Domino Nereye Kadar?


22 Şubat 2011
Nuri GÜRGÜR


Tunus’ta başlayan ve Devlet Başkanı Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla gelişen olaylar tam anlamıyla domino etkisi yaptı. Önce Mısır’da Hüsnü Mübarek makamını bırakmak zorunda kaldı. Libya ve Bahreyn’de yönetimler temellerinden sarsılıyor. Yemen, Cezayir, Ürdün’ün yanı sıra İran’da da yarın neler olacağı kestirilemiyor. Birkaç hafta önce Mısır ile değerlendirmemizde değindiğimiz gibi “tarihin makas değiştirmesi” söz konusu.

Batılıların 19.ncu asırdan itibaren milyonlarca kilometrekarelik Arap ve İslâm dünyasında adım adım şekillendirdikleri siyasal, sosyal ve ekonomik sistem değişen Dünya şartları ve güç dengeleri bağlamında yeni bir görünüm kazanıyor. Birinci Cihan Savaşı sürerken dönemin küresel güçleri konumundaki İngiltere ve Fransa Orta Doğu’nun siyasi haritasını çıkarları doğrultusunda cetvelle belirlemişlerdi. İkinci Cihan Savaşı’nın sonunda İsrail Devleti’nin kurulması bölge politikalarına etkili ve güçlü bir faktör ekledi. Soğuk savaş döneminin süper gücü konumundaki ABD için İsrail’in güvenliği birinci öncelikti. 63 yıldır bölge politikalarını bu esas üzerinde kurguluyor.

Mevcut rejimleri değiştirecek kadar etkili olan gösterilere katılan insanlar taleplerini açık şekilde ortaya koyuyorlar. Ülkelerinde uzun yıllardır sürüp gelen, hanedanlık şekline dönüşen despotik ve otoriter yönetimlerin son bulmasını, hukuka, insan haklarına saygılı demokratik yönetimlerin oluşmasını istiyorlar. Gösterilerin önemli özelliklerinden birisi, katılımcıların çoğunlukla gençlerden oluşması. Gelişen iletişim teknolojileri, bilgisayar ve haberleşme teknikleri Dünya’yı yakından takip etmelerini sağlıyor; kolaylıkla bir araya gelme, organize olma fırsatı veriyor.

Batı dünyası bu olayları değerlendirmekte zorlanıyor. Ekonomik ve siyasal çıkarları ekseninde şekillendirip destekledikleri kurulu düzenler halkın tepkisiyle yıkılma durumunda. Bu gelişmeleri demokratik açıdan yorumlayıp desteklerlerse Arap âlemi üzerindeki kontrollerini sürdüremeyeceklerini biliyorlar. Washington’un stratejik ortağı ve kankası İsrail’in durumu hepsinden daha kritik. Hüsnü Mübarek rejimiyle geniş işbirliği içerisinde rahatlığının ve güveninin yeni yönetimle ne ölçüde sürdürülebileceğini kimse bilmiyor. Diğer taraftan Batılılar oluşmakta olan bu tabloya açıktan karşı çıkarlarsa bunun demokrasi ve özgürlük gibi evrensel değerleri dışlamak, kendilerini inkâr anlamına geleceğini görüyorlar.

Aslında bölgedeki fay hatlarının kırılması 1991’deki ilk Irak harekâtıyla başladı. Bugün tümüyle yalan olduğu ortaya çıkan iddiaları gerekçe göstererek gerçekleştirilen ikinci Irak operasyonu bölge dengelerini büsbütün sarstı. ABD Dünya’nın gözünün içine baka baka yüz binlerce insanın katledilmesinin, Irak’ın harabe haline gelmesinin ortamını hazırladı. Burada tarihin en büyük facialarından biri yaşandı. Washington pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da büyük hatalar yaptı. Irak’ta oluşan istikrarsızlığı kontrol edemediği gibi, Şii faktörünün siyasal ağırlık kazanmasını, “baş düşman” ilan ettiği İran’ın bölgesel nüfuzunun genişlemesini, Bahreyn, Lübnan gibi ülkelerdeki Şii’lerin siyaset gündemine yerleşmesini engelleyemedi.

