Libya’daki Gelişmeler ve TÜSİAD’ın Anayasa Önerisi Hakkında


23 Mart 2011
Nuri GÜRGÜR

Libya’da en kötü ihtimal olayların iç çatışmaya dönüşmesi üzerine dış müdahalenin gündeme gelmesiydi. Korkulan oldu; Kaddafi geri adım atmaya, iktidarı bırakmaya yanaşmak yerine muhaliflerin kontrolündeki şehirlere ve Bingazi’ye yönelik geniş bir askerî harekât başlattı. Direnecek imkânlara sahip olmayan muhalefet acil yardım çağrısı yaptı.

Durumu görüşmek üzere toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Çin, Rusya, Almanya, Brezilya ve Hindistan’ın çekimser kalmalarına karşılık, on oyla Libya’da “uçuşa yasak bölge” ilân edilmesi ve gerektiğinde Kaddafi’yi durdurmak üzere askerî operasyon düzenlenmesini kararlaştırdı.

Washington Dünya kamuoyunda “ABD’nin yeni bir emperyalist girişimi” imajı uyandırmamak için geri plânda kalmaya özen gösteriyor. Başta Savunma Bakanı Robert Gates olmak üzere bazı yöneticilerin askerî müdahaleye taraftar olmamalarına karşı, müdahale yanlısı ekip ağırlığını koydu. İlk başta kararsız görünen Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’un da “müdahalecilerden” yana tavır koyması üzerine Başkan Obama operasyona yeşil ışık yaktı. Ancak bunun Irak’ta olduğu gibi ABD güçleriyle yapılması yerine, Fransa’nın başını çektiği bir “koalisyon” üzerinden yürütülmesini uygun buldu. Sonuçta Libya’ya karşı savaş fiilen başlatıldı.

Bu operasyonun çok bakımdan üzerinde önemle durulması ve ülkemiz açısından değerlendirilmesi gereken tarafları var:

1 - Tunus ve Mısır’da yaşanan olaylarda son ana kadar bu ülkelerdeki dikta yönetimlerin yanında yer alan Fransa, Libya konusunda ani bir dönüş yaptı. Herkesten önce Bingazi’deki muhalif yönetimi tanıdığını ilan etti. Daha 2008 yılında Elize Sarayı’nın bahçesinde çadır kurdurduğu, seçim kampanyası para desteği aldığı, milyarlarca dolarlık uçak ve askerî malzeme satabilmek için kucaklayıp öptüğü Kaddafi’nin “kötü adam” olduğunu birden fark etti. Bir an önce askerî operasyon başlatmak üzere Paris’te 22 ülkenin katıldığı bir toplantı düzenledi ve hemen ardından hava saldırıları başlattı.

Fransa’nın bu derece aceleci davranmasının nedenleri ortadadır. Sarkozy izlediği politikalarla içeride ve dışarıda itibarını kaybetti, sevimsiz hale geldi. Gelecek yıl yapılacak seçimlerde başarısızlık ihtimalinin yüksek olduğunu gördüğünden, Libya üzerinden siyasî bir zafer kazanarak dengeyi lehine çevirmek istiyor. Büyük iddialarla gündeme getirdiği Akdeniz Birliği Projesi çoktan iflas etti. Avrupa siyasetinde Almanya’nın gerisinde kaldı ve ezildi. Türkiye ile ilişkilerinde diplomatik nezaket kurallarını bile aşan nefret duygusunu saklama gereğini görmüyor. Orta Doğu politikalarında Fransa’nın geri plânda kalmasına karşı Türkiye’nin İslâm dünyasında giderek yükselen itibar ve etkisinden büyük rahatsızlık duyuyor. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda ülkesindeki ırkçı çevrelerin sempatisini kazanmak amacıyla ülkemizi rencide edici, aşağılayıcı tavırlar alıyor. Bu psikolojisinin etkisiyle küçük Körfez ülkelerini bile çağırdığı Paris toplantısına NATO üyesi olan ve bu bünyedeki en güçlü silahlı kuvvetlerden birine sahip bulunan Türkiye’yi davet etmedi.

2 - Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda Almanya’nın yanı sıra, BRİC ülkeleri diye tanımlanan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in çekimser oy kullanmaları yakın gelecekte yeni bloklaşmaların ve Libya’nın ekonomik potansiyelinden pay katma yarışmalarının işareti sayılabilir.

