Sayın Oğuz Çetinoğlu’nun ‘İslamiyet ve Türkçülük’ isimli kitabı için Nuri Gürgür ile yaptığı mülâkat


3 Mart 2011

Nuri Gürgür

Sayın Oğuz Çetinoğlu’nun yakında yayımlanacak olan “İslamiyet ve Türkçülük” isimli kitabında yer almak üzere Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür ile yaptığı mülâkat.

1- Ziya Gökalp’in esaslarını belirlediği; “Türkçülük, Türk Milliyetçiliği ve Milliyetçilik” olarak anılan düşünce sistemini, “Batı tipi milliyetçilik” olarak isimlendirmek mümkün mü?

Milliyetçilik kısaca bir “mensubiyet şuuru”dur. 19.yüzyılda Batı Avrupa’da siyasetin temel dinamiklerinden biri haline gelmeden asırlarca önce İbn-i Haldun “asabiye” kavramıyla bunu sosyolojik bir tespit olarak ifade etmişti.

19. yüzyıl Batı dünyasında köklü değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönüm noktasıdır. Sanayi Devrimi’yle sonuçlanan teknolojik, ekonomik ve ticarî gelişmeler, sömürgelerden aktarılan servetler çok güçlü bir orta sınıfın oluşmasına yol açtı. Burjuvazi aristokrasiyi ve ruhban sınıfını bastırarak yönetime egemen oldu. İmparatorluklar dağılırken millî devletler ortaya çıktı. Bu yeni siyasî konsept İngiltere ve Fransa’da milletleşme evresinin tamamlanmasına zemin hazırladı. Başta Almanya olmak üzere, bazı Avrupa ülkeleri ise milliyetçilik cereyanının gelişmesi neticesinde millî devletlerini kurdular.

Avrupa milliyetçiliği her yerde olduğu gibi toplumların tarihî, kültürel, coğrafî ve beşerî özelliklerine göre oluşmuştur. Milletleşmeyi sağlayan mensubiyet şuuru kuşkusuz eski dönemlerde de vardı. Ancak sanayileşme çağında Avrupa ülkeleri arasında yaşanan şiddetli rekabet, bir taraftan millî devletlerin varlığını zarurî ve önemli kılarken, diğer taraftan milliyetçilik duygularını yoğunlaştırdı. Milletlerarası siyaset, ticarî ve ekonomik hayat geride kalmamak, öne geçmek için her şeyin meşru sayıldığı bir yarışa dönüştü. Bu sosyal, psikolojik ve politik ortam 20.yüzyılın ilk yarısında birçok Avrupa ülkesinde milliyetçiliğin aslî özelliklerinden saptırılarak ırkçı ve yayılmacı ideolojilerin, totaliter yönetimlerin dayanağı haline gelmesine yol açtı. Nasyonal sosyalizm, faşizm gibi ideolojik sapkınlıklar, milyonlarca insanın hayatına mal olan, derin acılar yaşatan gelişmeleri hazırladı.

Türk milliyetçiliği doğuşu, gelişmesi ve kaynakları açısından Avrupa milliyetçiliğinden farklıdır. Her şeyden önce Türk milletine vücut veren nesnel unsurlar rekabet ve düşmanlık faktörlerine dayalı olarak son dönemlerde ortaya çıkmamıştır. Dil, din, örf ve adetler, estetik değerler eski çağlardan beri Türk kavimleri içerisinde var olmuş, değişik coğrafyalarda yaşanan kültürel temaslarla daha da zenginleşmiş, nesiller arasında sağlıklı şekilde aktarılmış, böylelikle son dönemlere milletleşme evresi için hazır hale gelmiştir. Tarih içinde var olan Türk kimliğinin modern çağın bir kavramı olarak algılanması 19.yüzyılın ortalarından sonra gelişen bir olaydır.

Bu dönemde dağılma sürecinin sorunlarını yaşayan, tehdit ve tehlikelerini gören Osmanlı aydınları ve Devlet ricali sürekli arayış halindedir. İttihad-ı Anasır ve Osmanlıcılık paradigması bu amaçla bir süre denendi. Osmanlı coğrafyasında gelişen etnik milliyetçiliklerin, gayrimüslim unsurların ayrılma girişimlerinin Osmanlı üst kimliği altında yatıştırılacağı umuluyordu. Ancak görüldü ki, Osmanlı tebaası içerisinde Türklerden başka bunu ciddiye alan olmuyor. “Osmanlı Milleti” kavramının toplumsal tabanı bulunmadığından herkes kendi yolunda kararlı şekilde yürüyor.

