Değişen Dünya Dengeleri Açısından Türkiye – Türk Dünyası İlişkileri


Nuri Gürgür
21 Ekim 2010

Geçen yüzyılın sonu yaklaşırken, 13 Kasım 1989’da Berlin duvarı yıkıldı; Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin kapıları açıldı. Bu olay yaşanacak küresel depremin habercisiydi. Nitekim olaylar süratle gelişti; iki yıl içerisinde Sovyetler Birliği dağıldı, 1995 den beri devam eden soğuk savaş sona erdi. Bu gelişmeler Avrasya’da yeni bir siyasi atlas oluşturdu. Aralarında beş Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan’ın da bulunduğu yeni bağımsız devletler ortaya çıktı. Böylece yüzlerce yıldır tahayyül edilen Türk Dünyası’nın bağımsızlığı ülküsü büyük ölçüde tahakkuk etti.

Türk Cumhuriyetleri’nin yer aldığı coğrafya bütün dönemlerde büyük önem taşımıştır. Geçen yüzyılın başlarında İngiliz coğrafya bilgini ve ünlü jeopolitik teorisyeni John Macinder’in Kara Hâkimiyeti teorisinde burası “merkez bölge” yani “kalpgâh” olarak tanımlanır. Dünya politikalarını ve güçlerin mücadelesini uzun yıllar etkileyen, günümüzde de önemini fazla yitirmeyen bu teoriye göre, “merkez bölge”yi denetleyen siyasî güç “Dünya adası” diye adlandırılan Asya, Avrupa ve Afrika’yı da denetimi altında tutar. Ancak bunun temel şartı Doğu Avrupa’nın bu gücün kontrolünde bulunmasıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan politik ve askerî tabloda Sovyetler Birliği bu teori çerçevesinde Doğu Sibirya’dan Doğu Avrupa’ya kadar olan stratejik alanlarda egemenliğini sağlamıştı. Bu durum doğal olarak ABD’yi tedirgin ediyordu. Çünkü savaş dönemindeki ittifak sistemi ortadan kalkmış, başını ABD ile Sovyetler Birliği’nin çektiği iki kutuplu bir sistemin giderek yoğunlaşan mücadelesi başlamıştı.

ABD, George Kenan’ın ortaya koyduğu görüşler paralelinde güç dengesini sağlamak üzere politikalar geliştirmeye başladı. Bu politikaların teorik zeminini Spykman’ın “İç Hilâl Jeopolitiği” oluşturuyordu. Buna göre “merkez bölgeyi çevreleyen ve Türkiye, İran, Irak, Pakistan, Hindistan, Çin ve Kore’den meydana gelen çember Avrasya’yı denetler, Avrasya’da kontrolü elinde tutan güç Dünya’ya egemen olur.” ABD’nin soğuk savaş süresince Avrasya’da yürüttüğü mücadelenin ana hatları bu tezle örtüşür. Komünizmin yayılmasını önlemek ve Sovyetler’in etkisini kırmak amacıyla kurulan, bir çoğunda Türkiye’nin de yer aldığı Cento, Bağdat Paktı ve benzeri politik ve askerî anlaşmaların amacı bir “yeşil kuşak” oluşturmak suretiyle Orta Asya bölgesini kontrol altında tutmaktır.

