Kıbrıs’ta Asıl Mesele
9 Şubat 2011
Nuri GÜRGÜR
28 Ocak’ta KKTC’de yapılan mitingde Türkiye karşıtı ağır ifadeler içeren pankartlar açılmasıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Başbakan Erdoğan’ın bu konuya ilişkin sözleri Ada’da tepki ile karşılandı. Cumhurbaşkanı Eroğlu ve hükümet çevreleri sessiz kalmayı tercih ederken muhalefet partileri bu sözlerin kabul edilemez olduğunu ifade ederek sert tepki verdiler. Özellikle CTP Genel Başkanı ve eski Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in söyledikleri çok düşündürücüdür: “Türkiye’den beslenmek istemiyoruz. İngiltere’nin, Yunanistan’ın ve Türkiye’nin stratejik çıkarı olabilir, Kıbrıs Türk halkı kendi geleceğini belirlemek istiyor. Yurdun sahibi Kıbrıs’lı Türklerdir. Çıkarı değil varlığı söz konusudur.”
Kıbrıs meselesinin canlı tarihi ve mücadelenin simgesi konumunda olan Rauf Denktaş ise mitingi ve pankartları ağır şekilde eleştirdi: “Bu soytarıların amacı Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının arasını açmaktır. Biz de Sayın Erdoğan’dan daha fazla öfkeliyiz bunlara.” Eski Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın konuya suskun kalması ve yorum yapmaktan ısrarla kaçınması manidardır.
Pankartlardaki Türkiye aleyhtarı yazılar sıradan ifadeler değildir: “Ankara elini yakamızdan çek”, “ne paranı ne memurunu istemiyoruz”, “ülkemiz satılık değil”.
Bütün bu Türkiye karşıtlığı ve husumet anlamına gelen ifadelerin yanında, 20 bin kişi olduğu söylenen toplulukta “kurtarmışlar has…tir” yazılı pankartın açılabilmiş olması, bariz bir küfür anlamına gelen bu ifadenin her hangi bir tepkiyle karşılaşmaması konunun ne derece ciddi ve vahim olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin 1974’de Kıbrıs’a yaptığı askerî müdahalenin nedenlerini herkes biliyor. Rumlar Kıbrıs Türk halkının hukukunu yok sayarak, imzaladıkları anlaşmaları bir kenara atarak Ada’nın tamamına hâkim olmak istediler. Bu amaçla Türkleri ezip sindirmeye, bulundukları yerleri bırakıp kaçmaya yönelik katliamlar düzenlediler. Kıbrıs Türk halkı umutsuz ve çaresiz vaziyette Türkiye’den uzanacak eli bekliyordu. 1974’de sahnelenen Sampson darbesi Rumların amaçlarına ulaşmak yolundaki son adımlarıydı. Türkiye garantörlük anlaşmasına dayanarak müdahale yapmasaydı buradaki Türk halkının akıbetinin ne olacağına kestirmek zor değildir.
Hıristiyan Batı dünyası ve Rumlar bu müdahaleyi hiçbir zaman hazmedemediler. 1974’den bu yana ehl-i salip bağnazlığının örneklerini sergileyerek Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, geri adım atmaya mecbur bırakmak, Ada’nın tamamını Rumlara teslim etmek amacıyla sayısız girişimler yaptılar. Türk milleti konuyu topyekûn benimsedi. TBMM iktidarıyla, muhalefetiyle Kıbrıs’ın “millî bir mesele” olduğunu karara bağladı.
Kıbrıs Türklerini esaretten, ölümden, yok olmaktan kurtarmak için yapılan 1974 harekâtından sonra büyük bir hata yapıldığı bugünlerde giderek daha iyi anlaşılıyor. Konunun sadece topraktan ibaret olduğu, Kıbrıs Türklerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sağladığı güvenlik ortamında kendilerine sunulan alanda huzur içerisinde yaşayacakları, kendi kendilerini yönetebilecekleri düşünüldü. Konunun bir “insan meselesi” boyutunun bulunduğu dikkate alınmadı.
