Türk Toplumunun Sinir Uçlarıyla Oynanmamalı

1 Ekim 2011
Nuri GÜRGÜR

Bazılarına göre, PKK’nın 14 Temmuz’da 13 askerimizin şehit olduğu Silvan saldırısı örgütün strateji değişikliğ yaptığı anlamına geliyor. Kürt milliyetçiliğinin önemli isimlerinden Orhan Miroğlu da bu fikirde: “Silvan eylemi yeni bir stratejinin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Eylemin gerçekleştirildiği gün Diyarbakır’da ilan edilen Demokratik Özerklik, yeni stratejinin üstünde yürüyeceği paradigmayı da gösteriyor… Yeni paradigma  Kürtleri Demokratik Özerliğe davet ederek ve bunun için yeni bir savaş göze alarak, PKK’nın Kürt halkının tamamını desteğini alabileceğine hesap ediyor”.

 

Aslında PKK strateji değişikliğini Silvan saldırısından çok daha önce yaptı. Öcalan İmralı duruşmaları sırasında bunu açıkça ifade etti. 1984’de başlayan ayaklanmanın ilk dönemlerinde terör yöntemiyle belirli alanlarda hâkimiyet kurarak, bağımsız bir Kürt Devleti oluşturmayı hedef alan Öcalan, burada Türkiye Devleti’ni silah gücüyle yenemeyeceğini kabul etti. Yargılandığı sırada Türk Ordusuyla çatışmaya girmek gibi bir yanlışı tekrarlamayacaklarını , yeni stratejilerinin  Demokratik Cumhuriyete birlik olduğunu, siyasî yolları kullanacaklarını açıkladı. Ancak PKK silahı elinden hiç bırakmadı;   başta Kandil olmak üzere  yerleştiği yerleri terk etmedi. Öcalan’ın yargılanma sürecinde ciddi bir sarsıntı geçiren terör örgütü  Türkiye’nin  değişen şartlara paralel olarak yeni bir mücadele konsepti belirleyememesi, etkili bir politika yürütememesi nedeniyle 2003’den itibaren toparlanma sürecine girdi. Faaliyetlerini kırsaldan şehirlere, siyasal alanlara kaydırdı. Kitle tabanını genişletmek, yerel yönetimlere hâkim olmak amacıyla KCK  ve DTK  gibi yeni organizasyonlar kurdu.  Geçmiş dönemlerden edindiği tecrübelerden yararlanarak genel ve  yerel seçimlerde planladığı sonucu almak için yoğun çaba harcadı. Mesela 12 Haziran seçimlerinde bir tek oyunu bile ziyan etmemek için çok ince hesaplar yaptı,  adaylar arasında her birinin çıkmasını  temin edecek şekilde matematiksel olarak  dağılımını sağladı.

Bu çok yönlü  ve kapsamlı çalışmaların semeresini almış bulunuyor.  PKK  bugün bölgede yüze yakın Belediye’yi doğrudan kontrolünde tutuyor. Bunların maddi imkânlarını, personel yapısını, yasal yetkilerini dildiği şekilde kullanabiliyor. Son seçimlerde bir hamle daha yaparak bazı İslamcı  Kürtçülerin ve Marksist kesimden bilinen isimlerin yer aldığı  bir ortak cephe oluşturdu. Böylece 70’li yıllarda Kürt halkına  özgürlük sloganıyla kitlesel bir taban edinmeye , ideolojik-etnik koalisyon kurmaya, bu platformu kontrolüne alarak, lokomotif olmaya çalışan  sol sosyalist gruplar günümüzde PKK’ya biat ederek vagon konumuna gelmeyi kabullendiler.

Son aylarda PKK’nın yekpare bir yapı olmadığı, Öcalan’ın “önder” olduğu her fırsatta tekrarlansa bile,  Kandil’de ve Avrupa’da  kendi inisiyatiflerini kullanan başka “baş”ların da bulunduğu  sıkça tekrarlanıyor. Buna örnek olarak Devlet’in Öcalan’la yürüttüğü görüşmeler anlaşma aşamasına geldiği sırada, Silvan saldırısıyla pişmiş aşa su katıldığı, bunun   “Şahinler” diye tanımlanan  Duran Kalkan Cemil Bayık gibi elebaşlar  tarafından   yapıldığı öne sürülüyor.

