Arap Dünyasında Tarih Makas Mı Değiştiriyor?


2 Şubat 2011
Nuri GÜRGÜR


İki ay kadar önce Tunus’ta başlayan ve çok geçmeden Mısır’da ortaya çıkan toplumsal tepkiler, sadece bu ülkelerde yıllardır sürüp gelen otoriter ve totaliter rejimleri yıkmakla kalmıyor, Batı emperyalizminin geniş Arap coğrafyasındaki iki yüz yıllık tahakkümünün sona ermekte olduğunu ilan ediyor.
Bu iki ülkenin dışında Yemen, Ürdün ve Cezayir başta olmak üzere, diğer Arap ülkelerinde de mevcut yönetimleri tedirgin eden kıpırdanmalar gözlemleniyor.
Gelişen teknoloji iletişim kanallarını öylesine açtı ki, artık toplumu baskı altında tutup sindirmek, yönetmek mümkün olamıyor. Haberleşme ağıyla belirlenen merkezlerde bir anda toplanan kalabalıklar güvenlik güçlerinin engellemelerine rağmen seslerini duyurabiliyorlar. Arap dünyasının büyük bölümü yoksulluk ve yolsuzluk kıskacından bunalmış durumda. İktidarı nasılsa eline geçiren kişinin, ailesi ve yakın çevresi ile millî geliri şahsî serveti haline dönüştürmesi, çuvallar dolusu paraları ülke dışına taşıması, buna karşılık halkın büyük çoğunluğunun açlık sınırında hayatta kalmaya çalışması Arap halklarını patlama noktasına getirdi.

Tunus ve Mısır’da yaşananlar aslında birer başlangıçtır. Esas mesele gelişmelerin bundan sonra hangi yönde yaşanacağıdır. Bu iki ülke, özellikle Mısır bölge dengeleri açısından son derece önemlidir. Mısır, Arap dünyasının tarihi ve kültürel merkezi konumundadır. Bu ülkedeki bir rejim değişikliği kendi coğrafyasıyla sınırlı kalmaz, diğer Arap ülkeleri üzerinde de domino etkisi yapar. Benzer bir etkileşim 60 yıl önce yaşanmış, askerî darbe ile iktidara gelen Abdülnasır’ın uyguladığı yönetim biçimi Suriye, Irak ve Libya gibi ülkelerde de taklide çalışılmıştı.

Nasır’dan sonra işbaşına gelen Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek ABD ve İsrail ile farklı bir politika izlediler. Enver Sedat’ın Sina’yı almak karşılığında, ABD’nin telkinleriyle 1973’de Camp David’de İsrail’in istekleri doğrultusunda anlaşma yapması Arap dünyasında şok etkisi yaptı. Washington bu antlaşmadan ve Mısır-İsrail ilişkilerinin kurulmasından çok mutluydu. Bunun ödünü olarak kesenin ağzını açtı; Mısır’ı “stratejik ortak” olarak tanımladı ve her yıl İsrail’den sonra en fazla ekonomik ve malî yardımı bu ülkeye yapmaya başladı.

Mısır’ın ABD ve İsrail ile sıcak ilişki kurması Batı sisteminin bölgede oluşturduğu siyasal dengenin temel dayanağı oldu. İsrail sırtını Kahire’ye dayadığından Filistinlilere karşı son derece acımasız politikalar izleme imkânını buldu. Her taraftan çevreleyip bir hapishane hayatı yaşamaya mecbur bıraktığı Filistinlileri, yaşadıkları yerleri bırakıp göç etmeye zorladı; bu amaçla hukuk ve insanlıkla bağdaşmayan katliamlar yaptı. İsrail ve Mısır Gazze’de halkın tercihi ile yönetimi ele alan HAMAS’ı ortak düşman olarak tanımladılar. Filistinlilerin Dünya ile tek bağlantı kurabildikleri, nefes borusu konumundaki Refah sınır kapısından geçişler Mısır tarafından ağır şartlara bağlanarak en aza indirildi. Mübarek yönetimi bu tutumuyla İsrail’in duvarlar inşa ederek uyguladığı “tecrit” politikasının en büyük destekçisi oldu.

