Silvan’daki PKK Saldırısı Yeni Bir Dönem Başlatacak mı?
27 Temmuz 2011
Nuri GÜRGÜR
Silvan’da 13 askerimizin şehit edildiği saatlerde DTK’nın sonuç bildirisi olarak açıkladığı “demokratik özerklik”, gerek içeriği gerekse zamanlaması bakımından açık bir meydan okuma anlamına geliyor. Etnikçi-bölücü Kürtçülük hareketi, bu çıkışıyla 27 yıldır sürüp gelen başkaldırı girişiminde yeni bir sayfanın açılmasına yol açmış oldu.
Örgüt bu manifestosunda Kürdistan diye adlandırdığı Türkiye’nin belirli bir bölgesinde egemenliğini kuracağını ilan ediyor. Bunu demokrasi ve özgürlükler gibi kavramlarla örtmeye çalışması kamuoyunun muhtemel tepkilerini hafifletmeye, kafaları karıştırmaya yönelik ilkel bir kurnazlıktır. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte krize giren ve bir süre bocalayan PKK, 2005 yılında O’nun talimatıyla hazırlanan yeni bir örgütlenme modelini uygulamaya koydu.
O güne kadar etnikçi-bölücü Kürtçülük hareketinin örgüt yapısının omurgasını eylem kanadı PKK oluşturuyordu. 1990’lardan itibaren siyasî alanda faaliyet göstermek amacıyla kurulan partilerin, Öcalan’dan ve dolayısıyla PKK’dan bağımsız iradeleri hiçbir zaman olmadı. Bunların her biri Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldığında, yedekte tutulan vakit geçirilmeden devreye sokuldu. Böylece politik kanat PKK kontrolünde sürekli işler durumda tutuldu.
Öcalan’ın yeni örgütlenme modelinde esas hedef olarak belirlediği siyasal ve toplumsal alanlarda daha etkili olma amacıyla, iki yeni oluşum devreye sokuldu. Buna göre DTK Kürt parlamentosu işlevini yapacak, KCK bu hareketin yürütme organı olacaktı. PKK ise silahlı baskı unsuru olarak devam edecek, sürekli bir çatışma ortamı hazırlayacak, sadece kırsal alanda değil şehir merkezlerinde de örgütün varlığını etkili şekilde duyurması, korku ortamı oluşturulması sağlanacaktı. Bu strateji 5 yıldan beri ısrarla uygulanıyor.
Bağımsız aday yapılıp Meclise sokulan ve parti grubu oluşturmaları sağlanan milletvekillerinin inisiyatiflerinin ne kadar sınırlı kaldığı, aldıkları talimatı nasıl harfiyen uygulamaya çalıştıkları ortadadır. Örgütün elinde bulundurduğu belediyelerde de durum aynıdır. Diyarbakır gibi ülkenin en büyük birkaç kentinden birinde Belediye Başkanlığı sıfatına sahip olan kişi, KCK hiyerarşisinde yeri olan maiyetindeki bir temizlik işçisinden talimat alabiliyor; bunu doğal karşılayabiliyor. Emniyet güçlerinin iki yıl kadar önce KCK’nin politik misyonunu belirleyerek yaptığı takibat sonucu geniş bir tutuklama yapıldı, dava açıldı. Örgüt bu olaya büyük tepki gösterdi. Sanıklar örgütün kararı doğrultusunda yargılamayı siyasal bir gösteriye çevirmeye çalışıyorlar. Israrla Kürtçe ifade vermek ve savunma yapmak için bastırıyorlar; böylelikle bir güç gösterisi yapmak ve Kürtçe’ye resmî bir statü kazandırmak istiyorlar.