Kıbrıs’lı Türklerin Osmanlı döneminde anavatanla beşerî ve kültürel ilişkileri ulaşım şartları nedeniyle güçlü değildi. Ada’nın İngilizlerin egemenliğine geçmesinden sonra ise ilişkiler büsbütün zayıfladı. İngiliz eğitim sistemi içerisinde okuyan Kıbrıs’lı Türk çocukları kendi kültür iklimlerinden, manevî kaynaklarından yoksun olarak yetiştiler. Türkiye ise Ada’daki soydaşlarının varlığını ancak 1950’lilerin ortalarından sonra fark edebildi. 1960’lara doğru konu Türk halkı tarafından millî bir dava olarak benimsenip on binlerce insanın katıldığı coşkulu gösterilerle sahiplenilirken garip bir çelişkinin varlığına pek dikkat edilmedi. Türkiye’ye okumak için gelen Kıbrıs’lı gençlerin çoğu bu heyecan dalgasına uzak duruyorlardı. O yıllarda milliyetçi kuruluşlarda yer alan Kıbrıs’lı öğrenci sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Kıbrıs’lı öğrenciler sonraki yıllarda ise Türk üniversitelerinde gelişen sol hareket ve örgütlerde görülmeye başladılar.
Türkiye 1974 harekâtını takiben yönetim sorumluluğunu Kıbrıs Türklerine bırakırken, bunu başarabilecek nitelikte kadroların olup olmadığını düşünmedi. Rauf Denktaş’ın karizmatik şahsiyeti, kararlı duruşu güven veriyor, yeterli sayılıyordu. Oysa Rauf Denktaş’ın inanç yapısına ve davayı benimsemesine iştirak edebilen, ona yardımcı olup işini kolaylaştıran insanların sayısı ne yazık ki yok denecek kadar azdı.
1974’den sonra öğrenimlerini Türkiye’de tamamlayan, çoğu ODTÜ kökenli gençler bir anda yetkili konuma geldiler. Düşünce yapısı bilinen ve Cumhurbaşkanlığı’na kadar yükselen Mehmet Ali Talat bunlardan biriydi. Sol eğilimli bu kadrolar öğretmen ve yönetici olarak KKTC eğitim sistemini yıllardır ellerinde tutuyorlar. Nitekim 28 Ocak tarihindeki mitingi düzenleyen, o rezil pankartları açan grup Kıbrıs Öğretmenler Sendikası adıyla faaliyet gösteren örgüttür. Başındaki kişinin 27 Ocak’ta Güney kesimine geçerek Rum yönetiminin başındaki kişiyle görüştüğü, Türkiye’den gelen göçmenler konusunu insan hakları ihlâli iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımaya teşvik ettiği biliniyor.
Sayın Denktaş’ın bütün ömrünü adadığı Kıbrıs meselesinde yaptığı belki de en büyük hata eğitim ve kültür meselesine başından itibaren el atarak köklü bir çözüm arayışına girmemesi olmuştur. 1974’den bu yana geçen 36 yıl ortalama iki nesil demektir. İstisnalar bir yana bırakılırsa millî ve manevî değerlere yabancı, kozmopolit, bencil ve seküler bir anlayış içerisinde yetişen nesillerin Türkiye’yi işgalci görmeleri,Rumlarla uzlaşıp yaşayabileceklerini düşünmeleri yadırganmamalıdır.
2004’de Sayın Denktaş’a destek amacıyla Ankara Ticaret Odası Meclisi olarak birkaç günlüğüne Kıbrıs’a gitmiştik. Kendisiyle geniş sohbet yapma imkânımız olmuştu. Genç kuşakların millî kültür ve kimlik konusunda ciddî problemlerinin bulunduğuna ilişkin tespitlerimizi ifade etmemiz üzerine bu durumdan kendisinin de muzdarip olduğunu ve zamanında halletmemiş olmanın sıkıntısını duyduğunu açıkça söyledi. Ne yazık ki artık Rauf Denktaş yönetimin başında değil ve yerini doldurabilecek nitelikte bir insan da en azından mevcutlar arasında göze çarpmıyor.
Kıbrıs’ta söz konusu mitingi organize ederek çirkin görüntüleri sergileyenlerin kimlikleri yıllardır biliniyor. Bunların çoğu sol ideolojileri benimseyen öğretmen ve memurlardır. Sendika adı altında örgütlenmişler, yönetimin üzerine büyük bir baskı kurmuşlardır. Hep almaya alıştıklarından ekonomiye çeki düzen vermek amacıyla yapılmak istenen her düzenlemeye şiddetli karşı çıkıyorlar. Oysa KKTC’nin ekonomik yapısı ciddî anlamda problemlidir. İnsanların büyük bölümü çalışmadan rahat yaşamaya alışmışlardır. 36 yıldır üretim yapabilen, istihdam sağlayan ciddî tesislerin kurulmaması, tarımın iflas etmesi, narenciye bahçelerinin kuruması sadece buraya uygulanan ambargodan değil, belki de bundan önce beceri ve gayret eksikliğinden kaynaklanan acı bir manzaradır. Birçokları başta İngiltere olmak üzere İngiliz Milletler Topluluğu bünyesindeki ülkelere göç edip yerleştiler. Kalanların tamamına yakın kısmı memur yahut emekli olarak dolgun maaşlarla yaşantılarını sürdürüyorlar. Türkiye’den Ada’ya gelen göçmenlerin iş kurmalarına, ticaret yapmalarına sıcak bakılmıyor. Yerlilerle göçmenler arasında yaşanan soğukluk giderek artıyor, toplum kendi içinde bölünüyor.
Türkiye ekonomik bakımdan en sıkışık olduğu dönemlerde bile Kıbrıslı Türkleri ihmal etmedi; imkânlarını onlarla paylaşmayı millî görev bildi. Hibe ve kredi olarak 1998’den 2010’a kadar yapılan yardımların tutarı 6 milyar Türk Lirası’nın üzerindedir. 2009’da 928 milyon, 2010’da 1 milyar 96 milyon Türk Lirası’na ulaşan bu yardımlar KKTC ekonomisini ayakta tutan en önemli faktördür. Söz konusu pankartları açan ve Sayın Denktaş’ın “soysuz” diye nitelendirdiği insanların gerçekleri görmezlikten gelerek “çek git” demelerinin vicdanî bir gerekçesi yoktur.
Kıbrıs’ta şahit olduğumuz 2004 seçim kampanyası sırasında aklıselim sahibi soydaşlarımızdan en fazla duyduğumuz yakınma şuydu:“Hırsızlarla hainlerin arasında sıkıştık kaldık, ne yapacağımızı bilemiyoruz.”
Kamu kaynaklarını insafsızca talan eden, siyaseti bunun aracı halinde kullanmaya çalışan, kaynakları yerli yerinde ve rasyonel şekilde kullanma becerisi gösteremeyen zihniyet sahiplerinin KKTC’yi iflas noktasına getirmiş oldukları ortadadır. Türkiye 2000 ve 2001 krizinde zor bir döneme girmişti. IMF ile yapılan 17.Stand-by Anlaşması ağır şartlar içeriyordu. Halkımız bu acı reçeteyi gözünü kırpmadan içti. Herkes büyük fedakârlıklara katlanarak bu dar boğazdan çıkmak için çalışmaktan başka bir çarenin bulunmadığının bilincindeydi. IMF’den alınan 30 milyar dolar civarındaki kredi için bu örgütün düzenli şekilde kontrol yapmasını, anlaşma şartlarına uyulup uyulmadığını sıkı şekilde denetlemesini kimse yadırgamadı.
KKTC içinde bulunduğu darboğazda radikal kararlar almak mecburiyetinde. Ya gelirleri çoğaltacak yani vergi toplayacak yahut giderleri azaltacak. Ne var ki bu gerçekler görmezlikten geliniyor, kimse fedakârlığa katlanmaya yanaşmıyor. Ada’da maaşların Türkiye ortalamasından çok yükseklerde olduğu ortadadır. Bu söylendiği zaman bir anda havaya sıçrıyorlar. Sendikalar içerisinde örgütlenerek siyaseti de kontrollerinde tutan kesimin bütün istediği Ankara sürekli göndersin, ancak kendilerinden hesap sorulmasın, harcamaları diledikleri gibi sürdürsünler. Güney Kıbrıs’ın ekonomik refahına özenenler bunun çalışma ve beceri sonucu elde edildiğini hesaba katmıyorlar. Üstelik bir kısmı sanıyor ki Türk askeri Ada’dan çekilirse, Güney’le birleşmeleri sağlanırsa AB bünyesine dahil olacaklar, bir anda daha da zenginleşecekler. Türk kimliğini muhafaza ettikleri sürece bunun mümkün olamayacağını, Rumların kendilerine eşit ve onurlu bir statü vermeyeceğini düşünmüyorlar. Millî kimliğin korunması hususunda kendilerinin hassasiyeti olmasa bile, Kıbrıs Türklerinin çoğunluğunun bu hususta farklı düşüncede olmaları bu plânlarını başından itibaren imkânsız kılıyor. Kıbrıs meselesi Türk milleti için millî bir davadır. Bir grup kimliksiz, kişiliksiz, ideolojik saplantıları bulunan sendikacının ve onlara çanak tutan siyasetçinin hezeyanlarıyla bu gerçek değiştirilemez. Rauf Denktaş çapında bir yöneticinin bulunmayışı büyük talihsizliktir. Bu eksikliğe rağmen KKTC yönetiminde söz sahibi olan siyasetçilerin bir an önce toparlanmaları, sendikacı adı altında tufeyliliği alışkanlık haline getiren grubun etkisinden sıyrılarak makul bir yol bulmaları Kıbrıs Türklerinin geleceği açısından kesin bir ihtiyaçtır.