TÜRK DÜNYASI’NA YÖNELİK SOVYET POLİTİKALARI

Sovyetler Birliği çarlık döneminden devraldığı Türkistan ve Kafkasya’nın sömürgeleştirilmesi politikalarını seksen yıl süresince çok daha sistemli şekilde uygulamaya koydu. Öncelikle bu bölgenin insan yapısını amaçlarına uygun şekilde oluşturmak üzere çok kapsamlı uygulamalar yaptı. Türk halkları arasında yakınlaşma ve birliktelik meydana gelmemesi için dil, kültür ve eğitim politikalarına önem verdi. Millî kimliklerini unutturarak, geçmişleriyle, kültürleriyle, inançlarıyla bağlantılarını keserek Sovyet tipi yeni bir insan unsuru yaratılmaya çalışıldı. Büyük Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un “Mankurtlaşma” olarak hikaye ettiği bu sosyo-kültürel operasyon için her türlü şiddet ve baskı uygulandı. Türkistan’ın bütün bölgelerine Rus nüfus iskan edilerek demografik denge değiştirilmeye çalışıldı. Kazakistan bağımsızlığını kazandığı sırada nüfusunun %38’ini Ruslar oluşturuyordu. Türkler olabildiğince köylere, kırsal alanlara sevk edilerek yönetimlerin dışında tutulmaya, teknolojik ve bilimsel gelişmelere yabancı bir “köylü kitle” olarak yaşatılmaya çalışıldı. Türkistan’ın ve Kafkasya’nın ekonomik ve ticarî varlığı tümüyle Moskova’ya bağımlı hale getirildi. Çok zengin yer altı kaynaklarından çıkarılanlar işlenmek üzere Rusya’ya sevk ediliyor, üretim tesisleri bağımsız çalışmaları önlenecek tarzda zincirleme olarak buraya bağlı kılınıyordu. Bunun sonucu olarak bölge halkı Moskova’nın denetim ve yönlendirmesine bağımlı, onun verecekleriyle yaşamını sürdürmeye çalışan, kendi başına ayakta durmakta zorlanan bir yapı içerisinde bağımsızlığına adımını atmış oldu.

AFGANİSTAN DİRENİŞİNİN BÖLGE POLİTİKALARINDAKİ ETKİLERİ

Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesine karşı başlayan bölgesel direniş Dünya’nın hiç beklemediği kadar etkili oldu ve gelişti. Afganistan’ın değişik etnik kökeninden gelen Müslüman halkı, “kâfirlere karşı” topyekün ayaklandı. ABD bu direncin şiddetini görünce bunu politik bir faktör olarak kullanmaya karar verdi. Mücahitleri eğitmek üzere Pakistan’da kamplar kuruldu, eğitmenler tahsis edildi. Buralara sadece Afganistan’dan değil Türkistan’ın çeşitli bölgelerinden insanlar geldiler. Kamplarda askerî bilgilerin dışında dinî öğretim de yapılmak suretiyle Sovyetler’e karşı İslamî bir cephe oluşturulmaya çalışıldı. Sovyetler’in çekilmesinden sonra Afganistan’da ortaya çıkan Taliban hareketinin hatta El-Kaide örgütlenmesinin temelleri böylelikle bu kamplarda atılmış oldu. Başka bir ifadeyle Washington günümüzde en önemli hasım saydığı gücü elleriyle hazırlamış oldu.

Afganistan’daki İslamî ağırlıklı direniş hareketinin etkileri Türkistan’ın çeşitli yörelerinde bir süre sonra ortaya çıktı. Özbekistan’da “Özbekistan İslamî Hareketi”, Tacikistan’da “İslamî Direniş Partisi” Kazakistan’da “Alaş Orda” örgütleri kuruldu. Bunlar Sovyetler’in son döneminde işbaşındaki yönetimlerle mücadeleye başladılar.

Bu dönemde “Glastnost” bağlamında Gorbaçov’un Hıristiyan ve Yahudiler’e tanıdığı nispî özgürlük imkanları Müslümanlardan sıkı sıkıya esirgendi. Bu tavırda doğal olarak İslamî tepkinin oluşmasına neden oldu.