3 - Fransa’nın bu operasyonun NATO üzerinden yürütülmesine ısrarla karşı çıkması, askerî harekâtın kendi kontrolünde olmasında direnmesi ileriye dönük niyetlerini açığa vuruyor. ABD’nin Irak operasyonlarının dışında kalan ve bu bölgedeki petrol kaynaklarından pay alamayan Fransa, Libya’da farklı bir pozisyon arıyor. Çünkü bu ülke Afrika’daki doğalgaz ve petrol yataklarının %45’ini elinde tutuyor. Bu rezervlerin önemli bölümünü henüz işletmeye açılmamış durumdadır. Fransa halen petrol ihtiyacının % 10’unu Libya’dan sağlıyor. Yeni yataklardaki payını da artırarak büyük ekonomik kazanımlar sağlamayı hedefliyor. Bunun yanı sıra Libya’daki milyarlarca dolarlık müteahhitlik hizmetlerinden şimdiye kadar dilediği payı alamamanın ezikliğini giderecek tarzda devreye girmenin, “başrol oyuncusu” olmanın sunacağı ilave imkânların peşinde görünüyor.

4 - Kaddafi Saddam’ın egosunun ve kibrinin, hırsının Irak halkına ne kadar pahalıya mal olduğunu, kendi feci akıbetinin yanı sıra bir milyondan fazla Iraklının işgal sürecinde can verdiğini ısrarla görmek istemiyor. Batı’lı emperyalistler Saddam’ın hamakatinden nasıl yararlandılarsa, Kaddafi’nin bu tavrından da yararlanarak benzer senaryoyu Libya’da uygulamaya çalışıyorlar. Libya’nın geleceği belirsizliğini koruyor. Kaddafi iç ve dış baskılara karşı nereye kadar direnecek? Yapılan teklifleri kabullenerek iktidardan çekilmeye, sürgüne gitmeye razı olacak mı? Koalisyon güçleri havadan ve denizden bombardımanlarla Kaddafi’nin silahlı güçlerini ezip yumuşattıktan sonra, Irak’taki gibi bir kara harekatıyla can güvenliğini sağlamak ve demokrasi getirmek adına işgale yönelecekler mi?

5 - Kaddafi’nin bazı şartları kabullenerek Trablus’ta hüküm sürmesine izin verilmesi durumunda, Bingazi’de ayrı bir yönetim kurularak Libya’nın bölünmesini sağlamak uzak bir ihtimal değil. Hatta Kaddafi’siz bir Libya’da bile bu senaryo uygulanabilir. Dün Afrika’ya “medeniyet getiriyoruz” diyerek giren ve kıtanın bütün kaynaklarını büyük bir açgözlülükle yağmalayan, insanları köle gibi kullanan Batı’lı ülkeler, günümüzde benzer projeleri demokrasi ve özgürlük sloganlarıyla yürütüyorlar. Kısa bir süre önce Başkan Bush döneminde, neo-conların ortaya attıkları Büyük Ortadoğu Projesi öngörülen coğrafyalarda adım adım sahneleniyor. Suriye’deki olayların rastlantı olmadığı, tam tersine yakın geleceğe ilişkin büyük bir politik depremin öncüsü anlamına geldiği açıktır.

6 - Bütün bu gelişmelerin ülkemiz açısından iyi düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Bölücü örgütün 20 Mart’ta Nevruz’u vesile ederek düzenlediği gösteriler bir güç denemesidir. Diyarbakır’da, Batman’da, Şırnak’ta Devlet’e meydan okunmuş, etnik fitne eksiksiz şekilde sergilenmiştir. PKK meydanlarda yapılan konuşmalarla, asılan afiş ve pankartlarla, sloganlarla boy göstermiştir. Öcalan’ın Kürtçü başkaldırının lideri olduğu bir kere daha açıkça beyan edilmiştir.

İki gün sonra BDP’den yapılan açıklamalarda bu kitlesel gösterilerin hız kesmeden sürdürüleceği ifade edilirken, “Diyarbakır-Tahrir” (Mısır’da gösterilerin yapıldığı alan) imaları dillendiriliyor. Libya konusundaki Güvenlik Konseyi kararı ve yapılan müdahaleden ilham alarak, önümüzdeki seçim sürecindeki propaganda ve toplantı imkânlarından da yararlanarak bölgede karmaşa ve huzursuzluk yaratmaya çalışacaklarını gizleme gereği görmüyorlar.

