12 Haziran Seçim Sonuçlarının Düşündürdükleri


15 Haziran 2011
Nuri GÜRGÜR

Türkiye bir seçim dönemini daha geride bıraktı. 12 Haziran’da oluşan yeni Meclis tablosuyla yeni bir Yasama dönemi başlıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oy oranını artırmış olması, 5 milyona yakın bir seçmen kitlesinin daha desteğini sağlaması önemli bir başarıdır. Böylelikle girdiği üçüncü seçimde oylarını artırarak iktidarını sürdürmüş olmakla demokrasi tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş oluyor.

Ancak milletvekili sayısının azalması ve muhtemel bir yeni Anayasa hazırlama girişiminde referanduma gidebilme için gerekli olan 330’un altına düşmesi önemli bir handikaptır. Başka bir ifadeyle, bu Meclis tablosu AK Parti’ye sadece kendi inisiyatifiyle yeni bir Anayasa hazırlama imkânı vermiyor. Bu durumda ya milletvekili transferiyle gerekli sayıya ulaşmaya çalışacak, yahut Meclis’teki diğer gruplarla işbirliği yapmaya yönelecektir. Geçmişte milletvekili pazarı kurmak suretiyle siyasî hedeflere ulaşma girişimleri olmuştu. Ancak bu yöntem dürüst ve ahlâkî olmaması nedeniyle yapanlara kazanım sağlamadı. Güneş Motel olayında yahut 28 Şubat sürecinde iş başındaki Refah-Yol Hükümeti’ni tasfiye amaçlı girişimlerde olduğu gibi, bu plânlar tutmadı, kimseye hayır getirmedi; bunlar siyasî tarihimizde kara birer leke olarak anılıyorlar. AK Parti yakın geçmişte yaşananları dikkate almadan bu yöntemi denemeye kalkışırsa büyük hata yapar.

Diğer bir yol Meclis’te uzlaşma imkânları aramaktır. Başbakan Erdoğan seçim gecesi yaptığı balkon konuşmasında bunu ima ederek diğer partilerin kapılarını çalacaklarını belirtti. Ancak bu niyetin gerçekleşmesi, her şeyden önce yeni Anayasa’nın çok tartışılan temel esasları üzerinde ön mutabakatın bulunmasını gerekli kılıyor. AK Parti iktidarını yeni bir Anayasa hazırlamaya teşvik eden liberal, sol ve siyasal İslamcı çevreler isteklerini aylardan beri çeşitli platformlarda her vesileyle dillendiriyorlar. Paneller, konferanslar, konuşmalar düzenleyerek, ellerindeki medya imkânlarından yararlanarak bu yönde bir kamuoyu oluşturmaya, iktidarı istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorluyorlar. Bu kesimlerin “demokratik ve sivil bir Anayasa” başlığı altında neleri tasarladıkları net biçimde ortaya çıkmıştır. Türklükle ilgili sözcüklerin, ifadelerin metinde yer almaması, Türklüğün ülkemizde var olduğuna inandıkları 30 küsur etnik kimlikten biri olarak algılanması yönündeki bu taleplerin Türkiye’yi Anayasa üzerinden dönüştürme projesi olduğu açıktır.

PKK mihverinde yürütülen etno milliyetçi Kürt siyasî hareketinin Anayasa değişikliğine ilişkin talepleri de bu projenin ana hatlarıyla önemli ölçüde örtüşüyor. Onlar da bir yandan Anayasa’nın ilk 4 maddesinin metinden çıkarılmasını, Devlet’in kurucu felsefesinin değiştirilmesini isterken, diğer yandan Kürt kimliğinin tanınmasını, Kürtçe’nin eğitim dili yapılmasını, yerel yönetimlerin federatif bir yapıya geçirilmesine imkân verecek şekilde güçlendirilmesini savunuyorlar.