SOVYETLER’İN DAÐILMASINDAN SONRAKİ DURUM

Sovyetler Birliği dağılınca ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri’nde Sovyet dönemindeki yöneticiler yeni rejimin yöneticileri konumuna geçtiler. Bunlar doğal olarak önceki dönemin yönetim tarzını yeni siyasî yapılanmalarda uygulamaya koydular. Böylece adı Cumhuriyet olan ancak “apparatcik” denilen, otoriter yöntemi benimseyen sınırlı sayıdaki gruplar yönetimlere egemen oldu. Başa geçen lider ve çevrelerinin bu otokratik yönetimleri karşısında doğal olarak sivil toplum hareketi gelişmedi. Neopotizme dayalı yönetim sisteminde siyasal yetkilerin yanı sıra, ekonomik ve sosyal kaynaklar bu belirli çevrelerin inhisarında kaldı.

Yirmi yıla yakındır uygulanan bu yönetim tarzının en önemli başarısı bölgede istikrarın nispî bile olsa sağlanmış olmasıdır. Burasının “Balkanlaşacağı”na ilişkin Batı’daki tahminler gerçekleşmedi. Değişik zamanlarda özellikle etnik çerçevede çatışmalar ve Cumhuriyetler arasında gerginlikler zuhur etse bile daha ileri bir karmaşanın yaşanmaması kuşkusuz sevindirici bir tablodur. Buna karşılık ekonomik kalkınma zayıf kaldı. Bölge ülkeleri Dünya ekonomisine entegre olmakta zorluk çektiler. Yüzyıllar boyunca içine kapalı olarak yaşamış olan, girişimci insan faktöründen haliyle yoksun kalan, köylülük karakteri ağırlıklı olan bir toplum yapısından daha fazlasını beklemek elbette haksızlık olur. Ancak ekonomik gelişmenin yeterli olmayışı neticesinde istihdam ve gelir dağılımı problemi giderek müzminleşti. Türkistan’ın en zengin bölgesi olan Fergana vadisinde işsizlik % 80’e ulaştı. Tarihî birikimi itibariyle bölgenin en gelişmiş ülkesi Özbekistan genelinde bu oran % 60’ı buluyor. Son dönemlerde Hazar ve çevresindeki ülkelerin petrol ve doğalgaz zenginliklerini Dünya piyasalarına açmaya başlamaları, başta Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan olmak üzere Türk halkları için ekonomik sıçrama yapılabileceği ümidini veriyor.

AVRASYA’NIN YENİ SİYASÎ ATLASINDA GÜÇLER MÜCADELESİ

Brezinsky bu bölgeyi “büyük satranç tahtası” olarak tanımlar. Bu bölgede yaşanmakta olan mücadeleye “büyük oyun” der. Nitekim çeyrek yüzyıldır Avrasya’da yaşananlar bu görüşü doğrulamaktadır.

Rusya Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben kendi hinterlandına çekilme zorunda kalmasını içine sindiremedi. Çeşitli girişimler yaparak çekildiği coğrafyadaki inisiyatifini sürdürmenin yollarını aradı. Bu bağlamda 1992 de Belarus ve Ukrayna ile birlikte “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu kurdu. Kısa bir süre sonra Baltık Cumhuriyetleri’nin dışındaki devletlerin tamamına yakınının bu oluşuma dahil edilmesini sağladı. Ancak bütün çabalarına rağmen bu birlikteliğin işlerlik kazanmasını, etkili bir varlık olmasını temin edemedi. Başka bir ifadeyle Moskova’nın inisiyatifinde yürütülen BDT paralelindeki kuruluşlar kağıt üzerinde kaldı.

Rusya 90’lı yılların ortalarına kadar ABD ile ilişkilerini sıcak tutmayı tercih etti. Washington’da Türkistan ve Kafkasya’yı Rusya’nın denetimine bırakmak suretiyle istikrarın sağlanabileceğini hesapladı. Rusya ve ABD arasındaki bu bahar havası Primakov’un Dış İşleri Bakanlığı dönemine kadar devam etti. Primakov 1996’da “çok kutupluluk” politikasını yürürlüğe sokarak Rusya ile rekabet dönemi başlattı.