7 - Bu kritik ortamda TÜSİAD’ın Anayasa değişikliğine ilişkin çıkışı rastlantı sayılabilir mi? Ülkemizin en varlıklı insanlarının bir araya geldiği, en büyük sermaye gücünün temsil edildiği bu örgüt, geçmiş yıllarda da büyük tartışmalar doğuran önerileriyle gündeme gelmişti. Ancak bu defaki çıkışlarında daha net bir tablo sergileniyor. Üniter devlet açıkça esnetilmek isteniyor. Öcalan’ın ve güdümündeki siyasî parti ve sivil toplum örgütlerinin aracılığıyla yahut avukatları üzerinden yaptığı açıklamalarla dile getirdiği taleplerin başlıcaları TÜSİAD’ın önerilerinde de yer alıyor:

    i - Yeni Anayasa’da ilk üç madde değiştirilmeli, Türk milleti ile ilgili ifadeler çıkarılarak yurttaşlık bağlantısı tümüyle hukukî bir statüye dönüştürülmeli, nötr bir Anayasa yapılmalıdır.
    ii - Türkçe dışındaki dillerin (yani Kürtçe’nin) eğitim alanında yer almasını, okullarda okutulmasını engelleyen maddeler kaldırılmalıdır.
    iii - Yerel Yönetim Reformu kapsamında yerel birimler kurulmalı, nüfusun sosyoloji, coğrafî dağılımı göz önünde bulundurularak birkaç ilin birleşmesinden meydana gelecek bölgeler şeklinde düzenleme yapılmalı, bölgesel yönetimlere geniş yetkiler verilmeli, bölgeli devlet yapılanması tartışılmalıdır (bölgesel özerklik).

TÜSİAD Başkanı’nın eşi Cem Boyner’in bu önerilerin hangi anlama geldiğini şerh eden sözleri TÜSİAD’a egemen olan görüş ve felsefeyi çok açık ve net şekilde ortaya koyuyor: “İnsanların mutluluğu, özgürlüğü ülkenin bölünmesinden daha önemlidir.”

Vatanın bütünlüğü hususunda ilkesi ve kaygısı olmayan kesimlerin Türkiye’yi federatif bir yapıya dönüştürme anlamına gelen önerileriyle, Öcalan ve örgütünün yıllardır dillendirdikleri isteklerin demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerlerin adına, bunları bir makyaj malzemesi gibi kullanarak öne sürülmesi sonuçta fiili bir “koalisyon” manzarası oluşturuyor. Örgüt seçimlere kadar kitlesel gösterilerle uluslararası bir ilgi ve ortam hazırlayıp daha ileri adımlar atmak için düğmeye basmış bulunuyor. Büyük sermaye ve liberal kesimlerin demokratikleşme ve sivil anayasa adı altında öne sürdükleri öneriler ve bu paraleldeki girişimlerle, medya kanalıyla yürütülecek yoğun propagandayla bir yandan toplum yumuşatılmaya, muhtemel dirençler kırılmaya çalışılırken diğer yandan siyasal ortam hazırlanmak isteniyor. Bu amaçla hükümet üzerinde baskı kurularak yasal gereklerin, konunun parlamento tarafının yerine getirilmesi için kapsamlı bir kampanya yürütüleceği anlaşılıyor.

Özetle Türkiye’nin önünde hem seçimler öncesinde hem de seçimlerden sonra çok kritik bir süreç var; PKK bir taraftan uluslararası alanlarda, diğer taraftan içeride faaliyetlerini terörist eylemler olarak değil, bir halkın haklarını elde etmek üzere sürdürdüğü “Ulusal Kurtuluş Hareketi” olarak gören, meşru sayan çevrelerden temin ettiği imkânlardan yararlanarak daha ileri hamleleri deneyecektir.

Türkiye üzerinde yapılan hesapları, hazırlanan projeleri görmezlikten gelen, bunların varlığının ifade edilmesini “komplocu safsatalar ve paranoya” diye nitelendirip küçümseyen, akılları kendilerinden menkul liberallerin ve varlıklı kesimlerin hamakatına rağmen milletimizin tarihî ve kültürel birikiminin, ferasetinin, engin vatanseverliğinin bütün bu tuzakları boşa çıkaracak derecede güçlü olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın.