş bulunuyor.
Özerklik, muhtariyet yahut otonomi merkezî örgüt yapısını, dolayısıyla devlet hiyerarşisini reddederek egemenliğin belirli ölçülerde özerk bir yönetime devredildiği, merkezî yönetimle ilişkilerin birkaç alanla sınırlı tutulduğu, valinin mahallinden seçildiği konfederatif bir yapılanmayı öngörür. ABD gibi kendine özgü tarihî, siyasî ve kültürel ortama sahip bir ülkede uygulanmakta olan federatif sistemi model olarak öne sürmek Türkiye’nin şartlarıyla kesinlikle bağdaşmaz. Belli çevrelerin demokratik özerklik adıyla öne sürdükleri istekler demokratikleşme adı altında konfederatif bir sistem kurularak elverişli bir ortam bulunması durumunda bağımsızlığı, ayrılmayı amaçlayan politik bir projedir.
Demokratik sivil anayasa fantezileriyle bazı entelektüel muhitlerde destek bulan bu taleplerin karşılanması durumunda Türkiye kısa zamanda eski Yugoslavya’nın akıbetiyle karşı karşıya kalır. Bu etnik tuzağa kesinlikle düşmemeliyiz. Yerel yönetimlerin daha verimli çalışmalarının sağlanması, bürokrasinin azaltılması, şartlar, imkânlar ve ihtiyaçlar gözetilerek yasalarda yapılacak değişikliklerle her zaman gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla bu konunun anayasa metninde genel prensiplerin belirlenmesinin ötesinde ayrıca zikredilmesi gereksiz bir zorlama olur.

CUMHURBAŞKANI’NIN YETKİLERİ ve SEÇİM SİSTEMİ

1982 Anayasası’nda önceki anayasalarda temsil makamı konumunda olan Cumhurbaşkanı’nın yetkileri genişletilmiş, yarı başkanlık sistemini anımsatacak tarzda işlevsel kılınmıştır. Devletin hemen hemen bütün üst düzey yöneticilerinin, valilerin, üniversite rektörlerinin, Anayasa Mahkemesi Üyelerinin, üst mahkemelerin yargıç ve savcılarının atanmalarının siyasal sorumluluğu bulunmayan bir makam tarafından yapılması parlamenter demokratik sisteme uymadığı öne sürülerek, sürekli şekilde tartışıldı.
Cumhurbaşkanı’nın birçok yetkileri son iki yıl içerisinde Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle eskisine nazaran hayli azaltılmış bulunuyor. Ayrıca Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra halk tarafından seçilecek olması makamın siyasal pozisyonunun tahkimi anlamına geliyor. Bu hususlar dikkate alındığında Cumhurbaşkanı’nın yetkileriyle ilgili bazı rötuşlar yapılmakla beraber, eskiden olduğu gibi sırf temsil makamı konumunda kalmaması yani şimdiki gibi işlevsel kılınması yönetimin istikrarlı ve ahenkli işlemesi bakımından daha yararlı olacaktır. Çünkü siyasî dengeler demokratik sistemlerde her zaman değişebilir. Yakın zamanda bizde yaşandığı gibi koalisyonlar kurulabilir. Ülkemizde parlamenter sistemin işleyişinde Seçim ve Siyasî Partiler Kanunu’nun etkisiyle yürütme organı yasama organının fevkinde bir işleve sahiptir. Yasama organının yasaların hazırlama ve değiştirme dışında icraî yetkisi son derece sınırlıdır. Halkın oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanı’nın sadece kendisine sunulan kararnameleri imzalayan onay makamı olması durumunda, yürütme organı bir nevî hiyerarşik üstünlük kazanır. Bunun yerine Cumhurbaşkanı’nın yasalarla belirlenen ölçüde işlevinin bulunması demokratik bir yapılanmanın ruhuna ve anlamına daha uygun olur.
Yeni bir anayasa yapılması sürecinde Seçim Kanunu ile Siyasî Partiler Kanunu’nun ele alınarak demokratik sistemin işleyişini aksatan hükümleri daha fazla geciktirilmeden düzeltilmelidir. Bu cümleden olarak bazı Avrupa ülkelerinde uygulanan dar bölge ve çoğunluk sistemi ile daha adil bir temsil tablosunun ortaya çıkması sağlanabilir. Bu arada çok tartışılan seçim barajı meselesi de böylelikle çözülmüş olur.
550 milletvekilinden 100’ünün Türkiye Milletvekili olarak ayırt edilmesi bu seçimlerde % 3’ün üzerinde oy alan partiler arasında aldıkları oy oranına göre taksim edilmesi siyasî görüşlerin Meclise daha adil bir şekilde yansıtılmasını sağlayacak bir yoldur.
Siyasi Partiler Yasası bugünkü haliyle parti genel başkanlarını tek seçici konumuna getiriyor, tek söz sahibi ve belirleyici kılıyor. Böylelikle genel başkanların iç eleştirme imkânı ortadan kalkıyor. Ancak tek seçici işlevini yapan genel başkanların belirlediği isimler milletvekili yahut bakan olabiliyorlar. Daha önce adayların belirli bölümünü partili delegelerin katıldığı ön seçimle belirlenirken bu uygulama uzun zamandan beri gündemden kalktı, merkez yoklaması yolu geçerli kılındı. Parti içi istikrarın ve disiplinin korunması gereği de dikkate alınarak parti üyelerine daha etkili olabilecekleri bir alan tanınması, merkez yoklaması yönteminin belirli ölçüde yumuşatılması siyasete katılımın genişletilmesi açısından yararlı olacaktır. Katılımcı demokrasinin kapıları böylece açılacaktır. Bu değişikliklerden anayasada zikredilmeleri gerekenler genel esaslar halinde metinde yer almalı, bir çerçeve belirlenmeli ancak bir an önce ilgili yasalardan gerekli düzenlemeler ayrıntılı şekilde yapılmalıdır. Demokratik düzenin hayata geçirilebilmesi, ahenkli ve işlerli hale getirilebilmesi için Anayasa’yla Seçim ve Siyasi Partiler Yasası arasında uyumun sağlanması şarttır.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NIN DURUMU VE CEM EVLERİ KONUSU

Cumhuriyetin ilk yıllarında kuruluş felsefesine uygun olarak dinî nitelikli bütün örgütlenmeler ortadan kaldırıldı. İslâm dininin inanç ve ibadetlere ilişkin işlerini yerine getirmek üzere 03 Mart 1924’te “Diyanet İşleri Reisliği” kuruldu. Osmanlı döneminde merkezi bir din kurumu olarak Şeyhülislâmlık makamı bulunuyordu.  Özgün bir cumhuriyet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurumsal kimliğini bu gelenekle ilişkilendirerek anlamak dinî ve tarihî tecrübeye uygun düşmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla bir yandan din hizmetleriyle ilgili boşluğun doldurulması temin edilmiş, diğer yandan kurgulanan ulus devlet anlayışına uygun toplumsal bir birleşmenin gereği olarak din örgütlenmesinde yetkili bir kurumun inşası sağlanmıştır. Bu Başkanlık kurulurken mistik tecrübeyi değil, bilgiyi merkeze alan bir din anlayışının geliştirilerek güvence altına alınması düşünülmüştür. Başka bir ifadeyle Diyanet mistik bir tecrübeyi değil bilgiyi merkeze alan bir din anlayışını geliştirmek, dolayısıyla mezhep, cemaat ve tarikat gibi alt inanç yapılanmalarından bağımsız bir şekilde din hizmeti sunmak üzere kurgulanmıştır. Diyanetin tamamen kaldırılmasını savunan görüşler cumhuriyetin diyanet projesiyle çeliştiği gibi, siyasî ve idarî örgütleme biçimiyle de ters düşmektedir. Türkiye’nin hem sosyo-kültürel yapısı hem de tarihî geleneği dinî hayatın huzur ve istikrar içerisinde sürdürülmesi açısından Diyanet İşleri Başkanlığı’nı zarurî kılmaktadır. Ancak bu kurumun taşımakta olduğu büyük sorumluluğun bilinci içinde daha mükemmel organize olması, yüksek nitelikli personelle takviye edilmesi, İslâm içi inanç gruplarının tamamına hizmet verecek bir faaliyet ortamına ulaşması, bu anlayışı kamuoyuna gerekli şekilde yansıtması büyük önem taşımaktadır.
Alevilik bu ülkenin ve kültürümüzün gerçeğidir. Alevilerin sorunları sadece Alevileri değil toplumun bütününü ilgilendirmektedir. Toplumsal huzurun, barışın ve istikrarın sağlanması bu sorunların bir an evvel halline bağlıdır. Dolayısıyla başta Devlet olmak üzere, bütün kesimlere düşen görevler vardır.
Din duygusu gibi ibadet ihtiyacı da doğuştan vardır. Yaratıcıya olan sevginin sonucu, insanın sırf Allah için yaptığı her bilinçli fiil ibadet olur. Dolayısıyla ibadet bilinci ve zevki için yapılan Cem töreni de bir ibadettir. Buna göre Cem töreninin icra edildiği mekân olan Cemevi de ibadethane olmaktadır. Ancak Cemevi’nin ibadet yeri olarak kabul edilmesi onu camiye alternatif kılmaz. Çünkü her şeyden önce Cemevi bütün Müslümanlara değil sadece Alevilere özgü, mistik kurumsallıkla ilgili özel bir ibadet yeri konumundadır. Üstelik geleneksel Alevilikte Muharrem cemi hariç