20. yüzyılın başlarında Balkan faciasının yaşandığı ortamda, Devletin asli unsurunu oluşturan Türklerin millî kimliklerini sahiplenmekten başka tercihleri kalmamıştı. Türk milliyetçiliği düşüncesi İkinci Meşrutiyet ile birlikte kurulan dernekler, çıkarılan dergiler üzerinden siyasal ve toplumsal bir ivme kazandı.

Türk milliyetçiliğinin en önemli özelliği onun korunma ve savunma ihtiyacından kaynaklanmasıdır; saldırgan değil savunma amaçlı olmasıdır. Bir başka özelliği bin yıllık bir medeniyetin taşıyıcısı konumundaki Osmanlı’nın tarihî, kültürel ve moral değerlerine dayanmasıdır. Dolayısıyla Avrupa milliyetçiliklerinde görülen ırkçılık, ayrımcılık, dışlayıcılık gibi eğilimler Türk milliyetçiliğinin tarihî ve kültürel yapısıyla bağdaşmaz.

Özetlemek gerekirse, modernleşme dönemine ait bir kavram olması, Türk milliyetçiliğinin Avrupa’daki milliyetçiliklerle örtüşmesi anlamına gelmez. Her toplum gibi Türk toplumunun da tarihî, kültürel ve siyasal şartları milliyetçiliğimizi kendimize özgü kılmıştır.

2- Ziya Gökalp’in esaslarını belirlediği düşünce sisteminin “İslâm ile mesafeli” olduğu söylenebilir mi?

Türk milliyetçiliğinin ve bu fikrin en önemli temsilcilerinden birinin “İslâm ile mesafeli olduğu” iddiasının gerçekle ilgisi yoktur; bu tarz bir yakıştırma her bakımdan büyük bir haksızlıktır.

Ziya Bey manevî dünyası zengin, inançlı bir insandır. Küçüklüğünden itibaren sağlam bir din eğitimi aldığı bilinmektedir. Çeşitli dergilerde yazdığı yazılarda dinî ve manevî değerlerin önemini belirtmiş, millet yapılanmasının üst sırasında olduğunu defalarca ifade etmiştir. “Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, yine de ortak bir görüş meydana gelmeyecektir. İlmin bu zayıflığını giderebilecek tek bir kudret vardır ki, bu da dinin kutsal gücüdür.” (Makaleler I Syf.100). 1913 yılında Türk Yurdu’nda seri halinde yayınlanan ve büyük yankı yapan “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” isimli makalesinde din ile milliyet ilişkilerine ilişkin görüşlerini geniş şekilde anlatmıştır.

Ziya Gökalp söz konusu makalede İslâm dininin ne akıl ve ilim ile ne de millî örfle çatışmadığını, bu nedenle bizde Avrupa’daki gibi ilim-din çatışmasının yaşanmadığını anlatır. Çağdaşlaşmanın ancak Türkleşerek ve İslâmlaşarak gerçekleşebileceğini, bunların birbirlerinin zıttı olmadığını, tersine yek diğerini tamamladığını savunur. Gökalp’e göre İslâmlaşmak, eğitim yoluyla dinî inanç ve değerlerin toplumda yeniden şuur kazanmasına, hâkim olmasına çalışmaktır: “Biz Türkler de asrî medeniyetin akıl ve ilminden istifade ederek bir Türk-İslâm harsı ibda etmeye çalışmalıyız”.

Gökalp dine değil, onu siyasetin bir aracı olarak görenlere karşıdır. Dinin ahlâkın ve kültürün farklı alanlarda oluştuğunu geniş şekilde ifade eder. Bunların birbirine karıştırılmasının hukukî yaptırımları elinde tutan hükümetlerin ahlâkî ve dinî alanlara da uygulamaya çalışmasının bu alanları esas anlamlarından uzaklaştırır. İmam-ı Azam’ın hem hukukî hem de idarî yetkilerin uhdesine verilmek istenmesine direnmesini örnek olarak gösterir.

