Meşrutiyet Garpçılığından Günümüz Liberallerine Devredilen Aydın Problemi


27 Ocak 2011
Nuri GÜRGÜR


Bugün Türkiye gündeminin ilk sıralarında yer alan iç ve dış problemlerin büyük çoğunluğu eski dönemlerden artıp kalanlardır. Kıbrıs meselesi, Ermeni iddiaları gibi siyasî karakterli olanlar imparatorluğun dağılması ve millî devletin kurulması sürecinde tam olarak halledilmeyip günümüze aktarıldılar. Bunların tarihi bağlantıları açıkça ortadadır. Kimsenin varlığını görmezlikten gelemeyeceği bu meseleleri halletmek doğal olarak devletin görevidir. Yıllardır bu konuların sürüncemede kalmaları birinci derecede ülkeyi yönetenlerin vebalidir.
Ancak ülke yönetimiyle ilgili yanlışların düzeltilmesinin yolu ve tarzı bellidir. Sonuçta halk demokratik hakkını kullanır, başarısız gördüğü kadroyu değiştirmek suretiyle meselelerin halline her zaman imkân sağlayabilir.

Uluslararası niteliği de olan millî konuların yanı sıra belki bunlardan bile daha önemli başka bir meselemiz daha var. Genel bir ifadeyle “aydın problemi” olarak nitelendirilmesi gereken ve modernleşme dönemimizin temel sorununu oluşturan bu konu siyasal, sosyal ve kültürel hayatımızı doğrudan etkilemesine rağmen fark edilmesi kolay olmuyor. Yüz elli yıldır aydınlarımızın sürüp gelen tavır ve davranışları, halkın değerlerine yukarıdan bakan ve küçümseyen kibirli tavırları doğal olarak halkı okumuşlardan soğutuyor, uzaklaştırıyor. Toplumun çoğunluğu bu cenahın doğru tekliflerine bile kuşkuyla bakar hale geliyor. Aslında bu sorun yeni değil. Peyami Safa, Ömer Seyfettin gibi yazarlarımız bu tabloyu yıllarca önce roman ve hikâyelerine konu yaptılar; Yakup Kadri romanına ad yaptığı “Yaban” tanımlamasıyla topluma yabancılaşmış, dilinden anlamaz hale gelmiş aydın tiplemesinin dramına çok özlü bir damga vurmuştu.

Bu müzmin meselenin kökleri modernleşme çabalarının başladığı 19.yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Osmanlı münevverinin etkili bir bölümü geri kalmışlığımızın, başımıza gelenlerin sorumluluğunu kültür ve medeniyetimizde aradılar. Kendine ait olanı suçlayıp reddetmeye yönelen, özendiği kültür ortamının mahiyetini derinliğine algılama imkânından yoksun olan bu kesimin ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içerisinde zihniyet karmaşası yaşaması mukadderdi. Zihinlerde oluşan boşluk o dönemde Batı’da ön plânda olan pozitivist ve materyalist eylemlerin benimsenmesine elverişli bir ortam hazırladı. Batı dünyası ile iğreti bir temas kurabilen Osmanlı münevveri bu aleme derin bir hayranlık ve özenti içinde, kendi kültüründen ve dolayısıyla halkından giderek koptu. Yarım yamalak tercümelerle tanımaya çalıştığı Batı’yı, onun fikir ve felsefî derinliğini bilmesi mümkün olmadığından kolay yolları seçti. Batılıların dış görünümünü, kılık ve kıyafetlerini, yaşayış tarzlarını taklit ederek, yasalarını, kurumlarını kopyalayarak çağdaşlaşabileceğimize inandı. Bunları hayata geçirmeye var gücüyle çalıştı.

Bu taklitçilerin her dönemde ayrı birer adları oldu. 19.yüzyıldan 20.yüzyıla geçilirken “Genç Osmanlılar” ve “Jön Türkler” diye anıldılar. Bu yıllarda “Garpçılık” olarak ifade edilen fikir ve görüşler aslında bir medeniyet değişim projesiydi. Millî ve yerli değerlerden kopan, “bilimsel bilgiyi” tek hakikat kaynağı kabul eden bu kesimin bir başka ortak yanı “kozmopolit” oluşlarıdır. Bunların nazarında vatan hudutların ortadan kalktığı ortak bir dünyadır; millet ise bütün insanlıktır. Millet, milliyet, millî kimlik ve millî devlet gibi kavramlar ve özellikle bunlardan Türklere ait olanlar insanlığı tehdit eden en büyük tehlikedir. Ne kadar izale edilirlerse Dünya’da barış ve kardeşlik o kadar çabuk kurulur, herkes rahat ve huzurlu olur. Bu anlayışın öğretilip eğitildiği önemli alanlardan birisi de mason localarıdır.