Örgütün 2011 yılında yeni bir atak başlatacağı çok önceden belliydi. Çünkü çeşitli açılardan kendileri için elverişli bir ortamın oluştuğunu gördüler. Özellikle medyada ve liberal-demokrat aydınlar arasındaki sempatizanlarının yoğun desteğiyle çok etkili bir psikolojik kampanya yürütüldü, zihinler yavaş yavaş haklar, özgürlükler ve demokratikleşme gibi popüler kavramlar üzerinden isteklerini meşru ve haklı sayacak bir çizgiye yanaştırılmaya çalışıldı. Bu bağlamda bir biri ardından yapılan açıklamalarla Kürt etnikçiliği başta eğitim kurumları, üniversiteler ve basın organları olmak üzere, birçok alanda serbestçe konuşulan, propagandası yapılan bir konuma ulaştı. Yasaların uygulanmasında garip bir çekimserlik başladı; açıkça suç teşkil eden sözler ve fiillere karşı gereken hukukî işlemler nedense yapılmadı.
Her vesile kullanılarak yapılan güç denemelerinde, bu psikolojik ortamdan yararlanan örgüt başarılı sonuçlar aldı. Mesela geçen yıl Munzur festivali sırasında, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, demokratik özerklik başlığı altında iki milletli konfederatif bir yapıyı işaret eden, iki bayraklı, iki dilli bölgesel otonomi kuracaklarına ilişkin demecine karşı yasal bir işlem yapılmadı. Örgüt sözcülerinin bu paraleldeki sözleri defalarca tekrarlamalarına rağmen aynı suskunluk sürüp geldi. “Sizin terörist dediğiniz bizim kahramanlarımızdır” diyecek kadar PKK’yla bağlantılarını açıkça ilan etmelerinin doğal sayılması, örgüte bir taraftan moral verirken, diğer taraftan cesaret kazandırdı. Böylece çıtayı olabildiğince yükselterek, baskı, tehdit ve şantaj yoluyla isteklerinin yerine getirileceğini hesaplayarak bugünlere geldiler.
Türkiye bu gelişmeler sonucunda yeniden 1990’ların başına dönmüş oldu. Tıpkı o yıllardaki gibi örgüt şehir merkezlerine yerleşiyor, kontrolü eline geçiriyor; dilediği zaman kepenkleri kapattırarak, toplumsal gösteriler düzenleyerek varlığını duyuruyor. Bir süredir “sivil itaatsizlik” diye sergiledikleri eylemler sadece Arap baharından esinlenen toplumsal başkaldırı girişimleri değil, buralarda özerk yapılar kurmak üzere yürütülmeye başlanılan alt yapı çalışmalarının parçalarıdır.
Sözü uzatmaya gerek yok; iki yıldır tekrarlayıp duruyoruz. Bugün Hakkari, Şemdinli, Yüksekova, Silopi, Cizre başta olmak üzere, bölgenin belirli merkezlerinde otonomiye geçişin iskeleti kurulma aşamasındadır. Yüksekova’da son bir ay içerisinde güpegündüz 5 askerimiz sokak ortasında arkalarından vurularak şehit edildiler. Buralarda askerimizin ve polisimizin garnizon dışında yaşamalarını imkânsız kılmaya yönelik sistemli bir saldırı sürdürülüyor.
Diğer yandan demokratik özerklik dedikleri Kaddafi’nin Cemahiriye sistemini andıran totaliter yapılanma, belediyeler üzerinden etkili oldukları şehirlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Bazı konularda yapılacak basit tespitlerde bile, oluşturulmak istenen tablo net şekilde ortaya çıkıyor.
Mesela söz konusu yerlerde son iki yıl zarfında adliyedeki dava sayısında azalma var mıdır? Buralarda polise intikal eden şikayetlerin, müracaatların sayısal görüntüsü nedir? Okullarda öğretmenlerin ne okuttuğuna ilişkin objektif bir teftiş girişimi var mıdır, yahut yapılabilme imkânı nedir? Şehirlerin yönetiminde semt komiteleri, kent konseyleri gibi gayrı resmi yapılanmaların etkisi, nüfuzu, buralardaki vali ve kaymakamların yasal konumunun neresindedir? Hakkari valisi, Şemdinli ve Yüksekova kaymakamları yasal yetkilerini ne ölçüde kullanabiliyorlar?
Geçen hafta BDP milletvekili Bengi Yıldız’ın bir gazeteye verdiği röportaj, örgütün hedeflerinin, beklentilerinin, isteklerinin açıkça ortaya konulduğu ibret verici bir belgedir.