AK Parti iktidarı bu kesimlerden gelen taleplere itibar ederek Anayasa hazırlamaya yönelirse, bu girişime MHP’nin destek vermesi düşünülemez. CHP’nin ne ölçüde destek vereceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir. Propaganda döneminde Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin “yerel yönetimlere özerklik şartını” imzalarken koyduğu çekinceleri kaldıracaklarını ilan eden, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini isteyen Kılıçdaroğlu AKP ile işbirliği yapar mı? Üniter millî devleti esneterek Anayasa aracılığıyla farklı bir yapıya dönüştürmek isteyen çevreler, AK Parti’yle CHP’yi diledikleri doğrultuda ortak bir metin üzerinde uzlaşmaya yönlendirmek üzere yoğun bir kampanya açacaklardır. AK Parti bu konuda muhtemelen BDP yerine CHP’yle işbirliği imkânları arayacaktır. Çünkü ayrılıkçı-etnikçi Kürt hareketinin siyasî kanadı olan BDP ile ortak görünüm sergilemek siyasî intihar anlamına gelir. 1991’de Erdal İnönü’nün çabalarıyla bunu deneyen SHP’nin ve onun devamı olan CHP’nin toplum nezdinde ne hale düştükleri ortadadır. Üstelik bu Meclis’te 36 kişilik bir grup oluşturan BDP, 1991’lerden farklı bir görünüm sergilemektedir. İnisiyatifi elinde tutarak çıtayı olabildiğince yükselterek belirledikleri hedeflere ulaşmak üzere son derece kararlı ve hazırlıklı görünüyorlar. Öcalan’ın “15 Haziran” diye telaffuz ettiği bir tarih söz konusudur. Hükümete açık bir ültimatom anlamına gelen bu vade dolarken belirli bir eylem programının uygulamasına geçecekler mi? Geçen aylarda “sivil itaatsizlik” adıyla sahneye koymaya çalıştıkları kitlesel başkaldırı denemesini derinleştirip, yaygınlaştırıp sürdürecekler mi?

Etnikçi ayrılıkçı bloktan milletvekili sıfatını kazanan isimlerin yaptıkları ilk açıklamalar bu siyasî kimlikleri ile hangi amaca hizmet edeceklerini, kimden talimat alacaklarını tevili imkânsız şekilde ortaya koyuyor: “Bizi desteklemek Öcalan’ı desteklemektir, dağdaki yoldaşlarımızı desteklemektir, zindandaki belediye başkanlarımızı, arkadaşlarımızı desteklemektir.” Apo’nun yeni müritlerinden Altan Tan yeni Anayasa ile ilgili taleplerini şöyle açıklıyor: “Kürtçe anadil eğitimi, otonomiyi sağlayan demokratik özerklik projesinden ülkenin 20 25 bölgeye ayrılması, yerel parlamentolar olması, bunların yetkilerinin artırılıp yerinden yönetim kurulması….” Ve ekliyor: “15 Haziran süreci konusunda kararı PKK verir.”

Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu gibi, ayrılıkçı Kürtçü hareketin eylem kanadı olan PKK ve alt birimleri 12 Haziran seçimlerine çok iyi organize oldular. Oyları bir puan bile artmamasına rağmen milletvekili sayısını %65 artırarak 22’den 36’ya çıkardılar. Hakkari başta olmak üzere Van, Şırnak, Diyarbakır ve Mardin’de çok yoğun bir altyapı çalışması yapıldı. KCK operasyonlarında onlarca örgüt elemanının tutuklanmış olması bu çalışmaları aksatmadı. Mahallelerden, semtlerden başlayarak “demokratik özerklik” yapılanması adıyla ilçelere ve illere doğru derinleşip yaygınlaşan, sadece örgütün sözünün geçtiği, talimatlarının harfiyen uygulandığı örnek “özerk bölgeler” oluşturuldu.

Sosyo-politik ve ekonomik faktörlerin gözetilerek bu yerel yapılanmaların oluşmasında, ellerinde bulunan belediyeler kilit rol oynadı. Nitekim geçen Mayıs ayı başlarında Diyarbakır’da toplanan bu belediyeler, seçimlerden sonra taleplerinin yerine getirilmemesi durumunda inisiyatiflerini kullanarak fiili durum ihdas edeceklerini “demokratik özerkliğe” geçiş yapacaklarını ilan ettiler.

Terör örgütü seçimleri bu kapsamlı organizasyonun uygulanması için elverişli bir fırsat saydı. Mahalle mahalle tespit yapılarak, oy kullanacak isimler birer birer belirlenerek kimin hangi adaya oy vereceği tayin edildi. Böylece en ufak bir oy kaybına bile meydan vermeden, her oyu işlevsel kılarak azami şekilde sonuç almayı başardılar.

PKK’nın silahlı baskısını her an bölge halkı üzerinde etkili şekilde hissettirdiler. Özellikle AK Partili sandık müşahitlerini yıldırıp korkutarak, sandık başlarını kontrollerine almayı başardılar.