Bu yıllarda ekonomik ve siyasi alanlarda sadece bölgesinin değil Dünya’nın yükselen yıldızı konumuna gelen Çin de ABD’nin tek küresel güç olma iddiasını kabul edilmez buluyor ve rekabete hazırlanıyordu. Bu politikasının bir açılımı olarak 1996’da Rusya, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan’la birlikte “Şanghay Beşlisi” adıyla bir işbirliği projesini başlattı. Kısa bir süre sonra bu birlikteliğin ekonomik, siyasî ve hatta askerî yararlarının olabileceğini gören ülkeler aralarındaki bağlantıları güçlendirmeye karar verdiler. Özellikle Çin ve Rusya bu oluşumla ABD’ye karşı bir “Avrasya dengesi” kurmayı amaçlıyorlardı. 2001 de birlikteliğin adı “Şanghay İşbirliği Örgütü” adını aldı. Hindistan, İran, Moğolistan, Pakistan ile birlikte Türkiye de bu örgütle bağlantı kurmak istedi. Fakat Rusya’nın engellemesi sonucu Türkiye’nin girişimi sonuçsuz kaldı.

TÜRKİYE-TÜRK DÜNYASI İLİŞKİLERİ

1990’ların başında beş Türk Cumhuriyeti’nin kurulması milletimiz açısından fevkalâde anlamlı bir başarıdır. Beş yüz yıllık rüyanın gerçekleşmesiyle millî şuur sahibi herkesi mustarip kılan “esir Türkler” imajı Doğu Türkistan ve bazı özerk cumhuriyetlerin dışında büyük ölçüde ortadan kalkmış oldu. Bu olay aynı zamanda Türk milliyetçileri açısından romantizm döneminden gerçeğe intikal anlamına geliyordu.

Türkiye gerçeklerle karşılaştığı 90’ların sonunda bu muhteşem olay için zihnî hazırlığının bulunmadığını gördü. 1940’lardan beri sürüp gelen resmî devlet politikasında böyle bir dünyaya yer verilmemişti. Üstelik Türklerin sadece sınırlarımız içerisinde yaşamadığını, bir Türk Dünyasının var olduğunu söyleyip yazan milliyetçi aydınlar 1944’de olduğu gibi mahkemeye sevk edilmiş, ezilip sindirilmek istenmişlerdi. 12 Eylül 1980’de açılan MHP davası iddianamesi bu açıdan hüzün verici bir örnektir. İddianamede Başsavcı Soyer, sadece MHP’yi değil, Türk Dünyası ile ilgilenen bütün kuruluş ve fikir önderlerini ağır şekilde suçluyor, tutumlarını yıkıcılık olarak tanımlıyordu. Böylesine bir ortamda eğitilip yetişen bürokratik kadroların ve siyasetçilerin psikolojik hazırlıklarının bulunmaması doğaldır.

Bununla beraber bu kritik dönemde hasbelkader görevde bulunan Namık Kemal Zeybek, rahmetli Ayvaz Gökdemir ve Ahat Andican gibi bakanların, Acar Okan, Alaattin Korkmaz, Ümit Arık gibi üst düzey bürokratların varlığı her şeye rağmen ilişkilerin belirli bir düzeyde bile olsa devamını sağladı. Gene bu yıllarda rahmetli Turgut Özal ilişkilere işlerlik kazandırmak amacıyla serbest ticaret anlaşmaları yapılmasına çalıştı. Kişilerin ve malların serbestçe dolaşımını, taşımacılık, bankacılık, iletişim gibi alanlarda entegre sistem oluşturmak üzere teklifler hazırladı. Ancak yeni bağımsızlığına kavuşan Cumhuriyetlerin yöneticileri ne yazık ki bu tekliflerin mahiyetini kavrayabilecek durumda değillerdi.