Bengi Yıldız geçen yasama döneminden beri Kandil’in ve İmralı’nın sözcülüğünü eksiksiz şekilde yapmaya çalışan bir isim. Bu özelliği dolayısıyla ifadeleri sadece kendi düşüncelerini değil, buradakilerin görüşlerini de yansıtıyor.[*]
Gazeteci soruyor: DTK demokratik özerkliği nerelerde ilan etti ?
Cevap : “Tabii ki Kürtlerin yaşadığı bölgede… Yani BDP’nin, Demokratik Toplum Kongresi’nin gücünün olduğu yerlerde… Biz ‘bu model Türkiye gerçeklerine uyuyor’ diyoruz ama netice itibariyle bunu Türkiye’ye dayatamayız tabi.”
Soru: Demokratik özerkliği ilan ettiğiniz yer hangi bölge peki?
Cevap: “Bu açıdan Kürdistan’dır bu… Biz bunu demokratik Özerk Kürdistan olarak formüle ettik ve bunu üç dört yıldır söylüyoruz”
Soru: Şu anda nerede ilân edildi demokratik özerklik?
Cevap: “Bu Kürtlerin talebidir, bu bizlerin talebidir, Demokratik Toplum Kongresi’nin, BDP’nin, KCK’nin etkin olduğu yani Kürt Siyasal Hareketi’nin etkin olduğu yerlerde ilân etti. Zaten birçok ilde halk meclisleri var, bu proje 5-6 yıldır mahalle meclisleri, kent konseyleri vasıtasıyla zaten yaşama geçti. Batman’da halk meclisi, kent konseyi var”
Soru: Adıyaman AKP’ye oy verdi mesela. Orada özerklik nasıl olacak?
Cevap: “Ben bir milletim, ben bir halkım. Benim dilim, kültürüm, tarihim var. Anadilimde eğitim görmek istiyorum. Kendi kendimi yönetmek istiyorum demek için BDP’ye oy vermek mi gerekir?”
Soru: Demokratik özerkliğin olduğu iller devletten yardım alacak mı? Yoksa tamamıyla kendi yağıyla mı kavrulacak?
Cevap: “Biz demokratik özerkliği konuştuk ve inşa ediyoruz. Formülasyonu şu. Kendi yerelinde topladığı vergiler, şüphesiz oranın kullanılmasında ve Türkiye’nin diğer bölgeleriyle arasındaki makasın kapanmasında yeterli olmaz. Merkezin pozitif ayrımcılık uygulayarak orayı desteklemesi gerekir. Yani Ankara’ya vergi vermemesi ama devletten yardım alması lazım.”
Soru: Türkiye’nin diğer vatandaşlarını, vergilerinin bölgede kullanılmasına, bölgenin ise hiç vergi vermemesine nasıl ikna edebilirsiniz?
Cevap : “Bu devlet bu bölgeyi yıllarca ihmal etti diyeceğiz. Demokratik özerkliği ilân ettik ve her şey güllük gülistanlık değil. Bu ülkenin demokratikleşmesi, bu bürokratik cumhuriyetin demokratik cumhuriyete evrilmesi lazım”
Soru: Diyelim ki, DTK’nın demokratik özerklik ilan ettiği illerde, devlet ‘olmaz öyle şey’ dedi. O zaman ne olacak? Topyekün bir halk ayaklanması mı düşünülüyor?
Cevap: “Türkiye Cumhuriyeti, kendisini evrensel ölçülere uydurmak zorunda. İlân ettiğimiz şeyi ya kabul edecek ya kabul edecek…. ‘Senin taleplerini hiçbir şekilde kabul etmiyorum’ demek bağları koparmaktır. Biz bağları koparmaktan yana değiliz. Taleplerin kabul edilmemesi bu hareketi radikalleştirir ve bağları koparmaya doğru götürür.”
Soru: Böyle bir halk ayaklanması ihtimalini ve muhtemel sonuçlarını DTK herkese anlattı mı?