Yaz aylarında gelişen olaylar ilk bakışta bu görüşleri doğruluyor. Devlet adına Öcalan ile görüşmeler yapıldığı, birkaç başlık üzerinde  ön mutabakat sağlandığı aylardır söyleniyordu. Ancak bunların içeriği tam olarak bilinmiyordu.

Son  günlerde gazetelerde çeşitli  kaynaklardan yapılan açıklamalar, çıkan yazılar nelerin cereyan ettiğini ortaya koyuyor. Görüşmelerin  Devlet açısından hangi amaç ve niyetle yapıldığı bilinmemekle beraber,  karşılıklı taktik manevraların yürütüldüğü, bazı pratik sonuçların umulduğu  anlaşılıyor.

Anlatılanlara göre, üç konuda anlaşma sağlanıyor. Ancak Kandil’dekiler bunları yeterli  bulmuyorlar; Demokratik Özerklik taleplerinin  Hükümet  tarafından kabul edilip  imzaya bağlanmasını, keza kimlik ve dil gibi konularda da aynı adımın atılmasını istiyorlar. Türkiye’nin teröristlere teslimi anlamına gelen bu saçma (absurit) istekler yerine getirilmeyince eylemlerini tırmandırma kararı alıyorlar. Öcalan’ın  “anlaştık, barış konseyi kurulacak” açıklamasına aldırmadan, 14 Temmuz günü  bir yandan DTK ‘yı toplayarak Demokratik Özerklik ilan edilirken, aynı saatlerde Silvan saldırısı yapılarak Türkiye Devleti’ne   açıkça meydan okunuyor.

Bu gelişmelerin Öcalan’a rağmen ve onun isteği dışında yapıldığını öne sürenler  Devlet’in her şeye rağmen görüşmeleri sürdürmesini, siyasî kanalları çalıştırmasına, askerî operasyonların  olabildiğince azaltmasını istiyorlar. Terör eylemlerinin artmasının Devletin yanlış politikasından kaynaklandığını, KCK’lıların tutuklanıp yargılanmalarını, duruşmalardan Kürtçe savunma yapmalarına izin verilmemesini, son olarak Kandil’e yönelik hava operasyonlarının PKK’yı kışkırttığını iddia ediyorlar. Bu çevrelere göre  Devlet’in tavrı hatadır, bu uygulamalar 90’lı yıllardaki güvenlik ağırlıklı politikalara dönüş anlamına gelmektedir: “diğer yandan Türkiye Kandil’i bombalıyor ve sınır ötesi harekât hazırlıkları var. Yeni KCK tutuklamaları yapılıyor. Bunlar Kürt  özgürlük hareketini tasfiye düşüncelerini doğruluyor. Bütün bunlar şiddeti tahrik nedeni değil midir” (Nabi Yağcı Taraf, 22.9.2011)

Meseleye bu perspektiften bakanların ortak yanları PKK’yı terör örgüttü olarak değil, Kür halkının hak ve özgürlüğü için mücadele eden meşru bir hareket olarak görmeleri. Özellikle Marksist –Leninist  kökenden gelen  solcularla  konjonktürel nedenlerle  bu ideolojiden liberalliğe evrilen kesimlerde egemen olan bu bakış tarzı, ayrılıkçı-etnikçi Kürtçülük hareketine  geniş katkı yapıyor.  PKK bu durumu görerek son seçimlerde “Barış-Demokrasi-Özgürlük” adıyla  gösterişli bir platform kurdu. Bir yandan çeşitli fraksiyonlardan solcuları, diğer yandan dindar görünümleriyle tanınan siyasal Kürtçüleri aday yaparak Meclis’e girmelerini sağladı.

Değişik çevrelerden örgüte devşirilen isimler  kendilerinden  istenen tavrı sergilemeye çalışıyorlar. Bunların söyledikleri biat kültürünün ne anlama geldiğinin, ahlakî ve vicdani ölçülerin nasıl bastırıldığının ibret verici örnekleridir. Mesela Altan Tan’a göre Siirt’te dört kadının hayatını katlettiği katliamda PKK’lıların esas yanlışı kurşunun adres sorması gerektiğini düşünmemeleridir. Yani kadınların yerine polis okulu öğrencileri ölselerdi bu çiçeği burnundaki BDP Milletvekiline göre mesele kalmayacaktı. “kurşun  doğru hedefine gitmeli adres hatası yapmamalı”

1990’ların şartlarına  dönüldüğünden yakınanlar,  başka bir  açıdan  doğru söylüyorlar. Evet, Türkiye hızla 20 yıl öncesinin kaotik ortamına sürüklenmektedir; ama bu durum güvenlik ağırlıklı politika izlenmeye çalışılmasından değil, PKK’nın “Devrimci Halk Savaşı” adını verdiği, terör eylemlerine dayalı alan hâkimiyeti sağlama girişimlerinin sonucudur.