Sonuçta Türkiye’nin kendisinden kaynaklanan hatalar telafi edilemediğinden ilişkiler olması gereken düzeye ulaşamadı. Her şeyden önce hedefler net olarak belirlenmemişti. Bunun sonucu olarak nasıl tavır alınacağı kestirilemedi. Ekonomik gücümüz hesaplanmadan abartılı vaatler yapıldı; sonuç alınamayınca hayal kırıklıkları yaşandı. Ayrıca bu Cumhuriyetler seksen yıllık Sovyet egemenliğinden sonra yeni bir “ağabey” istemiyorlardı. Türkiye’nin bu konuda üslubunu doğru belirleyememesi de olumsuz bir faktör oldu. Bütün bunların yanı sıra 90’lı yıllar boyunca ülkemizde sürüp giden siyasî istikrarsızlık, ilk başlarda Türkiye’yi model olarak benimsemeyi düşünen muhataplarımız üzerinde olumsuz etki yaptı. Bize karşı güvenleri sarsıldı.

TÜRK DÜNYASI’NIN DURUMU

Sovyetler’in dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Cumhuriyetlerin en büyük özelliği sosyo-ekonomik plânda gelişmemiş olmalarıdır. Özbekistan ve nispeten Azerbaycan’ın dışında köylü toplum oluşları ön plâna çıkmaktadır. 15.yy dan sonra güçlü bir merkezî devlet yapılanmasının bulunmayışı, boy ve aşiret düzenine dayalı bir toplum yapısına yol açtı. Alt etnik asabiyet bağlantılarını aşarak bir millet oluşumu sağlamak üzere çalışan millî şuur sahibi aydınların çabaları arzuladıkları sonuca ulaşamadı. Dolayısıyla milliyet bilincinin gelişmediği, ortak tarih anlayışının yerleşmediği bir ortamda bölgede yönetimi elinde bulunduran hanlıkların Rus emperyalizmine karşı direnmeleri mümkün olamadı. Çarlık Rusya’sı küçük askerî birliklerle bölgenin tamamını egemenliği altına aldı. Sovyet döneminde de Türkistan’da işgale karşı direnmeye çalışan “Basmacılar” gibi hareketler kısa süreli mevzii hareketler olarak kaldı.

Komünist yönetim Türk-İslâm kimliğinin bastırılması, yerel kimliklerin ön plâna geçirilmesi için özel projeler uyguladı. Sözde özerklik verdiği Cumhuriyetlerin sınırlarını belirlerken aralarında sürekli ihtilaf meydana getirmek ve husumet doğurmak üzere çok sinsi sınır tespitleri yaptı; ekonomik paylaşım problemleri oluşturdu. Birbirlerine kuşkulu kılmak için sinsice tuzaklar hazırladı. Günümüzde bu plânın sonuçları Kırgızistan’da, Özbekistan’da ortaya çıkıyor.

TÜRKİYE’NİN BU DÖNEMDE YAPTIKLARI

Türkiye bütün eksik ve hatalara rağmen bu dönemde önemli işler yaptı. Kurumsal yapı eksikliğini gidermek üzere 1992’de TİKA kuruldu. Yüzlerce proje bu kuruluş üzerinden hayata geçirildi. TİKA Balkanlar ve Kırım’da da önemli faaliyetlere imza attı. Kırım Türklerinin mesken ihtiyacını karşılamak üzere binlerce ev inşa edildi. TİKA’nın faaliyetlerini takviye etmek ve kültürel alanda derinleştirmek amacıyla 2008’de Yunus Emre Vakfı ve Enstitüsü kuruldu. Keza 1990’lardan sonra Eximbank üzerinden bölgeye
1 milyar dolardan fazla ihtiyaç ve proje kredisi sağlandı. Türk Kültür ve Sanatları Ortak Projesi-TÜRKSOY’un yanı sıra Almatı ve Aşkaabat’da Türk Kültür Merkezleri açıldı. Kazakistan’da Ahmet Yesevi ve Kırgızistan’da Manas Üniversiteleri Türkiye’nin sağladığı imkânlarla kuruldu. Azerbaycan, Kırgızistan ve Türkmenistan’da İlahiyat Fakülteleri açıldı.