Bu baskı ve korkutma kampanyasının sonuçlara etkisi ne oldu? Bunu tespit etmek kuşkusuz çok zor. Ancak bağımsızların bölgede aldığı oyun en az % 20’sinin insanların özgür iradesinin, tercihinin dışında kullanıldığını söylemek abartı sayılmamalıdır.

Terör örgütünün bu seçimlerdeki bir diğer özelliği “geniş cephe” stratejisini başarmış olmasıdır. Düne kadar PKK baskısına, Öcalan’ın totoliter liderlik tavrına, seküler anlayışına tepki gösteren, karşı çıkıp farklı yapılanmalarda yer alan Şerafettin Elçi ve Altan Tan gibi isimler Kandil ve İmralı’nın davetine uyarak Öcalan’a “biat” ettiler. Vaktiyle Marksist-Komünist sol örgütlerin militanlığını yapan, eylemlerinde yer alan Ertuğrul Kürkçü, S.Süreyya Önder gibi ideolojik yapıları bilinen isimler de bu cepheleşmenin aparatı olmakta tereddüt etmediler. Böylece demokrasi ve özgürlük gibi parlak jargonlarla allanıp pullanan bir “ortak cephe” üzerinden seçime girildi; örgütün plânı tam olarak uygulandı. Sonuçta TBMM’nde etnik ve ideolojik yapıları, militanlık birikimleri olan, ağızları laf yapan, demokrasi gibi itibarlı evrensel kavramları ustalıkla kullanan, Makyavel’e taş çıkartacak derecede demagojik özellikleri bulunan bir siyasî kadronun yer alması sağlandı.

Öcalan ve Kandil’deki elebaşılar bu ekibi elbette kendi haline bırakacak değiller. Geçen dönemlerde milletvekili sıfatına sahip olmanın örgütün disiplin anlayışının dışına çıkmaya, inisiyatif kullanmaya imkân vermediğini herkes gördü. Yeni dönemde de değişen bir şey olmayacaktır. BDP grubu bir yandan kamuoyuna karşı siyasî bir varlık ve kişilik iddiasıyla hareket ederken, diğer yandan her fırsatta hareketin lideri olduğunu sık sık beyan ettikleri Öcalan’ı ön plâna çıkarmaya, görüşme ve karar adresi olarak kabul ettirmeye çalışacaktır. Zaten Öcalan’da belirlediği çizginin dışına çıkma eğilimi gösteren olursa, sıfatlarına bakmaksızın anlayacakları lisanda ikazlarını yapacak, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk örneklerinde olduğu gibi iplerin kimin elinde bulunduğunu herkese gösterecektir.

Öcalan ve örgütünün Arap ülkelerindeki gelişmelerden cesaret alarak “demokratik özerklik” adı altında bölgede fiili bir durum oluşturmaya kalkışmaları durumunda Türkiye kaçınılmaz bir iç çatışmayla karşı karşıya gelebilir. Ülkemiz böylesine bir kaosa sürüklenirse Kürtçülük hareketini bir hak ve özgürlük mücadelesi olarak gören, sempati duyan, kesin bir aymazlık içinde destek veren liberal ve siyasal İslamcılar bu durumun baş sorumlusu olacaklardır. Bu çevreler ne hazindir ki Türkiye’nin nerelere sürüklenmek istendiğini hâlâ fark edebilmiş değiller. Orhan Miroğlu’nun bile görüp örgütü ikaz etmeye çalıştığı tehlikeleri umursamıyorlar. Etnik fitne başta medya olmak üzere, bazı öğretim üyelerinden, bürokratlardan ve belirli siyasî çevrelerden bulduğu destek sonucu giderek daha cüretkâr ve saldırgan hale geliyor; çıtayı olabildiğince yükseltiyor. PKK’nın silahlı varlığını dayanak yaparak bir yandan kitle tabanını genişletip güçlendirmeye çalışırken, diğer yandan Türkiye Devleti’ni çaresiz bırakarak taleplerini kabul edeceği noktaya getireceklerini umuyorlar.