Ziya Gökalp’in ve Türk milliyetçilerinin İslâm ile mesafeli olduğunu söyleyenler ilmî değil hissî hareket ediyorlar. Bu iddianın Meşrutiyet dönemindeki önde gelen sözcüsü Babanzade Ahmet Naim Bey’dir. Yazılarında görüşüne destek olmak üzere “İslâmiyette dava-yı kavmiyet yoktur” sözünü sık sık kullanmıştır. Naim Bey’in İslâmi ilimlerin dışındaki bilgisinin sathi olması, milliyetçilik, ırkçılık ve kavmiyetçilik gibi kavramları yeterli derecede bilmemesi, o dönemde bu konulara ilişkin kaynakların yeterli ve yaygın olmaması O’nu bu yanlış hükme sevk etmiştir.

Gökalp’in yapılmasını istediği kültür milliyetçiliğinin yani millete vücut veren kültürel unsurların öğrenilmesine, geliştirilmesine, güçlendirilmesine ilişkin faaliyetlerin ırkçılıkla, kavmiyetçilikle ilgisinin olmadığı açıktır. Ne yazık ki bu iddiaları daha ziyade siyasal hesaplarla ileriki dönemlerde de sürdürmek isteyenler çıkmıştır. Bu tarz tartışmaların bazı kesimlerde kafa karışıklığına yol açtığı, millî ve manevî değerler ekseninde ortak tavırlar almayı engellediğini görmezlikten gelemeyiz. 1951’de kurulan ve 1954’de kapatılan Türk Milliyetçileri Derneği’nin temel ilke olarak benimseyip dillendirdiği “Hira Dağı kadar Müslüman’ız, Tanrı Dağı kadar Türk’üz” sözü aslında Türk Milliyetçilerine yönelik suçlamalara verilen en özlü cevaptır.

3- “Bizim topraklarımızdaki Müslüman ahali arasında bölücülüğü ilk başlatan, sözde ‘Türk milliyetçiliği’ ideolojisidir’ şeklindeki iddiayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Osmanlı Devleti’nde milliyetçilik cereyanları önce gayrimüslim ahali arasında baş gösterdi. Fransız devriminden sonra bu fikrin gelişmesi, millî devletlerin kurulmasına paralel olarak Batı’da yaygınlaşmıştı. Milliyetçilik düşüncesinin Osmanlı Devleti bünyesindeki gayrimüslimler üzerinde iki kanal üzerinden etki sağladığı görülür: Kilise ile Batı’lı elçilik ve konsolosluklar.

Osmanlı Devleti 19.yüzyıl boyunca Rusya’ya karşı var olma mücadelesi verdi. Uğranılan her askerî mağlubiyetten sonra Hıristiyan unsurlardan biri veya bir kaçı bağımsızlıklarını ilan ettiler. 77-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) Rumeli topraklarımızın önemli bir bölümünün elden çıkmasına yol açtı. Bu durum Devletin bekasını tartışılır hale getirdi.

O zamana kadar Devlet’in sadık tebaası olarak yaşamakta olan Arnavut ve Araplar arasında, özellikle bunların aydın kesimlerinde yarınlarının ne olacağını bilmemekten kaynaklanan kuşkular ve huzursuzluklar ortaya çıktı.

Arnavutlar inanç ve kültür olarak Kuzey ve Güney bölgelerinde bölünmüş durumdaydılar. Hıristiyan Arnavutlar bir yandan Katolik Avrupa Devletleri, diğer taraftan Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından kışkırtılıyorlardı. Müslüman Arnavut aydınlar ülkenin birliğini korumak için kültürel girişimler başlattılar. Kendi dilleri zemininde kimliklerini sahiplenerek payitahta bağlı bir bölge halinde varlıklarını korumayı amaçlıyorlardı. Sultan Abdülhamit’in İslâmcı politikası onlar için güven kaynağıydı. 31 Mart olayı ve bunun sonucu yönetimin değişmesi ayrılıkçı eğilimleri güçlendirdi. Balkan felaketi ise ayrılığı zorunlu hale getirdi.