Tıpkı 90’ların başında olduğu gibi, Hakkâri, Yüksekova, Şemdinli, Şırnak ve Cizre’de PKK’nın şehir yapılanması projesi büyük ölçüde uygulanmaya konulmuştur. KCK bu etnikçi siyasî hareketin çatı örgütü olarak işlevini yerine  getirmektedir. Bir süre önce Bengi Yıldız bir gazetede Neşe Düzel’in sorularını cevaplarken ne yapılmak istendiğini açıkça anlatmıştı: “Kürtler kendi kendini idare etmek istiyor. Demokratik  Özerkliği  DTK BDP  ve KCK’nın etkin olduğu yerlerde ilan ettik ve uygulamaya koyacağız. Buna göre Kürtler kendi polisini kurmalı, vergiyi yerel yönetim  toplamalı, Ankara’ya vergi vermemeli ve Ankara kaynak aktarmalı. Kürtler askere gitmemeli”. BDP’li Milletvekili devam ediyor: “zaten bir çok ilde halk meclisleri var. Bu proje 5-6 yıldır mahalle meclisleri, kent konseyleri vasıtasıyla hayata geçmiş bulunuyor”.

20 yıl önce de şu sıralarda yapıldığı gibi  öğretmenler katlediliyor,  dağa kaldırılıyor, eğitim felç edilerek örgüte bağlı vekil öğretmenler kanalıyla  okullara el konulmaya çalışılıyordu. Birçok yerde gece sokağa çıkılamıyor, yollarda güvenlik sağlanamıyor, kamu görevlileri, polisler, askerler her an  saldırı ihtimaliyle  yaşıyorlardı. Dünkünden farklı olan örgütün günümüzde  çok daha iyi organize olması, zamanında gerekli önlemler alınmadığından dal budak salmasıdır. Bugün Belediyeler üzerinden geniş  çapta kurumsallaşan, Meclis’te temsilcileri olan  sempatizanları, yandaşları gazeteciler vasıtasıyla geniş bir dezenformasyon yapan, siyasî  hedeflerini isteklerini netleştirmiş ırkçı-ayrılıkçı bir Kürtçülük hareketi var. Demagojik üslubu  arsızca kullanıyorlar. Her fırsatta “biz üniter yapıya bayrağa karşı değiliz, ayrılmak istemiyoruz”  diyerek  Türk toplumunu uyutmaya çalışıyorlar. Ayrılıkçı, ırkçı taleplerinin  başına  demokrasi ve barış gibi sözcükleri ekleyerek makyaj yapıyorlar; Etnik fitneye, teröre meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Ama demokratik terörün nasıl olabildiğini yaptıklarıyla kıyaslayıp cevaplandıramıyorlar.

Büyük bir özveri yapıyorlarmış havasıyla tükürdüklerini bal gibi yalayıp Meclis’e  gelirken bile, nasıl  yapıp da taviz koparırız, amacımıza ulaşmak için çalışırken koz olarak kullanabileceğimiz  ifadeleri Devlet’in arşivine yahut anayasaya nasıl sokuşturabiliriz gibi ilkel kurnazlıklardan kurtulamıyorlar.