Washington ve Tel Aviv kendilerine diledikleri ortamı sunmak için elinden geleni yapan Hüsnü Mübarek’in her konuda arkasında durdular. Avrupa Birliği ise çıkarlarıyla örtüşmesi nedeniyle 1979’da İsrail ile Mısır arasında imzalanan ekonomik ve politik antlaşmayı destekleyerek, oluşan sosyo-politik dengeyi güçlü şekilde destekledi.

Şimdi Tunus’tan sonra Mısır’da meydana gelen gelişmeler Batı merkezli Orta-Doğu sistemini temelinden sarsıyor. Bu gelişmeler karşısında en büyük endişeyi İsrail’in duyması doğaldır. Çünkü Mısır’da bundan böyle iş başına nasıl bir yönetim gelirse gelsin, Mübarek dönemindeki huzuru ve güvenliği bulamayacağını biliyor. Üstelik bu ülkenin tüm Arap dünyasındaki yeri ve etkisi düşünüldüğünde, bu depremin domino etkisi yaparak bölgedeki başka ülkelere de sıçraması şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim Yemen’i otuz yıldır baskıcı bir rejimle yöneten Salihi seçimde aday olmayacağını açıklamasına rağmen, ülkedeki gösteriler durmuyor. Suriye ve Ürdün’de ise iş başındaki iktidarlar gelişmeleri kontrol altına alabilmek için hükümetlerinde değişiklikler yapıyorlar. Ancak bunun yeterli olup olmayacağını şu anda kestirmek mümkün değil.

ABD’nin Fas’tan Irak’a ve Yemen’e kadar geniş bir coğrafyada despotik yönetimleri ve diktatörlükleri destekleyerek tesis ettiği sistemi ayakta tutması artık imkânsız görünüyor. Washington’da durumun farkında… Ancak gelişmeleri kendi seyrine bırakacağını, seyirci kalmaya razı olacağını kimse düşünmemelidir. Diğer yandan İsrail’de doğrudan bekasını ve güvenliğini ilgilendiren bir konuya kesinlikle seyirci kalmaz. ABD Hüsnü Mübarek üzerinde ısrar etmenin bir yarar sağlamayacağını görüyor. Bu yüzden Başkan Obama bir yandan Mübarek’e iktidardan ayrılmasının gerekli olduğunu açıkça ifade ederek Mısır halkının sempatisini kazanmaya çalışırken, diğer yandan geçişin kendi belirleyeceği yönde olması, Kahire’de diyalog kurabileceği bir iktidarın iş başına gelmesi için formüller arıyor. Başka bir ifadeyle ABD mevcut sistemin yere çakılıp dağılmasını önleyerek, yumuşak bir iniş yaparak, zararını en aza indirmek istiyor. İsrail ise Mısır halkının tepkisini çekmemek, göstericileri öfkelendirmemek için ön plâna çıkmamaya, suskun görünmeye özen gösteriyor. Kuşkusuz bu tavrı hareketsiz kaldığı anlamına gelmez; Washington’la gerekli bağlantıları kurarak, mutabakat sağlayarak, kendine özgü yöntemleri kullanarak sorunun aleyhinde daha fazla derinleşmeden, güvenliğini tehlikeye sokacak bir mecraya girmeden yönlendirilmesini sağlamak üzere imkânlarını seferber ediyor.