Cevap: “Kürtler zaten şu anda silahlı mücadele veriyor. Neyi anlatacağız Kürtlere?...... Biz niçin ölüyoruz, cezaevine giriyoruz, hayatımızı riske atıyoruz? Özgürlük için yapıyoruz bunu, yarın bunu kabul etmezlerse ne olacak yani?”
Soru: Ne olacak?
Cevap: “Şimdiye kadar ne oluyorsa o olacak. Kürtler direnmeye devam edecek. Direnmenin şeklini şemalini de kendi aralarında konuşurlar, tartışırlar, ama Kürtlerin teslim olmayacakları kesindir. Biz bu esareti kabul etmeyeceğiz.”
Soru: Diğer partilerin de programlarında projeler ve vaatler var. Ama bunları uygulamak için ya iktidar partisiyle uzlaşmayı ya da iktidara gelmeyi bekliyorlar. Tek taraflı olarak uygulamaya koymuyorlar, değil mi?
Cevap: “Biz faşist yasaları, 12 Eylül ürünü olan yasaları kabul etmek zorunda değiliz. Biz parlamentoya girmiyoruz demiyoruz. Eğer bu yasaları ve Anayasayı değiştirme iraden varsa, parlamentoya gelelim, böyle bir iraden yoksa ve bizi oyalayacaksan biz parlamentoya gelmeyelim diyoruz.”
Soru: Peki bu özerklik işi yürümezse ne olacak?
Cevap : “Şu ana kadar ne oluyordu…. 30 yıldır ne oluyorsa o olacak.”
Bengi Yıldız’ın sözleri, 27 yıldır PKK’nın silahlı gücüne dayanarak yürütülen etnikçi-ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin net bir fotoğrafını yansıtması açısından yararlı olmuştur. Olayı hâlâ devlet tarafından ezilen, asimile edilmeye çalışılan Kürt halkının kültürel talepleri, hak ve özgürlük arama girişimi olarak gören, sempatiyle bakan çevreler bu fotoğrafa rağmen bugüne kadar sergiledikleri derin aymazlığı sürdürecekler mi? Tehdit ve dayatma yöntemiyle ülke topraklarının bir kısmı üzerinde egemen olmaya çalışan bu ırkçı ve totaliter başkaldırı girişimini yok sayarak, “kişisel görüşüm budur” safsatasıyla geçiştirecekler mi? Liberal ve demokrat eğilimlerini fetiş haline getiren kesimlerin tavırlarını sürdürmeye çalışmaları, hamakat çizgisinin ötesine taşar ve adlı adınca “hıyanet” anlamından başka izahı olmayan bir nitelik kazanır.
PKK’nın Silvan’daki saldırısından sonra olayla ilgili olarak iki yönden başlatılan tahkikatın Genelkurmay’a ait kısmı açıklandı. Raporda çok önemli noktalara değiniliyor; bazı iddiaların asılsızlığı vurgulanırken saldırıya uğrayan askerî birliğin sevk ve idaresine, helikopter ve heronların çatışma bölgesine intikallerindeki gecikmeye ilişkin adlî soruşturma açılacağı belirtiliyor. Ordunun kendi içinde objektif bir değerlendirme yapma ihtiyacı duyması her bakımdan önemlidir. 27 yıldan beri PKK ile mücadele eden, her türlü fedakârlığa göz kırpmadan katlanan, 6.000’e yakın mensubunu bu uğurda şehit veren Silahlı Kuvvetlerimizin onuru, saygınlığı elbette tartışılamaz. Silahlı Kuvvetlerimizin bazı çevreler tarafından yıpratılmasına yönelik girişimlerin, doğrudan millî varlığımızı, ülke bütünlüğümüzü hedef alan art niyetli çabalar olduğunu biliyoruz. İnsanlardan oluşan her kurumda, her toplumsal olayda olduğu gibi Silahlı Kuvvetlerimizin yapısında, işleyişinde yanlışların yapılması çok doğaldır. Çünkü insanoğlu hatadan münezzeh değildir. Önemli olan bunların bünyenin genelindeki nispetidir, yoğunluğudur. Bu açıdan Silahlı Kuvvetlerimizde endişe edilecek, gocunulacak bir görüntü