Cumhuriyet döneminde Türkiye ve Dünya şartları, Meşrutiyet dönemindeki Garpçı ve kozmopolit kesimlere yeni açılım imkânları kazandırdı. 1960’ların ortalarından sonra ülkemizde etkili olan sol akımlarla aralarında ortak paydaların varlığını keşfettiler. Millet kavramına ve ona izafe edilen bütün unsurlara duydukları düşmanlık, millî devlete karşıtlıkları nedeniyle farklı kulvarlarda olmalarına rağmen buluşmalarına imkân sağladı. Üniversitelerde, basında, bürokraside işbirliği yaptılar. Kendileri gibi düşünmeyen milliyetçi gençleri, öğretim üyelerini, öğretmenleri, kamu görevlilerini egemenlik kurmaya çalıştıkları alanlardan tasfiye etmek için silah dahil her yönteme başvurdular. Yaptıklarını “devrimcilik ve ilericilik” olarak görüyor, haklı ve meşru sayıyorlardı.

1970’li yıllar boyunca yaşanan terörün, anarşinin, binlerce can kaybının sorumluları olmalarına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmediler.

Değişen şartlara göre uyum sağlama hususunda emsalsiz bir elastikiyete sahiptiler. 1980’lerden sonra Dünya’da büyük değişimler yaşandı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sosyalist sol modelini kaybetti, boşlukta kaldı. Buna karşılık liberal akımlar, piyasa ekonomisi ve bunlara dayalı siyasal ve kültürel görüşler ön plâna çıktı. Küreselleşme olarak ifade edilen Dünya’nın yeni dengelerinin ve ilişkiler ağının ortaya çıkardığı bu ortam, klâsik, evrenselci, ilerlemeci, hümanist oluşumlara yeni kapılar açtı.

Bu gelişmelere paralel olarak, eski “Garpçılık” geleneğinden esinlenen solcu, kozmopolit ve ilerlemeci kesimlerde baş döndüren bir “dönüşüm” yaşandı. Bir anda l970’li yıllarda coşkuyla savundukları ideolojilerini üzerlerinden bir elbise gibi sıyırıp atıverdiler; günün itibarlı kavramlarını giyinip sahneye çıktılar. Bu görüşleri de aynı hararetle savunmayı geçmişlerini inkâr pahasına devam ettirdiler. Sanki bir zamanlar Filistin kamplarına kadar giderek gerilla eğitimi alanlar, kanlı eylemlerini meşru “devrimci şiddet” olarak tanımlayıp, yüceltenler, BAAS tipi bir rejim için sivil ve asker cuntalar oluşturup darbe plânları hazırlayanlar onlar değildi.

Kimilerinin “döneklik” olarak tanımladığı bu “dönüşüm” çığırını açan Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Şahin Alpay, Altan Biraderler, Gülay Göktürk gibilerine bir süre sonra devrimci şiddet kuşağının 1978’liler halkasından bir çok isim katıldı; böylelikle çoğaldılar. Basın ve televizyonlarda giderek etkili konuma geldiler; yazıp konuşma imkânları hızla arttı. Günümüzde medyanın kontrolünü önemli ölçüde bu kadrolar ellerinde bulunduruyorlar, tartışma ve kültür programlarını hazırlıyorlar.