Arap milliyetçiliğinin yeşerdiği alan Suriye’dir. İlk ayrılıkçı örgüt 1875’te buradaki Hıristiyan Araplar tarafından kuruldu. 93 Harbi’nin Devlet’in geleceğini belirsiz kılması sonucunda, eşraf arasında bir başka örgüt daha ortaya çıktı. Bu girişimin amacı Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında dağılması durumunda Suriye’nin bağımsızlığını ilan etmekti. Ancak bütün bu girişimler halka intikal etmedi, aydınlarla sınırlı kaldı.

Görülüyor ki tarihen sabit olduğu üzere, milliyetçilik düşüncesi Türk aydınları arasında yayılıp dillendirilmeden çok önce, yaşanan siyasal ve sosyal ortamın etkisiyle diğer Müslüman unsurlar arasında geleceği düşünmek, teminat altına almak eğilimleri ortaya çıkmıştır. Türk milliyetçiliği cereyanı bu ayrışmaların sebebi değil olsa olsa sonucu sayılabilir.

4- Ziya Gökalp’in; Emil Durkheim’den etkilenmiş olması, ‘Turan’ adlı kitabın yazarı (Munis Tekinalp veya Tekin Alp olarak da bilinen) Moiz Kohen, ‘Yeni Turan’ isimli kitabın yazarı Hâlide Edip Adıvar, Emmanuel Carasso (Karasu), Avram Galanti, Lumpley Davids, Leon Cahun ve Arminius Vambery gibi Yahudilerin Türkçülük fikriyatına destek vermiş olmaları, Türk milliyetçiliği düşüncesinin ‘özürlü” olduğu kanaatini oluşturur mu?

Durkheim, döneminin en önemli toplumsal bilimcilerinden biridir. Etkisi günümüzde de devam etmekte, Dünyada pek çok sosyolog ve siyaset bilimci onu kaynak olarak göstermekte, referans almaktadır. Ziya Gökalp’in Durkheim’den etkilendiğini herkes biliyor; kendisi de bunu gizlemiyor. Ancak Gökalp Durkheim’in metodolojisinden yararlanarak, onun yöntemini kendi anlayış ve kavrayışına göre yeniden yorumlayarak sosyolojinin ülkemizde ortaya çıkmasına, gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bir başka ifadeyle olağanüstü zekâsıyla, telif gücüyle kendine özgü bir toplumbilim kurgulaması yapmayı başarmıştır. Gökalp’in bilim insanı kimliğini, sosyolojiye katkısını görmezlikten gelerek, onun düşüncelerini ciddiyetle ve derinliğine incelemeye üşenerek eleştirmeye kalkışmanın, bunu Türk milliyetçiliğinin zaafı diye göstermenin ciddî bir yanı yoktur.

Benzer bir karmaşa Türkoloji’yle ilgili çalışmalar konusunda da yaşanmaktadır. Yahudi kökenli bazı yazar ve araştırmacıların varlığı kategorik bir değerlendirmeye vesile yapılarak Türk milliyetçiliği düşüncesi hırpalanmak istenmektedir. Oysa bu konuda öne sürülen isimlerin her birinin farklı bağlantıları, ilişkileri ve bazılarının yabancı istihbarat kuruluşları içerisinde özel konumları vardır. Mesela Vambery bir yandan saraya haber elemanı olarak çalışırken diğer yandan Londra’ya Türk dünyasının durumuyla ilgili tespit ve görüşlerini aktaran, öneriler yapan, bunları Türkoloji çalışmaları adı altında yürüten bir görevlidir. Emmanuel Karasu’nun milliyetçi kesimlerle ilgisi bulunmayan bir İttihatçı olduğu bilinmektedir. Halide Edip’in bir yanının Yahudi kökenli olması onun millî heyecanlarını, Sultanahmet mitingindeki tarihî konuşmasını, Millî Mücadele sırasındaki “Halide Onbaşı” ismiyle şöhret kazanarak cephede ön saflarda yer almasını unutturursa bunun vicdanî ve ahlâkî bir yanı olamaz. Bazı siyasal İslâmcıların bir yandan Türk milliyetçiliğini kavmiyetçilikle suçlarken, İslâm’a aykırı sayarken, diğer yandan gerçekleri saptırarak genellemeler yapmaları, bundan kendi görüşlerine pay çıkarmaya çalışmaları tipik bir ırkçılıktır ve ironik bir durumdur.