Türkiye 90’lı yılların başından itibaren, Öcalan’ın yakalanmasına kadar geçen kritik dönemde  PKK ile mücadelede önemli tecrübeler kazandı. Terörün  o  dönemde büyük ölçüde bastırıldığını kimse inkâr edemez.  Bilinen çevreler demokrasi ve özgürlük gibi itibarlı kavramları  esas anlamlarından saptırmaya çalışıyorlar.  Bunları fetiş hâline getirerek,  görüşlerini etkili kılacak psikolojik ve sosyal bir zemin hazırlamak için uğraşırken, yakın tarihte yaşananları unutturmak  uygulamaları tümüyle  başarısız göstermek, hatta  lânetli kılmak için yoğun bir kampanya yürütüyorlar. Bu telkin ve yönlendirmelerin etkisiyle olaylara  doğru teşhis konulmayıp kararsız kalındığı,  tablonun tersinden okunmaya çalışıldığı her girişim sonuçsuz kalmasının   yanı sıra,  PKK ‘ya yeni bir hamle fırsatı kazandırıyor.  Habur’da yaşanan rezalet tarihî bir  ders niteliğindedir.Öte yandan  Eski Genel Kurmay Başkanı Işık  Koşaner’in, “PKK’yı 4 defa bitirme fırsatı bulduk ancak kullanamadık”  şeklindeki ifadesi son derece düşündürücüdür.

Koşaner bu sözleriyle  problemin bu hâle gelmesinin esas nedeninin  terör eylemlerin başladığı 1984’den bu yana görev yapan Hükümetlerin,  kendisinin de  içinde yer aldığı sivil ve asker  üst bürokratların  basiretsiz ve  beceriksiz tutumları olduğunu  ortaya koyuyor.

Son dönemde İsrail’le ilişkilerimizin “soğuk savaş” ‘a dönüşmüş olması PKK’ya çok yönlü fırsatlar ve imkânlar sağladı. Terör olaylarındaki artış, saldırılarda kullanılan silahların patlayıcıların cinsi, menzili ve etkisi, saldırganların giderek daha profesyonel yöntemler  kullanmaları  örgütü besleyen ve eğiten adresi işaret ediyor.

PKK adıyla yürütülen bu ayrılıkçı –etnikçi Kürtçü   hareketin amacı ve hedefi bellidir. Bir yandan sözcüleri statü taleplerinin neleri içerdiğini sık sık açıklarken, diğer yandan oluşturdukları ortak cephenin propaganda ayağındaki PKK muhipleri basındaki imkânlarını kullanarak teröristleri mazlum ve mağdur hak arayıcıları Devlet’i barışa kapıları kapatan taraf şeklinde  sunmaya çalışıyorlar. Böylelikle zihinleri karıştırılmak, toplum şaşırtılmak isteniyor. . Doğrudan bu grupta yer almasalar da,  bir kısım gazeteci ve okumuş  çeşitli nedenlerle  bu kampanyaya katkı yapıyorlar.

Örgütün  propaganda ve telkin tekniklerini iyi kullandığını kabul etmek gerekiyor.  Çünkü sol-sosyalist hareketin  içerisinden gelen,  60’lardan beri legal ve illegal örgütlerdeki deneyimlerini, birikimlerini ortak cephe kanalıyla PKK’ya aktaran liberal ve demokrat görünümlü solcu aydınların yardımları,  örgütün dezenformasyon alanını çok genişletti. Osman Baydemir’in bazı gazetelerde özenle seçip Diyarbakır’da ağırladığı yazarların olayları nasıl değerlendirdiklerine bakıldığında, yaşadığımız sıkıntıların arka planı açıkça görülebilir.

Hükümet geniş  cephe üzerinden yürütülen çok yönlü propagandanın, telkin ve yönlendirme çabalarının  etkisinde kalırsa, etnik talepleri, statü isteklerini karşılamaya çalışarak, özellikle yeni anayasa hazırlıkları sırasında  bunların demokratikleşme  olduğu gerekçesiyle yanlış adımlar atarsa  doğacak  sonuçlar çok ağır olur. Bunun vebalini kimse  taşıyamaz.

Herkes şunu iyi bilmelidir; yozlaşmış ve kozmopolit bir grup okumuşun yıllardır sürüp gelen aymazlığına, ideolojik fantezilerine, zihni sefaletlerine rağmen milletimizin kültürel temelleri moral değerleri sağlamdır;emsalsiz tarihî tecrübelerden kaynaklanan  engin bir feraseti, değerlendirme yeteneği vardır. Türk toplumunun millî hassasiyet damarları tıkalı değildir. Tarihî ve kültürel  vakarımız nedeniyle bu damarlardaki akış sık sık gün yüzüne çıkmaz. Refleksler ağır işler; ama vakti geldiğinde  mutlaka harekete geçer. Bu durum gerçekleştiğinde sonuçlarının ne olduğu tarihen sabittir.