Bu konumlarına sadece kendi imkân ve becerileriyle gelmediler. İdeolojileri, inançları yahut felsefî tercihleri nedeniyle Türk milliyetçiliğini tehlike sayan, devlet ve toplum hayatından, Anayasa’dan, kurumlardan tasfiye edilmesi gerektiğine inanan çevrelerle giderek derinleşen bir “güç birliği” kurdular. 1990’lı yılların ortalarından bu yana masonik, hümanist ve evrenselci kesimlerin yanı sıra İslâm’ı siyasî bir projeye dönüştürmeye çalışanlarla birlikte bu güç birliği “ortak cephe”ye dönüştürüldü. Sadece kamuoyunu etkilemenin yeterli olmayacağını bildiklerinden, hükümete yanaşarak, icraatlarını görüşleri doğrultusunda yönlendirmek için ellerinde bulundurdukları medya imkânlarını seferber ediyorlar. Bu stratejiyi Hadi Uluengin şöyle anlatıyor:

“…. Bu durumda ciddi bir kitle tabanı olmayan o “liberaller” ne yapmalıdır? Kim olursa olsun yukarıdaki özlemlere kapı aralayan her kurumla pragmatik bir “yol arkadaşlığı” yapmalıdır. ! AKP, CHP, MHP, BDP fark etmez, ilkesel rota belirleyicidir.

Eğer iffetinize güveniyorsanız bu uğurda şeytanla bile yatağa girmekte beis yoktur. Bilhassa da bugün AKP sayesinde kazanılmış olan mevziler kalıcıdır. Dönüş yoktur.

… Eeee n’apalım, kimin ne mal olduğunu bile bile lades diyoruz diye bütün zaaf ve eksiklere rağmen yukarıdaki demokratik kurumun açtığı sivilleşme kapılarına tekme vurup her türlü “mümkün”ü yeni zengin müsrifliğiyle har vurup harman mı savuralım?” [1]

Liberal ve demokrat görünümlü “ortak cephe”nin şu sıralardaki başlıca hedefi seçimden sonra gündeme geleceği ifade edilen yeni Anayasa hazırlıklarını kontrollerine almak; bunu başarabilirlerse yüz elli yıllık özlemlerini gerçekleştirecekler. Türklüğün hem anlam hem de lafız olarak yer almadığı, her türlü etnikçiliğe açık, ayrışmaya müsait, “özerk Kürdistan”a yeşil ışık yakan nötr bir metni Anayasalaştırıp tarihî “dönüşüm ve ayrışım” projelerini hayata geçirecekler.

Anayasa uzmanı olarak şöhret yapan öğretim üyelerinin bir çoğunun geçmişte hazırladıkları tasarılara yansıdığı gibi, bu görüşleri paylaşmakta olmaları işlerini kolaylaştırıyor, işbirliği yapma imkânları sağlıyor.

Son yıllarda liberal çevrelerin medya aracılığıyla şöhret yapıp sahneye çıkardıklarından Doç.Dr.Osman Can, Diyarbakır Belediyesi’nin düzenlediği Anayasa panelinde, toplantıya kendisini çağıranların beklentilerini karşılayacak bir konuşma yapıyor ve doğal olarak alkışlanıyor: “…Ankara’daki efendiler o kadar geri zekâlı ki, Anayasa şöyle bir ifade koyarlar: Hiçbir okulda Türkçe’den başka anadil öğretilemez. Bunu kanunen nasıl belirliyorsunuz? ….Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu? Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” [2]

2007 seçimleri döneminde AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlattığı kurulun başında olan Prof. Ergun Özbudun nasıl bir Anayasa istediğini bir gazetedeki mülâkatında bir kere daha açıklıyor: “… Mevcut Anayasa’daki vatandaşlık tanımı Kürtlerin önemli bölümünde alerji yaratıyor. Etnik çağrışımlar yaptırmayan bir Anayasal vatandaşlık tanımı getirecekler mi? … Madem ki bazı Kürt arkadaşlarımızda mevcut vatandaşlık tanımı etnik çağrışımlar yapıyor, yeni Anayasa’da bu tür etnik çağrışımlara meydan vermemek gerekir. …. Bugün ki Anayasa’nın başlangıç bölümü Türklüğün millî, tarihî ve manevî değerleri gibi fevkalâde kaypak ifadelerle dolu. Bunlar sivil bir anayasa da yer alacak hükümler değil.”