Bu ortamda MHP’nin Meclis’te bulunması her bakımdan gerekliydi. Seçim döneminde yaşanan kaset skandalı bu partiyi Meclis dışında bırakmaya yönelik büyük bir komplonun tezgahlandığını ortaya koydu. Milletimiz engin ferasetiyle durumu kavradı ve komployu hazırlayanların hesabı tutmadı. MHP’nin geçen seçime göre bir puan oranında oy kaybetmesi, milletvekili sayısının nispeten azalmış olması politik açıdan kayıp olarak görünse bile, buna çok fazla kilitlenmemek gerekir. Esas üzerinde durulması gereken husus bundan sonra nasıl bir strateji izleneceğinin doğru belirlenmesidir. Her şeyden önce seçilen 53 milletvekiline büyük görev düşüyor. Ülkemizin ve milletimizin hayatî meselelerinin söz konusu olduğu, bunların Yasama organında tartışılacağı bir dönemde, millî ve tarihî bir misyonu üstlendiklerinin bilinci içerisinde, sorumluluklarının hakkı verilmeli, farklı düşünenlerin bile saygı duyacakları liyakatli, nitelikli, seviyeli bir grup görünümünü sergilenmelidir. 1977-1980 yılları arasındaki TBMM zabıtları incelenirse çok çetin bir dönemde görev yapan 16 kişilik MHP grubunun müzakerelerde nasıl etkili olduğu, muhalifleri tarafından nasıl ilgiyle ve saygıyla izlendiği açıkça görünür.

Milliyetçi Harekete mensubiyet bilincine sahip herkesin, hangi görev ve kademede olursa olsun, bu yılları iyi bilmesi, incelemesi, günümüzle ilgili olarak ibretle düşünmesi gerekir. Bu zor yıllardaki hareketin mensupları, yöneticileri başta Alpaslan Türkeş olmak üzere, bir yandan ölüm tehlikesiyle yüz yüze hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan Yasama organındaki görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Kişilikleriyle, ilkeli duruşlarıyla insanlara güven verdiler; bu hareketin onurlu ve seciyeli insanların eseri olduğuna inandırdılar. Milliyetçi Hareket bu tavır ve üslubuyla, sözcülerinin konuşmalarıyla siyasal ve toplumsal alanda büyük atak yaptı; toplum nezdinde giderek genişleyen bir taraftar kitlesi oluşturdu. İktidara aday bir görünüm kazandı. 12 Eylül darbesi bu hareketin muhtemel bir iktidar yürüyüşünün birileri tarafından plânlı ve hesaplı bir şekilde kesilmesi olayıdır.

Bu tarihî dönemin ders niteliğinde önemli özellikleri vardı. MHP sadece değerler üzerinden hareket eden, bunların slogan düzeyinde savunulduğu dar bir siyaset anlayışına sıkışıp kalmamıştı. Sağlıktan eğitime, sosyal haklardan gelir dağılımına, idarenin yapılanmasına kadar toplumun temel problemlerine eğilip milletimizin beklenti ve isteklerine cevap anlamına gelen teklifler ve projeler sunuluyordu. Siyasî merkezin geleceğe dönük tasarımları, hedefleri, tahayyülleri vardı. Karamsar olmak için pek çok sebebin bulunduğu bir ortamda, camianın aydınlık bir gelecek için ümitli kılınması, azmini, heyecanını koruması, diri kalması önemliydi. Bu husus önemsenip başarıldığı için hareket çeşitli zorluklara rağmen sürekli gelişiyordu. Sahi o dönemin en aktif ve dinamik gücünü oluşturan ülkücü öğretmenler, işçiler, memurlar, Ocaklı gençler dağ taş demeden ülkeyi adım adım dolaşıp canhıraş bir çabayla hareketi iktidar yapmak için uğraş veren o Serdengeçtiler, vefakâr ve cefakâr insanlar hangi atlara binerek belirsiz ufukların ötesinde nisyanı tercih ettiler. Onların izlerini aramak, yaptıklarını hatırlamak gereğinin duyulmaması, yok sayılmaları vefasızlığın ötesinde tuhaf bir bağnazlık ve elem verici bir hafıza boşluğu değilse nedir? Normal ve makul olmayan bu tutumun geniş bir muhasebesinin yapılması gerekmiyor mu?

Türkiye’nin çok kritik konularının görüşüleceği bu Yasama döneminde Prof.Dr. Ümit Özdağ gibi konunun uzmanı olan, meseleleri iyi bilen, farklı düşüncelerdekilerin bile saygıyla dinlediği bir temsilcinin Meclis’te olmaması Türk Milliyetçiliği açısından ciddi bir kayıptır. Keşke bu görüşlerin Özdağ gibi nitelikli bir sözcüye ihtiyacı olduğu düşünülüp düzenleme buna göre yapılabilseydi.