Cem törenine musahip olmayanlarla çocuklar katılamamaktadır. Cemevi “cemaat evidir, cemiyet evi değildir” sözü buranın özel ibadet yeri olduğunu yansıtmaktadır. Oysa cami bütün Müslümanlara açık bir ibadethanedir. Bunun yanı sıra caminin “mabet” özelliği vardır. Her dinin itikat sistemi olduğu gibi Yahudilerin havrası, Hıristiyanların kilisesi, Müslümanların camisi bulunmaktadır. Başka bir deyişle dini temsil eden mabet tektir.
Aleviliği bir din hatta dini inançla ilgisi olmayan otantik bir kültür olarak algılayan, Alevileri bu anlayışa yönlendirmeye çalışan ve büyük çapta Almanya üzerinden yürütülen girişimler, Türkiye’de sosyo-politik bir problem oluşturmayı, toplumu ayrıştırmayı amaçlamaktadır. Dış merkezli bu tarz yaklaşımlar Alevi yurttaşlarımızın büyük çoğunluğu nezdinde kabul görmemektedir. Aleviliğin sorunları başta Cemevleri konusu olmak üzere, halledilirken meselenin dış kaynaklı tahrik ve yönlendirme girişimlerinden uzak tutulmasına özen gösterilmelidir.
1925 yılında çıkarılan 677 Sayılı Yasa’yla Bektaşî dergâhlarıyla birlikte bütün tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Bu yasanın değiştirilmesi anlamına gelen teklifler yapılırken konunun sadece Alevi-Bektaşîleri değil, yerleşik geleneklere ve örgütlenme biçimine sahip diğer tarikatları da doğrudan ilgilendirdiğini, onların da aynı doğrultuda talep ve beklentilerinin bulunduğunu düşünmek gerekir. Bu sorun vakıf müessesesinin tarihî ve sosyal işlevini yerine getirdiği dönemlerdeki rolü göz önünde tutularak, bu müesseseyi esas hüviyetinden uzaklaştırmaya neden olan yasa değişikliği amaca uygun şekilde düzeltilmek suretiyle, uygun bir formülasyonla çözülebilir. Ülkemizde toplumsal huzurun sağlanması ve demokratik nizamın tahkimi bakımından büyük önem taşıyan bu mesele, daha fazla vakit kaybedilmeden halledilmelidir. Ancak konunun görünenden daha karmaşık ve çok yönlü olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Soruna çözüm bulmak için çalışılırken daha çetrefil sorunların ortaya çıkmasına yol açılmaması hususunda özen gösterilmelidir.

ASKERÎ YÜKSEK İDARE MAHKEMESİ VE ASKERÎ YARGITAY’IN KONUMLARI

Askerî yargıda bazı düzenlemeler yapılmalıdır. Askerî Yüksek İdari Mahkemesi, demokratik ülkelerin anayasalarında yer almayan, Türkiye açısından günümüzde varlığına ihtiyaç olmayan bir organdır. Bu mahkemenin işlevi Danıştay dairelerinden biri tefrik edilerek yerine getirilmeli, AYİM kaldırılmalıdır.
Keza aynı durum Askerî Yargıtay için de söz konusudur. Askerî mahkemeler askerlik mesleğinin icrasından kaynaklanan meslekî ve inzibati davalara bakmak üzere devam etmeli, ancak temyiz süreci Yargıtay’ın ilgili daireleri üzerinden yürütülmelidir.