Gazetenin Marksist gelenekten gelen muhabiri konuşmayı ideolojik saplantılarına göre yönlendirmek için daha açık soruyor: “Kültürel milliyetçilik de etnik kökene dayanan bir milliyetçilik değil mi? Kültürel milliyetçilik de farklı kültürlere etnik bir kökenin kültürünü dayatmıyor mu? Bu ülkede binlerce insan kültürel milliyetçilik yüzünden ölmedi mi, acı çekmedi mi, mağdur olmadı mı? Kültürel milliyetçilik denince milliyetçiliğin şiddeti, zorbalığı hafifliyor mu?”

Prof.Özbudun bu çanak soruyu soranın istediği cevabı vermekte tereddüt etmiyor: “Bence de kültürel milliyetçilik hafif ve daha az bir milliyetçilik değildir. Irk milliyetçiliği etnik kökene hatta, 1930’larda teşebbüs edildiği gibi kafatası ölçümlere dayanan bir milliyetçiliktir ama kültürel milliyetçilik de toplumdaki alt kültürlerin varlığını inkâr etmektedir, onları sindirmek ve asimile etmeye çalışmaktadır.”

Anayasa hukuku alanında büyük şöhret sahibi Sayın Prof.Özbudun, bir bilim adamına yakışır ciddiyet ve haysiyet içerisinde keşke bu hükümlerine dayanak olan örnekler verebilseydi; geçen yüzyılın başlarından itibaren başta Ziya Gökalp olmak üzere, Türk milliyetçiliği fikrini işleyen insanların toplumun birliği ve kardeşliği konusundaki hassasiyetlerini, bu hususa ilişkin yazdıkları yüzlerce kitabı, binlerce makaleyi, bu konularda yapılan faaliyetleri, kurulan dernekleri hesaba katmadan böylesine afakî hüküm vermek ne sıfatına ne de şöhretine yakışmıyor.

Hazirandaki seçimlerden sonra Anayasa hazırlıkları ekseninde Türkiye’yi dönüştürmek amacıyla yoğun bir kampanya başlatılacağı ortadadır. Ortak cephe bu girişim için hazırlıklarını şimdiden yapıyor; hükümetle yakın bir işbirliği kurmak için bütün imkânlarını kullanıyor. Yapmak istedikleri zihniyetleri, düşünceleri ve ideolojileri açısından son derece doğaldır. Başka bir ifadeyle onlar görevlerini yapıyorlar; ülkeyi tahayyüllerine uygun bir şekle dönüştürmeye çalışıyorlar.

Bu konuda esas sorgulanması gereken Türk milliyetçilerinin ne yaptıklarıdır? 12 Eylül darbesinin milliyetçi siyasetin yanısıra, fikir ve düşünce dünyamızda meydana getirdiği yıkım hâla aşılabilmiş değil. Ülkenin selameti açısından bu durumun bir an önce izale edilmesi gerekiyor. Fikir ve düşünce hayatımızda Türk milliyetçilerinin etkili şekilde yer almaları, yazılarıyla, kitaplarıyla, konuşmalarıyla kamuoyunu etkilemeleri, topluma öncülük işlevlerini yerine getirmeleri millî ve tarihî bir sorumluluktur. Bunun başarılması nispetinde sahnelenmeye çalışılan “dönüşüm projeleri” geçersiz ve etkisiz kalacaktır.

Bu elbette hem fikrî hem de bedenî emek ve çaba gerektiren bir husustur. Ciddi bir araştırma ve zihin faaliyeti eseri olmayan, derinliği bulunmayan, bilimsel bir anlam taşımayan hamasi söz ve iddialarla kimseyi inandırmak mümkün değildir. 30 yıl önceki darbenin zihniyet ve yüreklerde yaptığı tahribatın, inanç zafiyetinin milliyetçi aydınlar üzerindeki etkileri silinebildiği ölçüde, eksiklerin telafisi zor olmayacaktır. Düşünce hayatımızı kasıp kavuran bugünkü kozmopolit baskının ortadan kaldırılması, bu alanda gerekli dengenin sağlanması, Türkiye’nin kurulan tuzaklardan kurtulması için milliyetçi aydınların bir an önce devreye girmeleri şarttır. Aksi taktirde “ortak cephe”nin son derece sistemli ve organize yürüttüğü dönüşüm çabalarının siyasetteki etkilerini önlemek mümkün olmaz.

[1] Hürriyet Gazetesi, 27.01.2011
[2] Milliyet Gazetesi, 24.01.2011