Olayların yaşandığı ülkelerdeki halkın talepleri, eylem gerekçeleri önemli ölçüde örtüşüyor. Her şeyden önce kitleler eskiden olduğu gibi dinî istekler ve İsrail aleyhtarı sloganlarla sokağa dökülmüyor. Millî bayraklarını taşıyorlar, ekonomik sıkıntılarını dile getiriyorlar. Despotik yönetimlerin son bulmasını, halkın iradesiyle oluşan demokratik ve hukukî düzenin kurulmasını, insanca yaşamalarını, yoksulluktan kurtulmalarını sağlayacak köklü reformların yapılmasını istiyorlar. Bir başka ifadeyle “zamanın ruhu” hem diktatörlüklerin hem de ABD ve İsrail’in siyasal mühendislik projelerinin üzerini kaplıyor, bunları geçersiz kılıyor.

Batı’lı emperyal güçlerin Doğu’da oluşturup himaye ettikleri vesayet rejimleri, otoriter yönetimler buralarda demokrasi kültürünün gelişmesini doğal olarak engelledi. Bu çağ dışı tabloyu örtmek ve politikalarını saygınlık kazandırmak için neo-conlar döneminde hazırlanıp ortaya konulan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Fas’tan Uzak Doğu’ya kadar geniş bir coğrafyaya demokrasi ve refah getirme iddiası taşıyordu. Ancak bu paradigmanın gerçeği yansıtmadığı, esas niyetlerinin çok farklı olduğu kısa sürede ortaya çıktı; inandırıcılığını kaybeden proje gündemden kaldırıldı, artık sözü bile edilmiyor. Buna karşılık özellikle Mısır konusunda Başkan Obama’nın selefi W.Bush’dan farklı bir yöntem izlediği görüldü. ABD yıllardır desteklediği Mübarek rejiminin halka rağmen devam edemeyeceğini tespit ettiğinden, stratejik değeri büyük olan bu ülkeyi büsbütün kaybetmek yerine, ordu kanalıyla “kontrollü bir geri çekilme yöntemi” uygulamaya çalışıyor.

Libya’da kısa sürede şiddete dönüşen, yüzlerce insanın ölümüne yol açan olayların Tunus ve Mısır’dan farklı yanları var. Bu ülkedeki gösteriler ilk olarak Doğu bölgesinde yani Bingazi’de ortaya çıktı. Libya’da aşiretler toplum hayatının omurgasını oluşturuyor. Zaten Kaddafi’de önde gelen bir aşiretin mensubu; bu bağ doğal olarak kendisine belirli ölçekte toplumsal destek sağlıyor. Bingazi halkı ve buradaki aşiretler Kaddafi’ye başından beri karşı oldular. Zaman zaman ortaya çıkan tepkiler Kaddafi tarafından çok sert şekilde bastırıldı. Bir süre önce bu bölgede yüzlerce insan hapse atıldı, binden fazlası katledildi. Bu durumdan kaynaklanan ve kan davasına dönüşen nedenlerin yanı sıra ekonomik ve sosyal bakımdan elverişsiz şartlar içerisinde yaşayan, Kaddafi tarafından “üvey evlat” muamelesine tabi tutulan bölge halkının isyana dönüşen tepkisi insanca yaşama özlemi anlamına geliyor.
Muammer Kaddafi’nin mimarı ve yönetmeni olduğu “Libya Sosyalist Arap Cemahiriyesi” konseptinin Libya halkının çoğunluğu tarafından benimsenmediği ortada. Mao’un Kızıl Kitabı’na özenerek hazırladığı “Yeşil Kitap”ta yazılanlar bir Kaddafi fantezisi olmaktan öteye geçmedi.

“Cemahiriye” rejimi Öcalan’ın da örnek aldığı despotik bir sistem. Halk mahalle, semt ve şehir komiteleriyle örgütleniyor, sonuçta tepede 2400 kişilik “Genel Halk Konseyi” oluşturuluyor. Bu örgütlenme modelinde doğal olarak Kaddafi tabandan tepeye kadar her şeyi kontrol ediyor. Halkın büyük çoğunluğunun komitelerin oluşumunda ağırlığı bulunmuyor. Dolayısıyla görüş ve tercihlerini yansıtmalarına imkân kalmıyor. Kaddafi tümüyle yandaşlarından oluşturduğu Genel Halk Konseyi’nin kongrelerinde kırk yıldır alkışlar arasında Başkan ilân ediliyor.