Milliyetçi camianın önemli zaaflarından biri olumlu ve yapıcı eleştiriyle verimsiz dedikoduların ve tezviratın çoğu kere birbirine karıştırılmasıdır; özeleştiri geleneğinin eksikliğidir. Oysa insanlar hatadan münezzeh olmadıklarına göre, objektif değerlendirmeler yapmak, yanlışları açık yüreklilikle belirlemek doğruyu bulmanın başlıca yöntemidir. Milliyetçi düşüncenin abide şahsiyetlerinden rahmetli Dündar Taşer’in önemli tespitlerinden birini bugünlerde hatırlamak ve ilke olarak benimsemek gerekiyor: “Durum muhakemesine hasımdan başlanmaz.” Taşer’in işaret ettiği gibi, hedefi iktidar olan bir fikir ve düşünce hareketinin öncelikli işi en önemli dayanağı insan unsurunun, taraftar kitlesinin ayrıntılı bir dökümünü yapmak olmalıdır. Böylelikle niteliği, kabiliyeti, kapasitesi bilinen, varlığı belirlenen millî bilinç sahibi entelektüel gücü harekete geçirmek, sevgiye, güven ve saygıya dayalı safların oluşturulmasını sağlamak, dışlamaya değil kucaklamaya yönelmek, camianın gönül bağlarını güçlendirmek yönetimin temel görevi olmasının yanı sıra başarının da temel şartıdır. Bunların yerine getirilmesi konusunda sıkıntılar varsa bu durum üzerinde ciddiyetle durulması gereken sorunların varlığı anlamına gelir.

Önümüzdeki aylarda Türkiye’yi çok yoğun bir gündem bekliyor. Sadece iç şartlardan değil, çevremizde ve komşu ülkelerde yaşananlardan dolayı önemli kararlar almak ve uygulamak zorundayız.

Suriye’deki kargaşanın artarak devam etmesi kaçınılmaz görünüyor. Elli yıllık BAAS iktidarı % 10 civarındaki Nusayri-Alevi kitlenin % 78’le çoğunluğu oluşturan Sünni’ler üzerinde totoliter ve otoriter bir yapı oluşturmasına yol açtı. Bu asimetrik tablonun devamı artık mümkün görünmüyor. Ancak Nusayriler demokrasinin gereği olan normal yollardan iktidarı bırakmaya yanaşmıyorlar. Beşar Esad buna niyetlense bile çevresi kesinlikle izin vermeyecektir. Bu durumda çatışmalar giderek şiddetlenecek, Suriye’den ülkemize sığınmacılarla birlikte problemler aktarılacaktır. Bu cümleden olarak hududumuza bitişik yaşayan Kuzey bölgesindeki Kürtlerin özerklik isteklerine olumlu yanıt verilmesi sonucu sonbaharda yapılması kararlaştırılan geniş çaplı Kürt kongresinde daha ileri isteklerin dillendirilmesini kaçınılmaz kılacaktır.

Bosna’dan Kafkasya’ya, Kuzey Irak’tan Kıbrıs’a kadar çevremizdeki her gelişme şu veya bu çapta bizi etkiliyor. Dışarıdan böylesine yoğun bir etkiye maruz bulunan Türkiye’nin içeride karmaşa yaşamaması, toplumsal gerginliğe yol açacak, hatta bunları daha ileri boyutlara taşıyacak olumsuz gelişmelerin engellenmesi geleceğimizin ve güvenliğimizin vazgeçilmez şartıdır. Bu durum ülkenin birliğini ve dirliğini önemseyen, bunları varlık nedeni sayan, üniter millî devlet anlayışını benimseyen tüm siyasî merkezlerin ortak sorumluluk anlayışıyla hareket etmelerini zarurî kılıyor. Aynı teknede seyahat eden, ortak bir kaderi paylaşan yolcular olarak, Türkiye gemisinin bu çok dalgalı denizde selamet içinde seyretmesi hangi siyasî görüşü benimserse benimsesin herkesin yararınadır. Bu konuda büyük sorumluluk kuşkusuz AK Parti’ye düşmektedir. Seçmenin oylarıyla üçüncü dönem için kapıların açılmış olması bu sorumluluğu daha da artırmıştır. Dileğimiz iktidarın bu sorumluluğunun bilincinde hareket etmesi, bun anlayış çerçevesinde Yasama organında muhalefetle gerekli diyalog ve istişare ihtiyacını duyarak politikalarını belirlemeye çalışmasıdır.