Bütün bu yapılanlar arasında 1992’de gündeme gelen on bin öğrenci getirme projesinin çok ayrı bir yeri var. Stratejik vizyonu böylesine zengin ve anlamlı olan bir projenin, ilk başlarda ifade edilen hedeflerin çok gerisinde kalması, neredeyse fiyaskoya dönüşmesi hazin bir hikâyedir. Bu tablonun ortaya çıkmasının en önemli nedeni bunu ortaya atan ve uygulamaya koyanların yaptıklarının anlamını tam olarak idrak edebilecek zihni birikimden mahrum oluşlarıdır. Bütün yapılanlar bir yana, sadece bu proje gereken önem ve ciddiyetle ele alınıp hayata geçirilebilseydi Türkiye-Türk Dünyası ilişkileri aradan geçen yirmi yıl zarfında çok farklı boyutlara taşınabilirdi. Bu konuda Türk milliyetçilerinin de vebali büyüktür. Türk Dünyasına ilişkin Türkçü söylemler önemli ölçüde slogan düzeyinde kaldığından, altı doldurulamadığından, amel ile imanın örtüşmesi bir türlü sağlanamadığından kabul etmek gerekir ki, milliyetçiler bu konuda geçer not alamamışlardır. Oysa yüz yıl kadar önce Gaspıralı İsmail Bey nelerin yapılması gerektiğini “dilde, fikirde, işte birlik” sözüyle tarihi bir tespit olarak ifade etmiştir. Gaspıralı’nın işaret ettiği ufuklar doğru algılanmazsa, hayata yansıtılmazsa, eyleme dönüşmezse bütün iddialar anlamsız birer nutuktan öteye geçemezler. On bin öğrenci projesi bir an önce masaya yatırılmalı, neden yürütülemediği doğru şekilde belirlenmeli, köklü düzenlemeler yapılarak işler hale getirilmelidir. Yanlışlar nereden düzeltilmeye başlarsa başlasın vakit geçmiş sayılmaz. Ancak bir gerçeği daha işaret etmek durumundayız. Her şey Devlet’ten beklenmemelidir. Türk milliyetçileri Türk Dünyası ilişkilerini söyledikleri kadar önemsiyorlarsa, bunun heyecanını yüreklerinde duyuyorlarsa bir sivil toplum hareketi olarak devreye girmelidirler. Devleti, kurumları yahut başka kesimleri eleştirmenin kolaycılığından sıyrılarak, bu konuda sorumluluk paylaşmaya çalışmalıdırlar. Her şey bir yana Türkiye’ye gelen ve halen sayıları altı bin civarında olan bu öğrencilerden kaç tanesi kaç aile tarafından sahiplenildi, haftada bir gün bile olsa evlerde misafir edilerek ülkemiz ortamına adapte edilmelerine çalışıldı? Bu konuda bizler sürüp gelen bu ataletten sıyrılamazsak, heyecan duymazsak hiçbir makamdan ve hiç kimseden talepte bulunmak yahut yaptıklarını eleştirmek hakkına sahip olamayız.

Enerji alanında Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının hayata geçirilmiş olması önemli bir başarıdır. Bu tarzda ekonomik ve ticari işbirliği projeleri süratle çoğaltılmalıdır. Demir ipek yolu projesi bir an önce gerçekleştirilerek ulaşım konusundaki problemler aşılmalıdır. Türk Cumhuriyetleri ile ticaret hacmimizin yeterli olmadığı ortadadır. Ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi için hem Devlet düzeyinde hem de ticarî kesimler düzeyinde plânlı, programlı ve gerçekçi girişimler yürütülmelidir. Ticarî ilişkilerin artırılması en kısa şekilde siyasal ve sosyal alanlara yansıyacak, ilişkiler içerik kazanacaktır.

TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER DEVLET BAŞKANLARI ZİRVESİ

Geçen ay İstanbul’da toplanan 10.ncu zirve bu hususta etkili bir adımın atıldığı intibaını verdi. Daha önceki toplantılarda yapılan konuşmalar protokol çerçevesini aşmazken, bu defa bu temaslara kurumsal anlam kazandıracak kararlar alındı. Öncelikle “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” oluşturuldu. Konseyin hedefi, Avrupa Konseyi, Arap Ligi veya İngiliz Milletler Topluluğu gibi ortak bir çatı altında birleşmeyi sağlamak diye ifade edildi. Genel Sekreterlik ihdas edilerek başına üç yıl için Em. Büyükelçi Halil Akıncı seçildi.

Türk İşbirliği Konseyi “Devlet Başkanları Konseyi, Dış İşleri Bakanları Konseyi, Aksakallılar Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi ve Daimi Sekreterya” dan oluşacak. Bunun yanı sıra ekonomik ve ticarî ilişkileri geliştirmek amacıyla “Türk İş Konseyi” kurulacak. Türk kültürü ve mirasının korunması için Bakü’de bir vakıf oluşturulacak. Astana’daki Türk Akademisi bünyesinde bir müze ve kütüphane açılacak.

Ayrıca 03 Ekimin Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Günü olarak kutlanmasına, Astana’nın 2012 yılı Türk Kültür Başkenti olarak ilan edilmesine ve Türk Cumhuriyetlerinin 20.bağımsızlık yıldönümünün 2011’de birlikte kutlanmasına karar verildi.

TÜRK DÜNYASI’NIN GELECEÐİ

Türk Cumhuriyetleri yakın işbirliği kurmak ve dayanışma sağlamak zorundadırlar. Bir başka ifadeyle bu yüzyılda küresel rekabete karşı dirençli olabilmek, küresel güçler karşısında ezilmemek, millet olarak saygın ve onurlu bir yaşama ortamı sağlayabilmek için Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” tespitini hayata geçirmek mecburiyetindeyiz. Kuşkusuz bu kolay değil; Türkiye’de ve Türk Dünyası’nda bu konuya ilişkin inanç ve heyecan eksikliği en büyük handikaptır. Unutmamak gerekir ki Avrupa Birliği projesi de altmış yıl önce “demir-çelik antlaşması” şeklinde gelişme ihtimali fazla olmayan bir tasarı olarak gündeme gelmişti. Ancak aynı medeniyet ve kültür damarlarını taşıyan Avrupa ülkeleri zaman içerisinde kademe kademe bugünkü birlikteliklerini oluşturmayı başardılar. Bu sonucu almalarının temel nedeni meselenin ortak bir çıkar ve kazanım anlamına geldiğini, hepsinin ileri düzeyde yararlanacağı bir çığır açacağını görmeleridir. Türk Dünyası’nı oluşturan ülkeler arasındaki tarihî ve kültürel bağlar Avrupalılarınkinden daha alt düzeyde değildir. Bu konudaki başarının sağlayacağı imkânlar taraflar arasında doğru şekilde algılanırsa, bunun heyecanı paylaşılırsa, hedefe ulaşılacağının inancı taşınırsa sonuca ulaşmak kesinlikle bir hayal değildir. Unutmamak gerekir ki bir zamanlar esir Türklerin kurtulacağını söyleyenlerle alay edilir, karikatür konusu yapılırlardı. Bunu söyleyenlerin nasıl itilip kakıldıkları, takibat konusu yapıldıkları hafızalarımızda canlı olarak duruyor. Devletlerarası ilişkilerin yanı sıra, sanat ve kültür hayatında, bilimsel alanda, turizm konusunda, sinema ve televizyon yayınlarında hemen hayata geçirilebilecek pek çok konu var. Başarılacağının inancı içerisinde bu konulara el atıldığı taktirde kısa ve orta vadelerde herkese mutlu edecek sonuçlar alınacağından kimsenin kuşkusu olmasın.