Olayların Bingazi’den sonra Trablus’a yansıması ve yönetimin ölçüsüz şiddet kullanmakta kararlı görülmesi Libya’daki karışıklığın artarak devam edeceğini gösteriyor. Kaddafi’nin iki oğlunun komutasındaki özel birliklerin son derece sert ve acımasız müdahaleleri şimdiden yüzlerce insanın ölümüne yol açtı. Buna rağmen halkın çoğunluğu direnmekte devam niyetinde görünüyor. Daha büyük katliamların yaşanması durumunda doğal olarak bir “iç harp” ihtimali gündeme gelecektir. Bu durumda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi devreye girebilir, dış müdahale söz konusu olabilir.

Kaddafi makul bir tercih yaparak halkının isteğine razı olmadığı taktirde ülkesine büyük kötülük yapmış olacaktır. Çünkü Güvenlik Konseyi’nde söz sahibi olan Batı’lı ülkelerin kontrolündeki bir askerî operasyon Libya halkının çıkarlarına değil, emperyal güçlerin ve özellikle ABD’nin isteklerine göre şekillenecektir. Böylece ülkenin en büyük zenginliğini oluşturan petrol kaynakları tekrar Batı’lı şirketler tarafından teslim alınacaktır.

Öte yandan Bahreyn’deki olaylar bu ülkenin nüfus yapısı ve çevresindeki Şii kitlelerle ilişkisi açısından büyük önem taşıyor. 730 bin insanın yaşadığı bu küçük ülkede çoğunlukta olan Şii’lerin hak ve özgürlük taleplerinin başta Suudi Arabistan olmak üzere komşu ülkelere de yansıması şaşırtıcı olmayacaktır. Şii halk Cumhuriyet peşinde değil; İngiltere’deki gibi Anayasal Monarşi’ye geçilmesini, şimdiki emir yönetiminin haklarını vermesi kaydıyla sürmesini istiyorlar.1970’li yılların başından itibaren petrol gelirlerinin katlanarak artması bu imkâna sahip Arap ülkelerinin yönetimlerini adeta paraya boğdu. İktidarı elinde bulunduran krallar, emirler yahut devlet başkanları aileleri ve yakın çevreleriyle, hanedan mensuplarıyla bu muazzam zenginliği şahsî kasaları gibi kullandılar. Arap prenslerinin harcamalarındaki ölçüsüzlükler çılgınlık derecesine vardı. Bir yanda kıt imkânlarla geçinmeye çalışan geniş kitleler, diğer yanda Batı’da borsalara giren, mağazalara, şirketlere yatırım yapan, futbol kulüpleri satın alan, lüks ve sefahat içerisinde yüzen azınlık yani elit kesim… Kahire varoşlarında, mezarlıklarda barınmaya çalışan, Bahreyn’de, Tunus’ta, Yemen’de, Cezayir’de parya muamelesi gören toplum kesimlerinin öfkesi şaşırtıcı olmak bir yana geç bile kalınmış tepkilerdir.

Asırlardır “tek dişi kalmış canavar”ın, hegemonik, emperyal Batı’lı güçlerin pençesinde kıvranan Müslüman dünyası, bu olayların devamında “zamanın ruhu”na uygun bir yönetim yapılanmasına geçebilirse, bu insanlık tarihi adına muhteşem bir “dönüşüm” ve “inkılâp” olur. Bunun kolay olmayacağı küresel hegemonların, uluslararası büyük sermayenin bu tarz bir gelişmeyi önlemek için elinden geldiğince direneceği açıktır. Ancak insanlık tarihinde her toplumsal başarının mutlaka bir bedeli olmuştur. Bu bedelin çok ağır olmamasını, can kayıplarının daha fazla artmamasını, kişisel çıkarların, hanedanlık hesaplarının değil, aklıselimin, mantığın geçerli kılınmasını gönülden diliyoruz.