söz konusu değildir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü gayri nizami savaş askerî literatürde ders niteliğinde okutulacak kadar başarılarla dolu bir mücadeledir. Ancak bu onurlu mücadelenin uzun yıllara dayalı safahatı içerisinde yer yer incelenmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesi gereken noktalarının bulunması kimseyi rahatsız etmemelidir. Meselâ 1993’te 33 erin şehadetiyle sonuçlanan PKK saldırısına karşı gerekli önlemlerin alınmamasında kimler kusurludur hâlâ bilmiyoruz. Keza birkaç yıl önce yaşanan Aktütün ve Dağlıca olayları çeşitli yönlerden incelenip günışığına çıkartılmadı. Geçen ay Libya’ya 200 milyon dolar yardım yapacak kadar güçlü bir ekonomiye sahip bulunan Türkiye Devleti’nin kritik bölgelerdeki karakolları teröristlerin saldırılarına karşı yeterli ölçüde tahkim edilmemişse, silah ve teçhizat eksiği varsa, büyük yatırımlarla sağlanan heronlar, helikopterler işlevlerini tam olarak yapamıyorlarsa bunların sorumlularının gecikilmeden araştırılıp bulunması gerekir. Bu açıdan Genelkurmay Başkanlığı’nın Silvan olayıyla ilgili tahkikatı ve konuyu Yargıya intikal ettirme kararı son derece doğru ve cesur bir tavırdır.
Polisin, Özel Harekât Birliklerinin takviye edilerek devreye sokulma kararı gecikilmiş de olsa yerinde bir girişimdir. 1990’ların başında Özel Harekâtçıların PKK’ya karşı nasıl etkili oldukları, teröristleri yıldırdıkları unutulmamalıdır. İçindeki bazı “çürükler” nedeniyle 1998’de bu gücün devreden çıkartılma kararı PKK’ya nefes aldırmıştır. Ancak bu hata telafi edilirken karar Silahlı Kuvvetlerin yerine bir başka gücün ikamesi niyetiyle alınırsa telafisi imkânsız zararların oluşması kaçınılmaz hale gelir. PKK gibi gerilla yöntemleriyle hareket eden, bazı devletlerin istihbarat elemanları tarafından eğitilip yetiştirilen, bölgeyi avucunun içi gibi bilen, KCK gibi örgütlenmelerle toplumsal taban edinen terörist gruplara karşı, aynı taktikleri onlardan çok daha iyi bilen, daha iyi eğitimli ve donanımlı ordu birliklerinden başka bir güç söz konusu bile olamaz. Özel Harekâtçı polis gücü Silahlı Kuvvetlerin bölgedeki en güçlü dayanağı ve yardımcısı olmalıdır. Bütün mesele Silahlı Kuvvetler içerisinde çoktandır sözü edilen özel eğitim almış komando birliklerinin plânlandığı şekilde tamamlanıp devreye sokulmalarıdır. Bu yapılırken asker ile polis arasındaki işbirliğinin, koordinasyonun aksamadan yürütülmesi için her şeyin inceden inceye düşünülüp gerçekleştirilmesi gerekir.
Her vesileyle tekrarladığımız gibi bu etnik fitne ve onun silahlı gücü PKK baş edilmez bir güç olduklarından değil, Türkiye’nin bunca yıl yaşanan tecrübelerden gereken dersleri çıkartarak, gücünü ve imkânlarını seferber etmemesinden, orta ve uzun vadeli plânlar hazırlayarak kararlı bir şekilde bunları uygulamaya geçirmemesinden dolayı sorun olmakta devam ediyor.
Umalım ve dileyelim ki, Silvan’da vatan topraklarını koruma görevini yaparken şehit olan 13 askerimizin, komutasındaki askerini korumak için gövdesini PKK kurşunlarına siper eden Süleyman Teğmenin mübarek kanları, bu mücadelede yeni bir sayfanın açılmasına, kararlı ve kapsamlı bir hamlenin başlamasına vesile olsun.