Tunus’ta başlayıp Mısır’da devam eden kitle gösterileri, bu ülkelerde ve Arap dünyasında demokratik bir ortamın kapılarını açacak mı? Bunun sanılandan daha zor olacağı ortada. Çünkü İslâm coğrafyasında ve Arap dünyasında Türkiye ve Malezya gibi birkaç istisnanın dışında tarihî, kültürel ve deneyim açısından demokrasiye uygun bir zemin ne yazık ki oluşmuş değil. Üstelik Batı buralarda politik ve ekonomik çıkarlarını sürdürebilmek için despotik yönetimlere sürekli destek sağladı, devrilme ihtimallerine karşı arkalarında durdu. Türkiye’nin görüntüsünün Arap kamuoyunda büyük beğeni topladığı, örnek alındığı gözlemleniyor. Ancak toplumların yapısal farklılıkları bizim sistemimizin olduğu gibi taklidine imkân vermez. Nitekim şu sıralarda Tunus’ta hükümet kurması beklenen Gannuşi “her ülke kendi yolunu belirler, hiçbir model aynen kopya edilemez ama Tunus ile Türkiye’nin birçok örnek yönü var. Bu nedenle sadece Tunus değil Ortadoğu ülkeleri Türkiye’nin izinden yürüyor” diyerek bu gerçeği vurguluyor.

Mısır ordusunun göstericilere karşı şu ana kadar sert bir müdahaleden kaçınmış olması bundan sonrası için teminat sayılmamalıdır. Son olarak Kahire’de göstericilere karşı Mübarek yanlısı olduğu ifade edilen grupların çıkmakta olduğuna ilişkin haberler, çatışma ihtimalinin oluşması son derece düşündürücüdür. Mübarek yönetimi bütün itibarını kaybetmiş, halkın nefret odağı haline gelmişken birilerinin “taraftar” konumunda sokağa çıkmaları doğal bir tavır sayılamaz. Bu grupları Kahire’ye taşıyarak bir çatışma zemini hazırlamak isteyenler neyi hesaplıyorlar, arka plândaki güç kimdir? Mevcut ortamda iç dinamiklerden kaynaklanması mümkün olmayan bu tarz bir karşıt gösteride İsrail’in rolü nedir? Ordunun göstericilerin artık sokaklardan çekilmeleri gerektiğine ilişkin açıklamasından sonra bu durumun meydana gelmesi rastlantı mıdır?

Bütün bu soruların cevapları net şekilde ortaya çıkmadan Mısır’daki gelişmelerin bundan sonraki seyrini tahmin etmek mümkün değildir. Ancak bu ülkede istikrarın sağlanması bölgenin tamamı için olduğu kadar İslâm dünyası ve Türkiye açısından da büyük önem taşıyor. Batı emperyalizminin 200 yıllık bu coğrafyada kurduğu hâkimiyetin, oluşturduğu siyasal, ekonomik ve kültürel sistemin değiştirilmesi kolay olmasa bile, mevcut durumun daha uzun süre devamı öncelikle Müslümanların kendi inançlarına reva gördükleri saygısızlıktır. Bir başka ifadeyle İslâm dünyası için katlanılmaması gereken bir zillettir. Bunun yanı sıra demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerlerin zirve yaptığı 21.nci yüzyılda insanlık onuruyla bağdaşmayan bir manzaradır.

Tunus ve Mısır’daki gelişmelerle birlikte Arap dünyası dönüşü olmayan bir yola girmiş görünüyor; bir başka ifadeyle çok geniş bir coğrafyada tarihin makas değiştirdiği bir aşamada bulunuyoruz. Ancak bu dönüşümün makul bir yönde ve doğru bir zeminde cereyan etmesi, daha büyük sorunlar oluşturabilecek eğilimlere fırsat verilmemesi, bağnazlıklardan kaçınılması gerekir. İslâm tarihinde dini kendilerine göre yorumlayarak, fanatizme kayarak çeşitli problemlere yol açan taşkınlıkların varlığı hatırlandığında siyasî konularda aklıselim ihtiyacı somut şekilde görülebilir.

Mısır’da halen en etkili örgüt konumunda görünen Müslüman Kardeşler’in (İhvan’ın) Hasan El Benna ve Seyyid kutup çizgisine saplanıp kalmadıklarına ilişkin emareler gelecek açısından ümit vericidir. Makul bir anlayışın egemen olacağı bir yönetimin kurulması sadece bu ülkeyi değil, bütün Arap dünyasını olumlu yönde etkileyecek, asırlardır sürüp gelen çok yönlü sıkıntıların aşılacağı, Arap halklarının yönetimlerinde söz sahibi olacakları demokratik bir zeminin oluşumu sağlanacaktır.